Son günlerde kurduğum yeni dostluklar insanlığın ölmediğini gösterirken, içimdeki yaşam sevincini de artırıyor doğrus...

Son günlerde kurduğum yeni dostluklar insanlığın ölmediğini gösterirken, içimdeki yaşam sevincini de artırıyor doğrusu. İki yıldır süren salgın nedeniyle mekanını yaşatmak için evini barkını satan, banka kredilerini, eş dosttan aldıkları borçları ödeyemedikleri için kapanan kafe ve lokanta esnafının dertlerini dinlerim. Bu aralar evime yakın yeni açılan bir kafeye gidiyorum. Orada oturduğumda tesadüfen bir insanla tanıştım. Bizim oralardan. Siirt Eruh’un bir köyünden. Muhtarlık yapmış gün görmüş bir abimiz. Mütevazi hatır şinas. Sohbet sırasında mekânın çocuklarına ait olduğunu öğreniyorum. Karşıda manav dükkanları da var. Sohbet derinleşince adının Abdullah Sain olduğunu öğreniyorum. Abdullah abi bir çırpıda manava gidiyor elinde bardacık inciri ve üzüm dolu tabakla dönüyor. İkram ediyor. Anlaşılan beni çok sevmiş. Kasaya hesap ödemeye yöneliyorum, “İki çay, bir su içtin hesap ödeyemezsin” diye önümde bir kale oluşturuyor. Ben ısrar ediyorum o karşı çıkıyor. Bana diyor ki “Bir dost olarak üzüm bağıma geldin ve bir salkım üzüm kopardın, o salkımın parasını mı vereceksin.” ‘Ama burası bir dükkân’ diyorum. Dinlemiyor. “Şimdi benim mahallemden birileri buraya gelecek, iki çay içecek ve ben para alacağım olur mu?” diyor. Ahh Abdullah abim, bu kokuşmuş dünyada sen nasılda bu kadar temiz kaldın diye iç geçiriyorum. İki çayın değil bir çayın faturasını günler sonra önüne koyanların olduğu bu zamanda senin ellerinden öpülmez mi? Bu güzel insanlık dersini Rize Güneysu ilçesinin bir köyünden olan komşum olan Hasan Ustaoğlu ile paylaşıyorum. Onun anlattıkları karşısında yaşama sevincim biraz daha artıyor. Hasan abimin köyünde evin kapıları kilitlenmezmiş. Kilitledikleri zaman çok ayıp karşılanırmış. Konu komşu biz hırsız mıyız diye ayıplarlarmış. Ben kendimi rüyada sandım. Konya’da öğretmenlik yaptığım zamanlarda söylenirdi hep. Cuma günleri namaza giden esnaf kepenkleri kapatmadan gidiyormuş. O anlatılanlara bakıyorum, bir de yaşadıklarımıza. İnsanın inanası gelmiyor. Çelik kapıları bile kırıp açanları, mezarlık kapısını söküp satanları, kendisine teslim edilen emanete hıyanet eden yöneticileri … GÜVEN Çocukluğumdan hatırlıyorum. Bizim orada kamyonlar, yolcu otobüsleri alınır satılırken senet bile düzenlenmiyordu. Şimdi senet düzenlense bile, çek verilse bile güven duyulmuyor. Değişen sistem değil, insanlık. Değerlerimizi bir bir kaybettik. Birilerinin zenginlik, üstünlük hırsı toplumun değer yargılarını alt üst etti. Geçen pazar günü sosyal medya programlarındaki 7 saatlik kesinti sanırım birçok kişinin yaşamını olumsuz etkilemiştir! Bu kesinti çözülmeseydi insanlık yeniden insani değerlerini bulabilecek miydi? Sanmıyorum. Sosyal medyaya, internette bağımlı bir toplum olduk. Dijital çağın olumlu yönlerinin de olduğunu inkâr edemem ama insani değerlere verdiği zararı da inkâr edilemez. Çocuğunun, eşinin veya dostunun telefon numarasını kaç kişi aklında tutuyor? Bu dijitalleşme insanı hantallaştırdığının resmi değil mi? Eğitim sistemini, sistemdeki sorunların çözüme kavuşturulmamasını insani değerlerin yok olmasının en büyük nedeni olarak düşünüyorum. Okullara verilen/verilecek değerler eğitiminin mutlaka güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Öğretmenlik sözleşmeli değil kadrolu olmalı. Biz değerlerimizi yitirdikçe kıyametin yaklaştığını unutmamalıyız. Eğitim bir ülkenin önceliği olmadığı sürece adalet, emniyet, sağlık… Ağır aksak yürür, toplumun sonu yakındır. İnsani değerleri yaşayabilmek için “Kendimize yapılmasını istemediğimizi, başkalarına yapmayarak” başlamak için geç kalmış sayılmayız. Öğretmenlik yıllarında öğretmenler kurulunda her zaman söylerdim “Çocuğumuza yapılmasını istemediğimizi, öğrencilerimize yapmamalıyız” Bu kent, bu ülke, bu dünya bizim. Barış ve kardeşlik duyguları ile mutlu yaşamak hepimizin hakkı. Egolarımızdan sıyrılırsak, içimizdeki şeytanı yenersek bu güzel yaşama kavuşuruz.