Geçen hafta köşemizde detaylıca yer verdiğimiz, “İzmir Adliyesi’nin karşı kaldırımında ölümle dans” haberimizin ardından kamu kurumları harekete geçmekte gecikmedi. Önce kısa bir anımsatma… 30 Ekim...

Geçen hafta köşemizde detaylıca yer verdiğimiz, “İzmir Adliyesi’nin karşı kaldırımında ölümle dans” haberimizin ardından kamu kurumları harekete geçmekte gecikmedi. Önce kısa bir anımsatma… 30 Ekim 2020 günü yaşadığımız 6,9 şiddetindeki depremde ağır hasar gören binalardan ikisi, İzmir Bölge Adliye Mahkemeleri’nin bulunduğu kompleksin Kuzey Kapısı’nın karşısında yer alıyor. 1587/1 sokakta bulunan ve Konak Belediyesi tarafından etrafı tel örgü ile çevrilerek insanların yaklaşması engellenen iki bina, adeta üflense yıkılacak durumda. Her artçı sarsıntıda beton parçaları düşen binalardan birinin altında otomobil servisi yer alıyor ve hâlâ faaliyetlerini sürdürüyor. İKİ KURUMU GÖREVE DAVET Bırakın içine girilmesini, yaklaşılmaması dahi gereken bu binalara sürekli vatandaşlar girip çıkıyor, otomobillerine bakım-onarım yaptırıyor. İzmir’in göbeğinde, Adliye’nin tam karşısında, her gün onlarca yargıç ve savcının gözünün önünde yaşanan bu duruma, “Ölümle Dans” manşeti ile 25 Ocak 2021 tarihli Ege Telgraf’ta dikkat çekmiş; Konak Belediyesi ve Çevre Şehircilik İzmir İl Müdürlüğü’nü göreve davet etmiştik. Davete ilk icabet eden kurum olan Konak Belediyesi’nin, sorumluluğunu yerine getirdiği görünüyor. Depremden üç gün sonra, 3 Kasım 2020 günü Konak Belediyesi Yapı Güvenliği Birimi ekipleri binaya giderek yerinde tespit yapıyor ve binaları mühürlüyor. Mal sahibi olan işadamı Efraim Kohen’e imza karşılığı tebliğ edilen tutanakta ise “binaların can ve mal güvenliğini tehdit ettiği ve acil tahliye edilmeleri gerektiği” belirtiliyor ve etrafı tel örgü ile çevriliyor. KONAK BELEDİYESİ HIZLI İzmir’in en bilinen incir tüccarlarından biri olan Kohen’in sahibi olduğu Üzümsan fabrikası da, yıkılması gereken binaların 50 metre mesafesinde yer alıyor. Konak Belediyesi, ne bina sahibinden ne de Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nden yıkıma yönelik bir girişim olmayınca, yaşanan tehlikeyi Konak Belediyesi Başkan Yardımcısı Ali Ulvi Dülger imzalı 11 Ocak 2021 tarihli bir yazı ile İl Müdürlüğü’ne hatırlatıyor. Ve ilginç bir tespit de yaparak, “Adı geçen binaların İl Müdürlüğü’nün kesin yıkım kararı alınan bina listelerinde bulunmadığını” belirtiyor. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü İzmir İl Müdürü Ömer Albayrak, haberimiz üzerine yaptırdığı araştırmada, listelerde yapılan numarataj hatası sonucunda binaların “ağır hasarlı ve acil yıkılması gereken binalar” arasında yer almadığını gördüklerini ve derhal harekete geçtiklerini söyledi. YIKIM İHALESİNE DÂHİL EDİLDİ Albayrak; konuyu ivedi şekilde İzmir Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı’na ilettiklerini ve binaları acil yıkım yapılacak binalar arasına alarak, yıkım ihalesine dâhil ettiklerini sözlerine ekledi. İl Müdürü Ömer Albayrak’ın verdiği bilgilere göre, bürokratik mekanizmaların hızla işlemesi ile bir ay içinde iki binanın yıkım işlemleri başlatılacak ve daha fazla tehlike yaratması önlenecek. Yıkıma ilişkin masraflar ise bina sahibi işadamı Efraim Kohen’e rücu edilecek. Tabii bu bir ay içinde İzmir’de başka yıkıcı artçı deprem yaşanmaz ve binalar kendiliğinden yıkılmazsa… Haberimiz üzerine süreçleri açıklıkla bizimle paylaşan Konak Belediyesi yetkililerine ve Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Sn. Ömer Albayrak’a teşekkür ediyorum… Ve bu önemli konuyu fikrî takip listemize alıyor, 1 Mart gününe kadar binaların yıkımı gerçekleşmezse konuyu yeniden gündeme getireceğimizin bilinmesini istiyorum.  

ATATÜRK 87 YIL ÖNCE BUGÜN NEDEN ‘ÇILGINLIK’ YAPMIŞTI?

Tarih 31 Ocak 1934. Karlı bir Ankara akşamında, Çankaya Köşkü… Cumhurbaşkanı Atatürk, bazı Hükümet üyeleri akşam yemeğindedir. Konu eğitimden açılınca, cebinden bir mektup çıkaran Atatürk, dönemin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet Bayur’a dönerek, “Yusuf bey, bu mektup Kırşehir’den geliyor. Muallimler (öğretmenler) birkaç aydır maaş alamadıklarını belirtiyorlar. Bana bu şikâyet mektubunu yazmışlar…” der. Bayur, son derece umursamaz bir tavırla, “Paşam mevsim kış, hava şartları çetin, postalar işleyememiştir.” deyince, Atatürk’ün kaşları çatılır… KALKIN, KIRŞEHİR’E GİDİYORUZ “Ya, demek şimdi muhasara (kuşatma) altındayız öyle mi? O halde şimdi bu sofradan kalkar, gider, hem yolu açar, hem de Kırşehirli muallimlerin dertleri ile yakından ilgileniriz.” der ve süratle hazırlık yapılmasını, bir saat içinde yola çıkılmasını emreder. Derhal otomobiller hazırlanır ve Atatürk gece yarısı 01:30’da sofrada bulunanlardan bazılarını da yayına alarak yola çıkar. Ancak mevsim şartları çok çetindir. Hava o kadar kötüdür ki, Bâlâ ilçesi yakınlarında heyet bir ara yolu kaybeder. Bir köye sığınılır ve köy kahvesinin sobasının sıcaklığına ısınılır. Gün doğmuştur ve 1 Şubat günü öğleye doğru Kırşehir il sınırına varılır. Ancak heyetin araçları sık sık kara saplanmakta ve camızlar aracılığıyla çekilerek kurtarılmaktadır. Dönemin Kırşehir Valisi Nazım Akyürek başında şapkası ve frağı ile il sınırına kadar gelmiştir. Köylülere, jandarmalara talimatlar yağdıran Vali’yi gülümseyerek izleyen Atatürk, yanındaki Kılıç Ali’ye dönerek, “İşte bak, teorik yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç olurlar” der. Vali’nin haline de acıyan Mustafa Kemal, üzerine bir palto giymesini söyler ve zahmetlerinden ötürü teşekkür eder. 16 SAAT SÜREN YOLCULUK Mustafa Kemal ve beraberindeki heyet bin bir güçlükle boğuştuktan ve 16 saat süren yolculuktan sonra Kırşehir’e varırlar. Öğretmenlerin maaşları ödenir ve heyet Konya üzerinden tekrar Ankara’ya döner. Tam 87 yıl önce yaşanan bu olayı yazmamın sebebi şu: “Cehaleti yenilmesi gereken en büyük düşman” olarak gören Mustafa Kemal, öğretmenlere büyük önem veriyor, yeni neslin Cumhuriyet devrimleri ışığında, akıl ve bilimi rehber edinerek yetişmesine büyük önem veriyordu. Böylesine önemsediği insanların, kış şartları bahane edilerek maaşsız ve muhtaç durumda bırakılması onu deliye döndürmüştü. Bugün pek çoğu sözleşmeli olarak çalışan, yoksulluk sınırının altında yaşayan, hemen hepsi ikinci bir iş yapan öğretmenlerimize bakıştaki farklılığı görüp üzülmemek elde değil.  

GÜMRÜK BİRLİĞİ, ALFA İLE BETA’NIN ÖYKÜSÜ GİBİ…

1 Ocak 2021 tarihi itibarıyla Gümrük Birliği’nde 25 yıl geride kaldı. 1 Ocak 1996 günü, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in “Avrupalı oluyoruz, 2000 yılında inşallah AB’ye tam üyeyiz” ayartısıyla gerçek yüzü gizlenen Gümrük Birliği, evet, Türk sanayisinin kabuk değiştirmesine yardım etti. Ama getirdiklerinden çok götürüleri olan bir mekanizmaya dönüştü. Türk ekonomisi, yanlış para politikaları ve krizlerin de etkisi ile adeta ithalat cennetine döndü. Sürekli dış ticaret açığı ve cari açık veren, bu açığı adeta bir eroinman gibi sürekli borçlanarak kapatan Türkiye, krizlerden krizlere savruldu, borçkolik bir yapıya büründü. Sonuç? Çiller’in inşallahlı maşallahlı iğvaları tutmadı. Türkiye, 1959’dan bugüne, 62 senedir Avrupa Birliği’nin bekleme odasında nefes tüketmeye devam ediyor. HOCALAR ÇOK KEZ UYARDI Bugün gibi hatırlıyorum, 6 Mart 1995 tarihinde imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasından önce Türkiye’nin yürekli ve düşünce namuslusu iktisatçıları, olası tehlikeleri kamuoyuna anlatıyorlardı. Prof. Dr. Erol Manisalı, Prof. Dr. İzettin Önder, Prof. Dr. Korkut Bortav, Prof. Dr. Öztin Akgüç bu hocalardan bazılarıydı. Ama ne gam! 1997’de görev aldığım Yeni Asır TV’de, pek çok kez konuk ettiğim bu hocalar dertlerini topluma anlatamadı. Suya yazılan yazı gibiydi söyledikleri. Zaten kimsenin de ne dinleyeceği ne de anlayacağı vardı. Bu yıl köşe haberlerimizde belli aralıklarla Gümrük Birliği’nin getirip götürdüklerini sütuna yatıracağız. Bu tuhaf ve eşi görülmemiş ilişkiyi, çok sevdiğim bir felsefi anekdot ile anlatmaya başlamak istiyorum size… Eski zamanların birinde genç Alfa, bilge Beta'ya gidip, “Bana hukuk öğret. Ama sana verecek param yok. İlk kazanacağım davadan kazanacağım parayla, derslerin karşılığını ödeyeceğim” demiş. Beta dersleri vermeye başlamış. O dönemlerde avukatlık ruhsatı böyle alınıyormuş. Alfa, hukukun temel bilgilerini almış, yetiştiğini kanıtlamış, ancak haytanın biriymiş. Ne borcunu ödemiş, ne de davalara girmiş. HAYFA ALFA’NIN YAPTIĞINA BAK! Beta, Alfa'ya dava açmış, borcunu ödemesini istemiş. İlginç bir mantık da ileri sürmüş: “Davanın sonucu ne olursa olsun fark etmez. Kazanırsam, hakimin kararı ile borcunu ödemek zorundasın. Kaybedersem, ilk davanı kazandığın için yine borcunu ödemek zorundasın.” Ancak, hayta Alfa'da kurnazlığın dibi yokmuş. Beta'ya çıkışmış: “Davayı kazanırsam zaten borcumu ödemeyeceğim. Kaybedersem, aramızdaki söze göre ilk kazandığım davadan borcumu ödemem gerektiği için yine benden paranı alamayacaksın...” Kimine göre Katolik nikâhı, bana göre ise 21. yüzyılın kapitülasyonu olan Gümrük Birliği için ne zaman bir şeyler yazmak istesem, aklıma hep bu anekdot gelir…  

ASGARİ ÜCRETLİNİN 5 TL’SİNE MUHTAÇ OLAN FENERBAHÇE, PARAYI NEREDEN BULDU?

Türk futbol kulüpleri tam bir borç batağında. “4 Büyükler” olarak adlandırılan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor’un toplam borçları 15 milyar TL gibi astronomik bir seviyeye ulaşmış durumda. En sonda söyleyeceğimizi, baştan ifade edelim: Bu kulüplerin, bu büyüklükte borcu ödemesi imkân dışında. Bu takımları tutalım ya da tutmayalım, kaçarımız yok, bu batık paraları vergi mükellefleri olarak biz ödeyeceğiz. Her biri koca koca şirketleri yöneten “çok becerikli” iş adamlarımız, kulüp yöneticiliğine seçildiklerinde paraları batırmak için adeta birbiri ile yarışıyorlar. AÇIKLANAN, GERÇEK RAKAM MI? Bu öğrenilmiş çaresizlik karşısında vatandaş da sesini çıkarmayınca, görev siyasi iktidarlara düşüyor ve borçların çaresine “bir şekilde” bakılıyor… Gelelim Fenerbahçe’ye… Ünlü İngiltere kulübü Arsenal’in kadrosunda olmasına rağmen bir senedir sahalara çıkmayan, son yıllarda oyun becerisinden çok siyasi çıkışları ile kendisine yer bulan 33 yaşındaki futbolcu Mesut Özil, Fenerbahçeli oldu. Arsenal'de forma giyerken haftalık 350 bin Sterlin kazanan Mesut’un yıllık kazancı 18 milyon Sterlini (Yaklaşık 180 milyon TL) buluyordu. Fenerbahçe ise Arsenal'a bonservis bedeli ödemeyeceğini, sportif başarıya göre azami olarak 1 milyon 750 bin Euro ödeme yapılacağını açıkladı. Mesut Özil'e bu sezonun ikinci yarısı için ise kör kuruş ödeme yapılmayacak. Sonraki 3 sezonda toplam 9 milyon Euro ve 500 bin Euro imza parası ödenecek. 3 yıllık transfer bedelinin bugünkü kurdan TL karşılığı yaklaşık 85 milyon TL olurken, yıllık ortalaması ise 28 milyon TL’ye karşılık geliyor. Bu durumda göre Mesut Özil, İngiltere’de kazandığı paranın altıda biri kadar bir bedelle Fenerbahçe’ye imza atıyor. HANGİ “KAYITLI” KAYNAKTAN? Elbette bu rakamlar Fenerbahçe kulübü tarafından Borsa İstanbul’a açıklanan rakamlar. Ancak spor kamuoyu ve basınında, bu rakamların gerçeği yansıtmadığı da yoğun şekilde tartışılıyor. Doğru mu, değil mi, bilemeyiz. Ama şu soruyu sormak hakkımız: Daha geçen seneye kadar “Fener Ol” kampanyasıyla asgari ücretli insanların 5 lirasına muhtaç durumda olan Fenerbahçe, Mesut Özil başta olmak üzere, kadrosuna kattığı pek çok futbolcuya ödeyeceği paraları hangi “kayıtlı kaynaktan” buluyor?  

HAFTANIN SÖZÜ

Zayıf insanlar intikam alır, güçlü insanlar affeder, zeki insanlar umursamaz… Konfiçyüs