İnsan; eşini, arkadaşını, anne ve babasını, evladını kandırabilir. Ancak o insan için en kötüsü, kendisini kandırmaktır. Hatta bu kandırmacayı ısrarla sürdürüyorsa, durum daha acınası bir hâl alır…...

İnsan; eşini, arkadaşını, anne ve babasını, evladını kandırabilir. Ancak o insan için en kötüsü, kendisini kandırmaktır. Hatta bu kandırmacayı ısrarla sürdürüyorsa, durum daha acınası bir hâl alır… Sözü uzatmak istemiyorum. Son aylarda tansiyonu artan iç ve dış politikamız, hiç kuşkumuz olmasın, ekonomimizi de yakından etkiliyor. Bu etkinin dozunun, bana göre en geç gelecek sene yapılacağı belli olan erken seçime kadar daha da artacağına emin olabilirsiniz. Kendimizi kandırmaya gerek yok. Herkes bize düşman… Kimse bizi sevmiyor… Gelişmemizi istemiyorlar… Üst akıl hep devrede, hep birileri bizim kuyumuzu kazıyor… “Değerli bir yalnızlık” içindeyiz… Bizim bizden başka dostumuz yok… Kulağınıza tanıdık gelen cümleler bunlar. Madem bizi her daim yönetmek isteyen, gelişmemizi istemeyen bir “üst akıl” var; o halde kendi kafamızı, yani aklımızı kullanalım da üst akılın bize zarar vermesine engel olalım. KENDİMİZİ KANDIRIYORUZ Bakınız… Dünya, gıda savaşlarına doğru büyük bir hızla ilerliyor. Ülkeler, nüfusu ve beslenme gereksinimleri artan halklarının sağlıklı gıdaya erişebilmeleri için milyarlarca doları bir çırpıda harcıyor. En gelişmiş silah sistemlerini, cebinizde para olduktan sonra dünyanın her yerinden bulabilirsiniz. Ama gıdada işin rengi başka. İşte son bir yılda yaşadığımız pandemi. Zoru gören ülkeler derhal sınırlarını gıda ihracatına kapatarak, “Önce benim ülkem, önce benim üreticim, önce benim vatandaşım” demeye başladı. Çin, coğrafi olarak dünyanın en büyük ülkelerinden biri olmasına rağmen, Afrika’da tarım üretimi yapmak için milyonlarca dönüm araziyi kiralıyor. ABD’nin yeni başkanı Biden’ın seçim vaatleri arasında –pek çoğumuzun dikkatini çekmese de- ABD çiftçisinin refah düzeyinin yükselmesi için sübvansiyonların artırılması başı çekiyor. “Konya kadar ülke bize nasıl kafa tutar?” diye küçümsediğimiz Hollanda, tarımda tüm dünyanın şapka çıkardığı bir başarının mimarı. 20 yıl öncesine kadar “tarımda kendi kendisine yetebilen ülke” tanımlamasını hak eden Türkiye, şimdi nasıl oldu da samanı, eti, sığırı, pamuğu, mısırı, mercimeği ve pek çok temel tarım ürününü ithal eder nokta geldi? Bu da mı üst aklın eseri? Gereken öz değerlendirmeyi yapmaz ve kendimizi kandırmayı sürdürürsek, bugünlerimizi de arayabiliriz. Kıt olan ve katma değeri düşük ihracat malları ile kazandığımız dövizi, et ithalatı için harcamak, kimse kusura bakmasın akıllı adamların yapacağı iş değil. Dolayısıyla “üst akıl” diyerek, ne olduğu, kim olduğu belirsiz adreslere gönderme yapmaya gerek yok. Gülünç oluyoruz… 2050’DE 10 MİLYAR NÜFUS Siyasi tartışma yapmak bu sütunların işi değil. O işleri benden daha iyi yapacak sayfa komşularım var. Ben, Hollanda ve İsrail örneklerinden yola çıkarak; akıl ve bilimin ışığında tarımda nasıl mucizeler yaratıldığını birkaç rakam eşliğinde özetleyeyim sizlere. Ve bakın bakalım, ülkeler gıda savaşlarına bugünden nasıl hazırlanıyor… İstatistiki veriler, bugün 8 milyara dayanan dünya nüfusunun 2050 yılında 10 milyarı geçeceğini gösteriyor. Lütfen sıkı durun! Önümüzdeki 30 yılda, “her dakika” ekilebilir arazinin 27 hektarı kaybedilecek. Dünya nüfusunun yaklaşık %40'ı susuzluk riskiyle karşı karşıya kalacak. Artan nüfusla birlikte bugünden en az iki kat fazla gıda üretimine ihtiyaç duyulacak. Gıda savaşlarının temelinde bu öngörü yatıyor kuşkusuz. Tarım ihracatında dünyanın ilk 10 ülkesinin, aynı zamanda en kalkınmış ülkeler olması elbette tesadüf değil. Bu ülkelerin ekonomilerinde tarımın çok önemli bir payı olmamasına rağmen; verimli, sistemli ve teknolojik üretimle dünya tarım ihracatında söz sahibi olabiliyorlar. İşte onlardan biri, son yıllarda adını sıkça telaffuz ettiğimiz Hollanda… EVET, KONYA KADAR… Türkiye yüzölçümünün yedide biri, yani coğrafi olarak en büyük kentimiz Konya kadar bir ülke Hollanda. Türkiye nüfusunun kabaca beşte biri kadar (18 milyon), yani İstanbul’dan biraz daha fazla bir nüfusa sahip. Ve en önemlisi eksi 1-1.5 metre kotunda, yani deniz seviyesinin altında bir ülke. Tarım arazilerinin çok önemli bir bölümü deniz doldurularak elde edilmiş. Ancak dünyada, kendisinden kat be kat büyük olan Amerika’dan sonra tarım ihracatında ikinci sırada. Nüfusu Türkiye’nin yaklaşık beşte biri olmasına rağmen, 2020 yılında tarım ihracatı yeni bir rekora imza atarak 95,6 milyar Euro’ya (116,3 milyar dolar) ulaştı. (Kaynak: Bloomberg Haber Ajansı) 84 milyon nüfusu olan Türkiye’de ise bu rakam 2020 sonu itibarıyla 20,7 milyar dolar. Yüzölçümü Türkiye’nin yedide biri, nüfusu beşte biri olan bir ülke; nasıl tarım ihracatında bize 5,6 kat fak atabilir? A evet, bu hezimetin de sorumlusu şu Allah’ın cezası “üst akıl” değil mi? Devam edelim… Dünya üzerinde domates, salatalık ve biber ihracatının üçte biri Hollanda’dan yapılıyor. Biyoçeşitliliği Avrupa’da en az olan ülke olan Hollanda’nın tarım ihracatının büyük bir kısmını tohum oluşturuyor. Üretici-devlet-özel sektör ortaklığı ile tarım ve bahçe bitkileri sektöründeki işletme sayısı 70 bini aşan Hollanda'nın sadece en büyük 5 tarımsal ihracat ürününün toplam değeri 34,8 milyar Euro'yu buluyor. Nesilden nesile çiftçilik devam ettiriliyor. Süs bitkileri ve sebze ihracatında dünya lideri, et ihracatında dünya dördüncüsü, süt ve süt ürünlerinde dünya üçüncüsü, sıvı ve katı yağ ihracatında ise dünya ikincisi konumda. Anadolu’da hayvancılık yapanların çok yakından tanıdığı ve “siyah alaca” olarak bildikleri Holstein inekleri, günde ortalama 70 litre süt verebiliyor. BAŞARININ SIRRI… Dünyanın en büyük ve en eski tarım üniversitesi olan Wageningen Üniversitesi ve Araştırma Merkezi geçen yüzyılın başından beri tarım üretiminin artırılması için bilimsel bilgi üretiyor. Bu akıl almaz başarının altında, ileri teknoloji, Ar-Ge, kooperatifleşme, pazarlama politikaları, uzun vadeli-sürdürülebilir tarım politikaları, eğitim ve uzmanlaşma yatıyor. Ülkedeki uzun vadeli tarım politikalarının odak noktası, “en az girdi ile en fazla ürün alarak verimi artırmak” olarak özetleniyor. Hollanda ekonomisi içinde tarımın payının sadece yüzde 2 olduğunu söylesem, herhalde inanmazsınız. Bizde ise bu oran halen yüzde 20 seviyesinde. Dünya cenneti topraklara sahip ülkemizin, bu başarı öyküsünden alacağı çok ders olduğu aşikâr. Ha bu arada unutmayalım, Hollanda’nın milli geliri 2019 sonu rakamları ile 52 bin 448 dolar. Bizimki ise son revizyonlarla ancak 8 bin 600 dolar düzeyine, yani Hollanda’nın yaklaşık beşte birine gerilemiş durumda. 2000’Lİ YILLARDAKİ YAHUDİ KOMÜNİZMİ: KİBBUTZ’LAR Okurlarımın sabrını zorlamadan, tarımda bir başka mucizenin sahibi İsrail’den de birkaç örnek vermek istiyorum. İsrail, Hollanda’dan daha farklı bir yol izleyerek, tarımda kendisine özgü bir model geliştirmiş. Türkiye yüzölçümünün sadece yüzde 3,5’i; yani Antalya kadar olan bu ülkenin topraklarının sadece yüzde 20’si tarıma elverişli. Yaklaşık 8 milyonluk nüfusa sahip İsrail’in toprakları yılda ancak 2-3 kez yağmur alıyor. Deniz suyu arıtılarak topraklar sulanıyor. Buna karşın tarım ve hayvancılıkta en yüksek verimi elde eden İsrail, tohumculukta adeta dünyanın dümenini elinde tutuyor. Özel üretilen çekirdeksiz ürün tohumlarında dünyanın en büyük ihracatçısı olan İsrail bu başarısını, bilimsel altyapısına ve tarım örgütlenmesine borçlu. “Kibbutz” adını verdikleri örgütlenme biçiminde; üretimden, ailelerin çocuklarının bakımına kadar birçok yaşam koşullarının toplu olarak düzenlendiği tarımsal bir köy modeli geçerli. KÖY ENSTİTÜLERİ GİBİ Bizim 1950’li yıllarda kapısına kilit vurduğumuz Köy Enstitüleri’ne çok benzeyen bir modelden söz ediyoruz. Üretimde örgütlenmenin sağlandığı yerler olan Kibbutz’larda çiftçi aileler eşit bir şekilde ödüllendiriliyor, ihtiyaca göre üretim ve tüketim paylaştırılıyor, üretimde katkı ve kimyasal maddeler asla kullanılmıyor. Her bölgede farklı stratejik ürün üretiliyor. 100 bin nüfuslu yaklaşık 250 Kibbutz’da ticari faaliyetler kooperatif benzeri bir yapı aracılığıyla yapılıyor. Ülkenin ekonomisinde tarımın payı sadece yüzde 2.2 olurken, kişi başına milli geliri ise 2016 sonu rakamları ile 43 bin 650 dolar düzeyinde. Hâl böyle olunca güzel ülkemiz, İsrail’den aldığı 1 kilogram tohumun parasını ancak 13 ton sebze satarak ödeyebiliyor. Hülasa, şapkamızı önümüze koyarak düşünmemiz; bilim, teknoloji, Ar-Ge ve inovasyonun bir ülkenin kaderini nasıl değiştirdiğini görmemiz gerekiyor. Topraklarının büyük bölümü tarıma elverişli olan ve dört mevsim ürün alınabilen Türkiye, kafasını kullandığı ve “kendisini kandırmadığı” an, nasıl bir potansiyeli harekete geçirebileceğini görmeli. Beğensek de beğenmesek de durumun özeti bu…  

EKONOMİDE TEMEL SORUN: İNANDIRICILIK

Tarih: 1 Haziran 2021 Vakitler gece yarısına yaklaşıyor. Baygın gözlerle kanallar arasında zap yaparken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın TRT kanallarında ortak yayınlanan söyleşisine denk geliyorum. Ekonomi üzerine analizler yapan Erdoğan’ın ne diyeceğini merak ettiğim için biraz kulak kabartıyorum. Sayın Cumhurbaşkanı’na sorulan sorulardan, herkesin rolüne iyi hazırlandığı çok belli. Soru soranlardan biri, lafı usulca Merkez Bankası’nın yüzde 19 seviyesindeki politika faizine getiriyor. Erdoğan’dan “ Merkez Bankası Başkanım ile görüştüm.” cümlesini işitince, baygın gözlerim açılmaya başlıyor. 45 DAKİKADA 20 KURUŞ Sayın Cumhurbaşkanımız iki elini öne uzatarak, “Bizim faizi düşürmemiz şart. Onun için de temmuz, ağustos buraları bulacağız ki faiz düşmeye başlasın. Faiz yükünü yatırımların üzerinden kaldırırsak, maliyetlerin üzerinden kaldırırsak,  maliyet enflasyonunu tetikleyen faiz olduğu için orada da bir rahatlama dönemine girmiş olacağız” cümlesi ile devam ediyor. Bu cümle ağızdan çıktığı anda, saat farkı nedeniyle işlemlere açık olan Asya piyasalarında TL satış dalgası gelmeye başlıyor ve aynı ekranın sol alt köşesinde yer alan döviz kuru seviyesi yaklaşık 45 dakika içinde 8,57 seviyesinden 8,81 seviyesine kadar çıkıyor ve sonrasında 8,77 seviyesinde dengeleniyor. 45 dakikada 20 kuruşluk artışın, Türkiye’nin 450 milyar dolar seviyesindeki dış borcunun TL karşılığına yansıması tamı tamına 90 milyar TL’yi buluyor. Cumhurbaşkanı’nın bu açıklaması, Merkez Bankası’nın “hâlâ yürürlükte olan” ve özerk yapısını güvence altına alan kuruluş yasasına da tam bir aykırılık içeriyor. Bıraktım Cumhurbaşkanı’nı, Türkiye’de herhangi bir kişi ya da kuruluşun Merkez Bankası’nın özerkliğine zarar verici, Başkanına emir ve talimat anlamına gelecek cümleler kurması açıkça bir suç! Ama ne gam… ERTESİ GÜN MB AÇIKLAMASI Tarih: 2 Haziran 2021 Oldukça pahalıya mal olan bu TV programının sabahında herkes, özerkliği tamamen kağıt üzerinde olan Merkez Bankası’nın ne yapacağına dikkat kesiliyor. Bir önceki gece yapılan açıklamaların gerginliği üzerine açılan piyasalarda dolar kuru tarihi zirveleri test etmeyi sürdürüyor… Derken aynı günün öğle saatlerinde, Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun açıklaması ekranlara düşüyor. “Enflasyonda yüzde 5 hedefi yakalanana kadar politika faizinin, gerçekleşmiş ve beklenen enflasyonunun üzerinde oluşacağını” diyor Sayın Başkan… Kendisini göreve getiren Cumhurbaşkanı’nın hem bir gece önceki açıklamalarına hem de “Faiz sebeptir, enflasyon sonuç” cümlesiyle özetlenen veciz ekonomi teorisine yüz seksen derece zıt bir açıklama yapabiliyor. Bu açıklamanın zevahiri kurtarmak için yapıldığı çok açık. Hem piyasalar hem de Merkez Bankası, gerçeğin böyle olmadığını buz gibi biliyor. Ancak TRT ekranlarında soru soranlar gibi herkes sahteliği paçalardan akan rolünü benimsiyor ve oynamakta tereddüt etmiyor. Etmiyor da ne oluyor? Temelinde “inandırıcılık sorunu” yatan bu durumun çözümü de, o çözümü kimin uygulayacağı da bilinmiyor. Su içinde 2 trilyon dolar milli gelir üretmesi gereken bir ülke, bunun ancak üçte birini “başarı” sayan ve her geçen gün yoksullaşarak bilinmezliğe doğru koşar adım ilerlemeye devam ediyor…  

ATLARA ÂŞIK BİR ADAM: MUSTAFA KEMAL

Yıl 1913. Balkan Savaşı bütün karanlığı ile sürüyor ve ata yadigârı topraklar, beceriksiz ve ihtiraslarının kurbanı olan Osmanlı yönetimi tarafından birer birer kaybediliyor. Osmanlı ordusunda atlar, süvari alaylarının vazgeçilmezleri arasında. Çanakkale’de atlar için kurulan Sıhhıye teşkilatına, dünya güzeli bir tay getiriliyor. O yıllarda binbaşı rütbesinde olan Mustafa Kemal’in tayı, hemen muayeneye alınıyor ama veterinerler için yapacak pek fazla bir şey kalmadığı anlaşılıyor. Ruam hastalığına yakalanan tay derhal tecrit ediliyor ve zaman kaybedilmeden itlaf edilmesi gerekiyor. Haberi alan Mustafa Kemal derhal sıhhiyeye geliyor ve tayını son bir kez görmek istiyor. Veterinerlerin ısrarlı ikazlarına ve hastalığın hem hayvanlara hem de insanlara bulaşıcı olduğunu bilmesine rağmen sahibini görünce sevinen tayını son bir kez öpmek istiyor. Veterinerler eldiven takması, sonrasında ise eldiveni antiseptiğe sokması şartıyla sadece okşamasına izin veriyorlar. Mustafa Kemal bu şartı kabul ediyor, eldiveni takıyor ve tayını doya doya okşuyor. Sonrasında eldiveni uzatıyor ve veterinerin antiseptiğe batırmasını gördükten sonra soruyor: -Artık mikroplar kalmadı değil mi? -Kalmadı Binbaşım -O halde eldivenleri bana veriniz. Atımdan kalan son hatırayı saklamak istiyorum. Islak eldivenleri alan Binbaşı Mustafa Kemal, ıslak gözlerle çadırdan uzaklaşıyor… HAFTANIN SÖZÜ Bir kuzunun komuta ettiği aslanlar ordusu beni korkutmaz. Ama aynı şeyi bir aslan tarafından komuta edilen kuzu ordusu için söyleyemem. Büyük İskender