Kıldan ince, kılıçtan keskin günlerin içerisindeyiz. Bu bir savaş, neyin diyetini ödediğimizi dahi bilmediğimiz bir savaş. Sinsi bir casus gibi etrafımızı kuşatan düşmanımız hakkında bildiğimiz tek bi...

Kıldan ince, kılıçtan keskin günlerin içerisindeyiz. Bu bir savaş, neyin diyetini ödediğimizi dahi bilmediğimiz bir savaş. Sinsi bir casus gibi etrafımızı kuşatan düşmanımız hakkında bildiğimiz tek bir gerçek var. O da ölümcül oluşu.   'Düşmanını uzak yerde arama' derler, bizimkisi uzak doğudan çıktı geldi. Tek başlarına bir varlık da gösteremiyorlar, bir insan bedenine tüneyip, asalak gibi kanımızı emiyor, 14 gün sırtımızdan geçinip sonrasında da soluğumuzu kesiyorlar.   Düşmanımız kendisini karanlıkta saklıyor olsa da yakın zamanda yapılan çalışmalar, onunla baş etmemiz için birazda olsa bizlere rota belirliyor. Karton üzerinde bir günden fazla tutunamıyor. Fakat çelik ve plastikte iki ya da üç gün tutunuyor. Giysi ve kumaşlarda 3 saat tutunuyor. Karanlığı ve nemli ortamı çok seviyor. Kalabalık ortamlara dadanıyor.   Drakula'nın dişleri gibi, sivri uçlu yapıya sahip olan 'Korona Virüsü'nün en kırılgan tarafı, sabundan nefret etmesi. Peki, niçin biliyor musunuz? At kestanesine de benzeyen virüsün etrafı, yağlı lipit molekül ile çevrili. Bu yağlı tabakaya virüsün zırhı da diyebiliriz. O da, sabunla kolayca parçalandığından, 20 saniyede düşmanınızı avucunuzun içerisine alabilir, su ile yok edebilirsiniz demektir. Peki, ya elinizi yıkamadınız? Marketten aldığınız bal kavanozu da azıcık sızdırmış. Şöyle bir parmağınızla sıyırdınız. Öyle ya, 'bal tutan, parmağını yalarmış', eyvah işte düşman vücudunuza kapaklandı.   Önce hücreleri öldürüyor, pul pul dökülen ölü hücreler, solunum yollarınıza yığılıyor. Oradan akciğerlere taşınıyor. Burada, sıvı ile buluşan ölü hücreler, akciğerenizi tıkıyor, nefes almanızı zorlaştırıyor. Bu sırada vücudunuzun 'bağışıklık sistemi' dediğimiz koruma kalkanımız, düşmana karşı savaşa geçiyor. Ateş, iltihap ne varsa insansız hava araçları ile gönderiyor. Bazen çıldırma noktasına gelen kalkanımız, düşmanla baş edemiyor ve kendi bedeninize düşmandan daha fazla hasar veriyor.   Tabii bu her vaka için geçerli değil, ekstrem durumu olanlar için. Amerikalı bilim adamlarının açıklamalarına göre; kan damarları savunma hücrelerinin enfeksiyon bölgesine ulaşması için açılıyor. Bu iyi bir şey ama damarlar fazla sızdırmaya başlıyor. Akciğerler de daha fazla sıvı ile doluyor. Bu zararlı aşırı tepkilere de 'sitokin fırtınası' deniliyor. Bu nedenle de bağışıklık sisteminizin güçlü olmasının önemini vurguluyorlar.   Bütün Dünya'yı ablukasına alan bu virüs, elbette bilim karşısında yenik düşecektir. Ama biz insanoğluna da mesajı çok sert olmuştur.   Artık şapkayı önümüze koyup, düşünme vakti gelmiştir.   Atatürk'ün de belirttiği gibi, 'Toplumu gerçek amacına, gerçek mutluluğuna ulaştırmak için iki orduya gerek vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran bilim ordusudur. Bu ordulardan her ikisi de aynı derece gerekli, kıymetlidir, her ikisi de hayatidir. Ancak bilim ordusunun kıymet ve kutsallığın ı anlatmak için şunu söyleyeyim ki, bilim ordusu, ölen ve öldüren birinci orduya, niçin ölüp, niçin öldürdüğünü öğreten ordudur.'   Gelgelelim Atatürk'ün 100 yıl önceki bilime bakış açısından eser kalmamış. Bilim, ilim ve irfandan anlayışımız dilek, temenni, el açıp yakarmanın ötesine geçememiştir.   Her şeyi yasaklayan Hükümet, bir türlü sokağa çıkma yasağı uygulamadı. ‘Gönüllü karantina uygulayın’ dedi. Salgın hastalık ile baş etmek gönüllü olanların işi mi? Umreden dönen, karantinadan kaçmak isteyen gönülsüzler ne olacak? Ya, asgari ücretle çalışan nasıl gönüllü olacak?   Kastettikleri şu ki; Devlet’ten tasarruf beklemeyin. Çünkü ‘itibardan tasarruf olmaz’, ‘evde kal’ diyorlar. Bırak evde kalmayı, hayatta kalsak bari...   O halde ne yapıyoruz? Kendi ‘OHAL’imizi uyguluyoruz.