Mizah yazarı Ahmet Zeki Yeşil, “Korona Müfettişi” kitabında toplumun güncel sorunlarına denk gelen konularla okuyucu...

Mizah yazarı Ahmet Zeki Yeşil, “Korona Müfettişi” kitabında toplumun güncel sorunlarına denk gelen konularla okuyucu karşısına çıktı. Yeşil’le neler yazdığını konuştuk İzmirli mizah yazarı Ahmet Zeki Yeşil’le beraberiz. 2018 yılı Ocak ayında, bundan önceki kitabı ‘Nasrettin Hoca Aramızda’ hakkında görüşmüştük. Şimdi ise dünyanın ve ülkemizin gündemine oturan korona virüs salgınında, yeni kitabı ‘Korona Müfettişi’ni konuşacağız. Yeşil, küfürsüz mizahın mümkün olduğunu bu kitapta bir kez daha gösterdiğini vurguladı. Markopaşa’ya dert anlatan toplumdan televizyon başında saatler geçiren bir topluma nasıl geldiğimizi anlatan Yeşil, “Araştırmalar, günde 5-6 saatimizi televizyon karşısında geçirdiğimizi gösteriyor. 2018 yılında bu rakam, 3,5 saat olarak belirtilmişti. Yani, gidişat iyi değil” dedi. Merhaba. Öncelikle mizah konusundaki üretkenliğiniz dikkat çekiyor. “Korona Müfettişi” elime ulaştığında bunu düşündüm. Ancak bu kez, iki kitap arasındaki süre biraz açılmış gibi görünüyor. Ne dersiniz? Bu kapsamda, mizah çalışmalarınızı ve yeni kitabınızı anlatır mısınız?

Doğrusu, kendimden söz etmeyi pek sevmem. Mizah konusunda üretken olduğum doğru galiba. Yeni kitabım, koronadan önce hazırdı. Ancak, planlanan tarihte çıkmış olsaydı, içinde korona öyküleri olmayacaktı. Evlere kapandığımız süre içerisinde yazdığım öyküleri, kitap dosyasına dahil ettik. Bazı öyküleri de çıkarttık. Böylece, kitabın hem adı hem de içeriği değişmiş oldu. Kitabın kapağını da, ödüllü karikatür sanatçısı İbrahim Tuncay çizdi.

Mizah çalışmalarım, edebiyat dergilerine gönderdiğim öyküler ve bu öykülerden oluşan kitaplarımla sınırlı değil. Mizah denemeleri, mizahi haberler, fıkra ve aforizmalar da ilgi alanım içerisinde. On yıldır, her ay, www.focafoca.com adresli sayfada bir mizah yazımla yer alıyorum. İstanbul’a yerleştikten sonra da Kadıköy Gazetesi’ndeki köşemde yazmaya başladım. Periyodik olarak çıkan Homur ve Homurcuk adlı mizah dergilerinin sürekli yazarıyım. Bunların dışında mizah ürünleri gönderdiğim dergi ve web sayfaları var.

Konu sıkıntısı çekmiyorum. “Hayatımız mizah” şeklindeki sözleri çok duyarız. Bu durum, işimin kolay olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü benim düşünceme göre, komik olan her şey mizah değil. Mizah aynı zamanda düşündürmeli. Beğendiğim bir espriyi, ekonomik-sosyal-politik bir temele oturtamazsam yazmıyorum. Mizah ustaları Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü, o kadar çok yazmışlar ki... Tekrara düşmemek için, seçici davranıyorum. Hayata ve insana dair iyi bir gözlem yapmak şart. Deyim yerindeyse, mizahçının antenleri her zaman açık olmalı ve espriyi havada kapmalıdır. Yaptığım mizahla, okura bir şeyler öğretmeyi amaçlamıyorum. Hayatı güzelleştirmek, birilerine ilaç olmak ve “ben buradayım” demek isteyenlerin sesi olmaya çalışıyorum. Mizahçının görevi öğretmek değil, uyandırmaktır. Diğer kitaplarım gibi ‘Korona Müfettişi’ndeki öyküleri de, bu anlayışla yazdım. Daha önceki kitaplarım gibi, hem büyükler hem küçükler tarafından okunacağını düşünüyorum. “Küçükler” derken, ilkokul 4.sınıf ve üzeri demek istiyorum. Kitapta, kara mizah öykülerinin ön planda olduğunu söyleyebilirim. Bu arada, “Kara mizah nedir?” sorusuna da açıklık getirmekte yarar var. Bahsetmekten çekindiğimiz ölüm, hastalık, cinayet, doğal afetler, savaş ve akıl sağlığı gibi konuları ele alan mizaha “kara mizah” diyoruz. ‘Korona Müfettişi’nde, üç adet korona; iki adet deprem öyküsü yer alıyor. Diğerleri de, okurlar için sürpriz olsun... Korona Müfettişi’, içinden geçtiğimiz sürece denk düşen bir kitap. Kitabın adı da dikkat çekici. Kısa bir süre olmasına rağmen, kitabınızın yaşadığımız günlerdeki hallerini merak eden okuyucuya ulaşması konusunda nasıl bir noktada olduğunu anlatır mısınız? Korona, dünyayı etkileyen büyük salgınlar arasındaki yerini aldı. Yani, tarihe geçti. Bugünler, yüz yıl sonra da konuşulacak. Kitabın adı, bu durum göz önüne alınarak seçildi. Evlere kapanmaktan ve alınan önlemler kapsamındaki yasaklardan bunalmış olanlar için, ilaç gibi bir kitap. Okurların ilgisinden memnunum. Okurların kitaba ulaşmasında bir sorun yok. Korona ortamında kitapevlerine gitmek istemeyenler, internet vasıtasıyla kitabı temin ediyor. Yine de, bütün yazarlar gibi ben de, kitap fuarlarında okurlarımla buluşmak için sabırsızlanıyorum. Kitabınızda, “muska” başta olmak üzere geri inançların toplum üzerindeki etkisine işaret ediyorsunuz. Mizah ustalarının neredeyse bir asırdır değindiği konuların hala işleniyor olması, üzerinde durulması gereken bir durum. Bu denli geri inanışların hala dolaşımda olmasını nasıl yorumlamak gerekir? Mizah, günlük hayatımızdaki çarpıklıkları ve aksaklıkları gösterir. ‘Korona Müfettişi’ adlı öykümde, insanları koronadan koruyan muskayı konu etmiştim. Gerçek hayatta, insanların bu muskayla kandırıldığını daha sonra öğrendim. Hatta bir televizyon programında, bu muska konuşulmuş. Gerçek olan şu ki, batıl inanç ve hurafeler, yoksulluktan beslenir. Her zaman, halkın duygularını istismar eden kurnazlar vardır. Oysa iyi bir eğitim sisteminde bunlar olmaz. O zaman, muska ve benzeri konular, mizahçılar için malzeme olmaktan çıkar. Bir dönemin mizah anlayışına bakarak, o dönemin toplumsal ve tarihsel kodları hakkında bilgi edinebiliriz. Toplumun nasıl değiştiğini, ne kadar değiştiğini ve gelişip gelişmediğini görebiliriz. Deve sidiğinin faydasına inanan, Amerika’ya kızınca Dolar’ın turşusunu kuran insanları hatırlayınız. Bunları çoğaltmak mümkün. Demek ki neymiş, bilimin ışığında ve aklın yolunda yeterince yol almamışız... WC İflas Ederse”adlı öyküde, WC'ye para vermeyen bir toplumun, bileti 1 lira bile olsa tiyatroya da para vermeyeceğini ifade ediyorsunuz. Her ne kadar toplumun sanatla olan bağının gevşekliğine değiniyor olsanız da, böylesi bir karşılaştırma ve yan yana getirmenin tiyatro sanatı adına yerinde olmadığını düşündüm. Bunu ifade etmenin başka bir yolu yok muydu? Mizahta, zaman zaman abartı vardır. Elbette ki, genelleme yapmak doğru değil. Unutmayalım ki, bu konu öncelikle eğitim sistemiyle ilgilidir. Sonra da ekonomiyle... Bir toplumun geçim derdi varsa, tiyatro ihtiyaç olmaktan çıkar. Toplumumuzun büyük çoğunluğunun tiyatroyu, yemek yeme gibi bir ihtiyaç olarak görmediği bir gerçektir. Halkın tiyatrodan uzaklaşmasının bir başka nedeni de, kendisini ve sorunlarını sahnede görememesidir. Büyük şehirlerde, zaman zaman açılan resim ve fotoğraf sergilerini düşünün. Ücretsiz olan bu etkinliklere, büyük bir ilginin olduğuna şahit olmadım. Giriş ücretli olsa, belki de çok daha az katılım olacak. Bu arada, televizyonun günlük yaşantımızdaki yerini de unutmayalım. Araştırmalar, günde 5-6 saatimizi televizyon karşısında geçirdiğimizi gösteriyor. 2018 yılında bu rakam, 3.5 saat olarak belirtilmişti. Yani, gidişat iyi değil... Dolayısıyla, öyküde kullandığım ifadenin yanlış olduğunu düşünmüyorum. Öykülerde, korona günlerinin yarattığı psikolojik ve ekonomik sıkıntılar da yerini almış. Korona günlerinde yasakların, hepimizin hayatını olumsuz etkilediği ortada. Siz bu ortamda, insanların sıkıntılarına tanıklık etmeyi ve iletişimi nasıl sağladınız? Bu konuda bir sorun yaşamadım. Sonuçta, bu toplumun bir ferdiyim. Herkes gibi ben de, benzer sıkıntıları yaşadım, yaşıyorum. Mizahçı gözüyle, gündemi ve sosyal medyayı takip ettim. İnsanların dertlerini ve mizah adına üretilenleri bilmem gerekiyordu. Okuduklarımdan ve bizzat görüştüğüm kişilerin anlattıklarından yararlandım. Bu dönemde en çok, “koronadan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” ve “yavaş yavaş dijital dünyaya geçileceği” yönündeki söylemler ile “Koronayı atlatırız da, bu cehalet ne olacak?” sorusu dikkatimi çekti. Mizah ürünlerinin daha çok geyik muhabbeti şeklinde ilerlediğini ve çoğunun eğlencelik olduğunu gördüm. Yaşadıklarımı, okuduklarımı ve yaptığım gözlem, yazmak için yeterliydi. Zaten, bir mizahçının yapması gereken de bu. Vatandaşın Sıkıntısı” adlı öykünüzde, “salatalık” konusu, 1940'larda Marko Paşa Dergisi'nin de başvurduğu bir anlatım yoluydu. Bu öyküde karşıma çıkması ve sonunda Marko Paşa'ya atıfta bulunmanız not düşülmesi gereken bir husus. Ne dersiniz, şöyle böyle 80 yıldır derdimizi hala Marko Paşa'ya mı anlatıyoruz? Marko Paşa'yı dergi olarak hala anıyor olmamızın fazileti nedir? Genelde, öykülerim hakkında detaylı bilgi vermekten kaçınırım. Çünkü öykünün sihri bozulsun istemem. Belki saçma ama böyle düşünüyorum. Sorduğunuz için anlatacağım... Sözünü ettiğiniz öyküyü, çok okunan bir köşe yazarının yazısından esinlenerek kaleme aldım. Konuyu, mizah anlayışım ve hayal gücümle harmanladım. Ortaya, köşe yazısıyla hiç ilgisi olmayan bir öykü çıktı. Öykümde yer alan “salatalık” ve “Markopaşa”, sözünü ettiğim köşe yazısında yoktur. Baştan sona, tamamen benim kurgum. Özetle, esinlendiğim köşe yazısı, benim için bir çıkış/başlangıç noktasıydı. Gerçek hayatta yaşanmış bir konuyu, öykülerimde aynen işlemiş değilim. Derdimizi 80 yıldır, Marko Paşa'ya mı anlatıyoruz?” şeklindeki sorunuza gelince... Bilindiği gibi Markopaşa, ünlü bir Osmanlı Paşası. O zamanlar, derdini dile getirecek merci bulamayanlara, “Derdini Markopaşa’ya anlat” derlermiş. Markopaşa, sorunları çözmezmiş ama karşısındakini sabırla dinlermiş. Bu da, ona gidenleri rahatlatırmış. Günümüzde insanların derdini, televizyonda Müge Anlı’ya anlatması; ya da Güzin Abla’ya yazması, Markopaşa’ya duyulan ihtiyacın devam ettiğini gösteriyor. Neyse ki, Müge Anlı, bazı vatandaşların sorunlarını çözüyor... Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Eklemek istediğiniz bir şey varsa seve seve yayımlarız. Bana zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Güzel ve faydalı bir söyleşi oldu. Bu sıkıntılı günlerin, mizahla atlatılabileceğini düşünüyorum. Çünkü mizahta, yaşama sevinci ve umut var. ‘Korona Müfettişi’ni okuyan, küfürsüz mizahın iyileştirici gücünü hissedecek. Herkesin, mizahla ve sağlıkla kalmasını diliyorum.