“Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında” Kafka Şairlikten ve ölümden birlikte söz edildiği bir yerde, sanırım konuya Cahit Sıtkı Tarancı’yla başlama...

Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında” Kafka Şairlikten ve ölümden birlikte söz edildiği bir yerde, sanırım konuya Cahit Sıtkı Tarancı’yla başlamak gerek. Hani neredeyse yazdığı bütün şiirlerinin ortak imgesi ölümken; bir hayatın güzelliğine yaslanarak ölüme göndermeler yapan, doğrudan ölüme seslenen şiirleriyle kabul etmişliğini ve çaresizliğini ortaya koyan Cahit Sıtkı, kimi şiirleriyle de zekâ dolu bir kandırmayla ölümü küçümsemiştir. “Ben ölürsem ölürüm bir şey değil; / Ne olursa garip eşyama olur./ Bir hayır sahibi çıkar mı dersin, mektuplarımı iade edecek? / Ya kitaplarım, ya şiir defterim? / Yanarım bakkal eline düşerse. / Kimbilir bu döşekte kimler yatar, / Hangi rüyaları örter bu yorgan! El sırtında böyle zarif duramaz, ısmarlamadır elbisem, pardesüm; / Her ayağa göre değil kunduram; / Bu kravat ben bağladıkça güzeldir; / Bu şapkayı kimse böyle giyemez.” Bu duyarlılık, bu hayatın içinde olma hali bile ölümü hafızasından uzaklaştıramamış ve bazen kapısında bekleyen sabırsız bir at, bazen herkesin kellesinin içine düştüğü bir torba olarak işlemiştir ölümü fantazyasında. Ne ondan uzaklaşabilmiştir ne de tamamıyla bir kabul edişin sancısını sindirebilmiştir içine. “Renkler çekildi işte simsiyah bir saraya; / Birbirine müsavi artık herşey: Gecedir. / Geldi minarelerle kuyular bir hizaya; / Ya herşey dev gibidir, yahut herşey cücedir. ( ... ) Bir torba tutmuş gibi boşlukta bir el güya / Gülen, ağlayan başlar düştü aynı torbaya; / Gece bir sebep değil, belki bir neticedir.” Cahit Sıtkı yaşamı öyle sıkı tutan bir şairdir ki aslında. Onun kadar sade, onu kadar yaşayan, onun kadar samimi hayat şiirleri yazan çok şair yoktur. Ya da şöyle demek daha doğru olacak sanırım: O, hayatın içinde olduğu 46 yıllık kısa zamanda, hayatın sonsuzluk anahtarını bulmuştu. Yoksa bu dizeleri yazması mümkün müdür? “Bugün masal değil / Masaldan daha güzel, gerçek; / Bugün yeryüzünde olduğum gün! ( ... ) Faniliğinde ömrün / Herkes gibi dertli, / Ümitli herkes kadar; / Ne de olsa memnun yaşamaktan. Bak nasıl adım atıyorum, / Rakı içercesine, / Yâri öpercesine. / Sarhoş öylesine./ Kim bana söyleyebilir, / Bulutlar mı geçiyor başımın üstünden, / Ben mi gidiyorum bulutlar altında?” Böylesi coşkun bir şairin, ölüm korkusuyla anılıyor olmasına her zaman içerlemişimdir. Evet, ölüm imgesini çok kullanmıştır; ancak kimse ona ‘’ölüm korkusuyla’’ bir hayat sürdüğünü söylememelidir. O ki; hangi kuşun hangi iklimden geldiğini, tüylerinin renginden bilen şairdir: ‘’Tüylerinin renginden bilirim / Hangi kuş hangi iklimden gelir; /Aşkımı kuşlara sor sevgilim; / Öleceğim günü onlar bilir.’’ Türk edebiyatında “ölüm imgesinin en güçlü şairi” yerine belki de Tarancı’ya Türk edebiyatının Verlaine’ı demeliyiz. Çünkü kendisinin de şiirlerinde dediği gibi, içki ve kumarla geçirilen bir hayat, ardından ölümüne çok az bir zaman kala tövbe etmesi, “Sözcükleri okşayın ve yeter ki onları mısranın en yakışan yerine koyun. Çünkü sözcükler ağlar, güler” diyerek hem taşıdığı derin şiir kültürü hem de getirdiği yepyeni solukla adı asla ölümün şairi diye anılmamalıdır diyorum ben. Zaten ölümün şairi de ne demekmiş? Olur mu öyle şey? Şair ya da sanatçıların tümü ölümün üstüne gittikleri için sonsuzluğu anlatıp durmaz mı bizlere? Onlar yüreklerini avucunda gezdiren; bazen dalga geçen, en çok acı ve ıstırapla konukluklarını zamanın ötelerine taşıyan insanlar değiller midir? Örneğin, tarihe “aşkın ve ıstırabın şairi” diye geçen Fuzulî’nin unutulmaz “Su Kasidesi”nde sözü edilen aşk imgesinin benzeri asırlardır yazılamamıştır. Ne diyordu Fuzulî: “Suya versün bağban gülzarı / Zahmet çekmesün. / Bir gül açılmaz yüzün-tek / Verse bir gülzâre su. (...) Dest-bûsi arzusuyla ölürsem dostlar / Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su.” (*Türkçesi; “Bahçıvan gül bahçesini sele verse ne olur?/ Boşuna yormasın kendini/ Bin gül bahçesine su verse boşuna/ Onların hiçbirinde senin yüzün gibi bir gül açılmaz./ ... Dostlar, sevgilinin elini öpmek arzusuyla ölürsem/ Toprağımdan yapılan su kabıyla su verin ona.” Fuzulî( ? – 1556) Bu yoğun aşkı 500 senedir hissettiren bir şair, elbetteki ölüm fantazyalarının üstüne çıkmış ve ölümün adıyla aynı yere yakıştırılamayan bir pâye ile anılacaktır. Oysaki Fuzulî’nin ızdırap dolu hayatını okuduktan sonra, atmış yılın üstünde sürdüğü sanılan ömründe çektiği acılara rağmen yine de aşk diyebilmesi gücüne şaşırmamak elde değil. Böyle bir hayat, savrulmuş, dağılmış ve umutsuzluk getirir diye düşünülür. Hani çok da yanlış bir yargı değildir bu. Hakkı olan dokuz akçe yardımı bile alamadığı söylenir. Oysa hayır, biliyoruz ki hayır. Onlar; ölümlerini bile yaşar kılmak için kullanırlar. Aynen Fuzuli’nin “Gazel”inde dediği gibi: “Çıhsa can çıhman tarîk-i aşkdan / Reh-güzâr-ı ehl-i aşk üzre kılun medfen mana.” (*Türkçesi; ”Canım çıksa da aşk yolundan dönmem. / Âşıkların geçtiği yolda bir mezar yapın bana.”) Şimdi Fuzulî ölü bir şair midir sizce? Asla. Ancak bildiğimiz gibi ölüm fantazyasında mezarının bile inandığı hayat görüşüne hizmet etmesini diliyor: “Âşıkların geçtiği yolda bir mezar yapın bana.” Aslında diğer bütün şairler de Fuzulî gibi aşkın şairidir. Çünkü sözü edilen aşk cinslerin birbirine duyduğu şeyden çok daha büyük, çok daha derin bir şeydir. Yani hayattır. Ümit Yaşar Oğuzcan, “Kadınlara Sone” adlı şiirinde ölüm, kadın ve aşk üzerine unutulmaz dizeler bırakırken Fuzulî’den çok farklı şeyler söylememiştir aslında. “Ben akıllı kadınları severim. / Düşünen, az konuşan, çok bilen. / Her yerde, her zaman nazı çekilen. / Hem nasıl severim, öyle severim işte. / İçimde büyük, sonsuz ateşler yanmalı. / Ölümüm bile o kadın yüzünden olmalı.” Şairdir, ölümden korkar mı? İnsandır, korkar. Hem insandır, hem şair. Hem ölümden korkar, hem meydan okur, dalaşır ölümle. Pek gidesi yoktur öbür tarafa. Hayat güzeldir çünkü. “Ne ölümden korkmak ayıp / Ne de düşünmek ölümü” der insan. Ama hemen ardından ekler şair: “Fakat emin ol ki sevgili, / Zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli / geçirecekse eğer ipi boğazıma,/ mavi gözlerinde korkuyu görmek için / boşuna bakacaklar Nâzım’a. / Ben alacakaranlığında son sabahımın / dostlarımı ve seni göreceğim / ve yalnız / yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim.” (Karıma Mektup’tan) Nâzım’ın üzüntüsünü duyduğu “yarım kalmış bir şarkının acısı”dır. Yani daha doymadığı ve hiç de doymayacağı yaşamanın böylesi adaletsiz, böylesi puslu ve acılar hasretler içinde tamamlanacağını bilmenin kederi içindedir şair. Yoksa ölüm nasıl olsa gelecek bir gün. Ona karşı durmak ya da ondan korkmak neyi değiştirir? Çünkü şair bilir: Ölüm yaşayanlara aittir. Yaşamı zengin kılar şair. Ölümü ve hatta ölümünü katıp önüne, diğer şairlerin toplandığı ölümsüzlük dağına sürer sözcüklerini. Nâzım, bu coşkun çıkışında her ne kadar ölüme korkusuz bir tavırla diklense de “yarım kalmışların” acısını hisseder derinliğinde. Aslında gitmek istememesinin bir diğer adıdır bu. Yapacak işi vardır daha. Doymamıştır, doyamamıştır hayata. Ve gidecekse aniden gitmelidir şair. Çünkü hayattan yavaş yavaş ayrılmak iki kere ölmektir şair için. Nâzım mutlu bir ölümle ayrıldı çok sevdiği hayattan. Bir sabah gazete alırken, aniden kalbi duruvermişti 1963’ün, 3 Haziran’ında. “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” demişti bir şiirinde. “Bir çınarın altına. Taş maş da istemez hani.” Sonra yıllar geçti. Ağırlaştı yaşamak. Ama asla yaşlanmadı yüreği. Şairlerin yüreği hiç yaşlanmaz ki zaten. Ruhun elbisesi bedenler yaşlanır sadece. 12 Nisan 1963. Yani o bilmediği ama artık neredeyse beklediği ölümünden sadece 51 gün önce şöyle yazmıştı Nâzım: “Bizim avludan mı kalkacak cenazem? / Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan? / Asansöre sığmaz tabut, / Merdivenlerse daracık. / Belki avluda diz boyu güneş ve güvercinler olacak,/ Belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,/ Belki ıslak asfaltıyla yağmur./ Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi. / Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem, / Bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden: uğurdur./ Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma, / Meraklıdır ölülere çocuklar./ Bakacak arkamdan mutfak penceremiz./ Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla./ Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar. / Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize.’’ (Cenaze Merasimim) Nâzım, ölümünün bütün dünya ölümleri olduğunu düşünebilir. Yaşarken ardında bıraktığı ölümlerin gerçekten ölmekten hiç de farklı olmadığını... Ve belki bu onun hakkıdır da. 1959 tarihli bir şiirinde dediği gibi: “Yeryüzüne tohum gibi saçmışım ölülerimi, / Kimi Odesa’da yatar, kimi İstanbul’da, Pırağ’da kimi. / En sevdiğim memleket yeryüzüdür. / Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.” Kimi şairler de var ki, her şeyle, herkesle ve hatta ölümle bile alay ederler. Belki de ölümü abartmaktan daha iyidir bu yöntem. Orhon Murad Arıburnu, edebiyat tarihimizin çılgın ama bir o kadar renkli, alaycı, hüzünlü yazarlarından biridir. Hoş, şimdilerin gençliği pek tanımıyor Orhon Murad Arıburnu’nu. Ama bunun ne denli ciddi bir kayıp olduğunu anladıkları zaman umarım çok geç kalmış olmazlar. Neden mi? Anlatayım: Orhon Murad Arıburnu, bir gün dâhi bir nur ışığıyla, Beyoğlu’nda bir mobilya mağazasında şiir sergisi açmış. Ve serginin daracık giriş kapısına da insanın beline ancak gelebilecek yükseklikte bir kurdela bağlayarak, insanların iki büklüm eğilerek içeri girmesini sağlamış. Neden mi iki büklüm eğilerek? Çünkü ona göre şiirin önünde ancak böyle bir saygıyla bulunulabilinirmiş de ondan. Günümüzde neredeyse “kutsanma” noktasına gelen “cehaletimiz”, çok geçerli gibi görünen bir maskeyle desteklenerek, okuma ve araştırma kültürü erozyona uğratılmakta. Maske, süregelen yaşam koşullarının zorluğu. Neymiş efendim, kitaplar çok pahalıymış. Neymiş efendim, karnını zor doyururken kim kalkıp da şiirlerle uğraşabilirmiş... Bunlar hepimiz için varolan sorunlar. Ama biz yine de denemekten yanayız. Hani belki biraz kocaman bir laf gibi de olsa: okuyan kişi karnını nasıl doyuracağını bilir de, sadece karnını doyuran kişi, yemek bittiğinde bir kez daha nasıl yemek yiyeceğini şaşırıp, istemediği bir takım durumlara düşebilir. Ya da böyle bir şeyler işte. “Birine her gün balık yedireceğine, ona balık tutmayı öğret” diyen Konfüçyüs gibi... Kendimize gelmek için ne bekliyoruz? Şu lanet tembelliğimizden kurtulmak kendi elimizde. Hem bakın, Arıburnu hocamız şu an üstümüze atılmış ölü toprağının getirdiği tembelliğimize maske ettiğimiz şeyleri öylesine güzel yazmış ki bir şiirinde; kaçacak yer bırakmamış bizleri: “Ne gam kalırdı, ne kasavet / Bir de simit ağacı olsaydı / Bizim sayılırdı saadet.” Her ne kadar kirli günler yaşasak da sanat adına, Cahit Sıtkı’nın “Robenson” şiirinde çok sert bir hicivle anlamlanan çağın gerçeklerinden kaçmak imgesini, şairlere yakıştıramamışımdır hiç bir zaman. Nasıldı “Robenson”: “Robenson, halden bilir Robenson, / Adan hâlâ batmadıysa eğer, / Alıp götürsen beni oraya, / Deniz yolu kapanmadan evvel.’’ Cahit Sıtkı, şiirinde huzurlu bir kaçmaktan ya da huzuru için kaçmaktan söz etmiyor bence. Onun dediği “dışarıdakilerin” yaşam savaşı adını verdiği, zavallı bir telaşın çaresizliğinin eleştirisidir. Dalga geçmek en doğrusu galiba. Hiç olmazsa güleriz. Gülerek koruruz korunması gereken değerlerimizi. Orhon Murad Arıburnu’nun ölümden söz ederken bile bizi gülümsetmesi kadar, yeniden dolanıveririz hayatın incecik beline. “Ekseriye sabaha karşı / Kurşuna dizilir mahkúmlar/ Bir sünger taşına döner/ Anne sütünden yapılan heykel./ Bari şu trompetler çalmasa / İnsan gürültüye gitmese.” Bir dalgacı daha var ki edebiyat tarihimizde, ‘Evlere şenlik’. Sorarlar bir gün ona: “Sana anılarını yaz deseler, neler yazarsın?” Yanıt çok nettir: “Anılar uydururum.” Şairin 1923’te bindiği hayat arabasının yakıtı 1981’de bitti. (E, dalgacı bir şairi anlatmaya hazırlanıyorum ya, böyle bir giriş yapmak daha etkili olur diye düşündüm.) Peki, bu şair neler yapmış da böyle bir sıfatla anılıyor? Ceplerini masaya boşaltması gerekmiş bir gün. Köfteler, yarısı yenmiş elmalar, ekmek parçaları filan çıkınca cebinden, masada bulunan diğerlerinin şaşkınlığını düşünebiliyor musunuz? Ya da bir şiir dinletisi için çağrıldığı Çamlıca Lisesi öğrencileriyle okulun bahçesinde “sek sek” oynaması sizce nasıl açıklanır? Sadece öğrencilerle mi? Bakın daha kimleri kendine oyun arkadaşı yapmıştır: Sait Faik Abasıyanık’ı, Haldun Taner’i. Peki, deli midir bu adam? Hayır, tabiki hayır. Sadece şairdir. Şairler hayatın içindedir. Küfür de onlarındır, sevda da. Kavga da onlarındır, cepten çıkan yarım ekmeğe köfte de. Özdemir Asaf’tan söz ediyorum. Hani ölümü bile ciddiye almayan, üzerine ağır ve asık suratlı şiirler yazmayan şairden. Peki, onun için ölümün fantazyası nasıldır? “Ölünceye kadar seni bekleyecekmişim. / Sersem! / Ben seni beklerken ölmem ki...” Söyleyecek başka söz var mı? Tabi kimi şairler biraz daha ağırbaşlıdır ölüme karşı. Kabul etmelerini filozofça da olsa dile getirirler şiirlerinde. Soğuktur bu dizeler ama önemli olanın altı yine çizilerek şekil almıştır sözler. Sabahattin Kudret Aksal’ın dediği gibi: “Ölümümüzden sonraki yokluğumuz / Düşündürür bizi. / Düşünmeyiz, / Doğumumuzdan önceki yokluğumuzu.” Şimdiye kadar dalga geçenler, meydan okuyanlar ya da kabul edenlerden söz ettik. Ortak bir yan vardı fantazyalarında: Hayata duyulan saygı. Ama kimi şairler, diğer konular hariç, iş ölüme geldiğinde biraz hırçın, biraz karışık ve hatta bundan söz etmeyi bile öfkeyle karşılamışlardır. Veriminin yüksek olduğu dönemlerde “kafa bulmuşlardır” ölümle. Ne zaman ki ölümün yaklaştığını hissetmişler, o coşku, o alay yerini hırçın dizelere ya da yorgunluğa bırakmıştır. “Uzayacağa benzer tutuştuğumuz lades./ İşi gücü bırakıp / Mezarlığa bakan bir ev tuttum. / Ölüm, sen beni aldatamazsın./ Aklımda?” diyen Behçet Necatigil bir zaman sonra : “Ölümümde odaya doluşmayın. / İçeri girmeyin. / Ne olacak gireceksiniz de? / Gitsin, / Gitsin bekleyin. / Daha belki ben ordayımdır, girmeyin. / Tozlansın hele her şey. / Görülsün istemem, nelerim varmış. / Merakınız zaten geçer, üzülmeyin.” derken sizce bilinmesini istemediği şey ne olabilir? Belki ‘Tamamlanmamış bir şarkı’dır, ne dersiniz? Hani Nâzım’ın acı içinde toprağa götüreceğini söylediği şey. Hani Cahit Sıtkı’nın, hani Fuzulî’nin doymadığı, doyamadığı... Yaşayan her şeydir belki saklanmak istenen. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” demişler ya, bunca delidolu hayatı hissedip de gitmek kolay mı? Keşke bu söz şöyle olsaydı: “Yaşamak Allah’ın emri, ölmek hiç olmasaydı.”