////Doğan Kitap’tan çıkan “Aile Mezarı” romanıyla Orhan Kemal Roman Ödülü alan Herkül Millas’la roman kahramanları üzerinden toplumsal değerleri ve anlatmak istediğini konuştuk Orhan Kemal Roman Öd...

////Doğan Kitap’tan çıkan “Aile Mezarı” romanıyla Orhan Kemal Roman Ödülü alan Herkül Millas’la roman kahramanları üzerinden toplumsal değerleri ve anlatmak istediğini konuştuk Orhan Kemal Roman Ödülü bu yıl İstanbullu Rum sosyalist yazar Herkül Millas’ın “Aile Mezarı” romanına verildi. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde yer almış olan Millas ve Orhan Kemal buluşması bir ödülde gerçekleşti. Millas ile romanını, etnik ayrımcılık üzerinden 6-7 Eylül olaylarını ve yazındaki umudu konuştuk. Millas, yazarın umut vermekten çok eksikliklerin kaynağını göstermesi gerektiğini savunuyor. -Gerek Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan “Orhan Kemal-Anı, Armağan Kitabı”nda yer alan yazınızda gerek “Türk ve Yunan romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik” kitabınızda Orhan Kemal’in “öncü bir yazar” olduğunu ifade ediyorsunuz. Meraklısı mutlaka bu kitaplara bakacaktır ama siz bu konuda bize ipucu verir misiniz? Orhan Kemal için “öncü” derken iki alanı kastettim. Türk edebiyatında Rum ve Yunan’a önyargısız, hatta sempati ile yaklaştığını ifade etmeye çalıştım. Romanlarında bunu en açık bir biçimde görüyoruz. İkinci alan, Türk ve Yunanlıların barış ve dostluk içinde yaşamalarını istemesi ve bu yönde öyküler yazmasıdır. (Bu konuda Öteki ve Kimlik (iletişim) kitabıma bakabilirsiniz.) Tabii başka yazarlar da bu yönde erkenden eserler vermişlerdir. Orhan Kemal bunu sol ideolojik açıdan yapmıştır. Aynı amaç farklı referanslarla da savunulabilir. Örneğin, Reşat Nuri Gültekin’in Rumlarla ilgili özlemi daha çok bir Osmanlı dönemi referansı gibidir. Sait Faik’in insan (ve Rum) sevgisi bana tasavvufu anımsatır. Ama bütün bu yazarların ortak yanı, “ötekine” karşı paranoya derecesinde ötekileştirme yaşamamalarıdır. -Siz 6-7 Eylül 1955’te neredeydiniz? Saldırılara nasıl yaklaştınız? O an neler hissettiğinizi öğrenebilir miyiz? 6/7 Eylül olayları sırasında on beş yaşımdaydım. Bomonti’de ikinci kattaki dairemizde kalabalıkların karşı bakkal dükkânını tahrip ettiklerini görmüştüm. Kapıcımız Nuriye Hanım “Apartmanımızda gâvur yok” diyerek bizi kurtarmıştı. Romandaki Nuriye bu Nuriye’dir! Ama babamın Beyoğlu’ndaki dükkânı bütünüyle tahrip olmuştu. Ekonomik olarak çok zor günler yaşadık bu olay yüzünden. Bu olaylardan bende geriye kalan annem ve babamın acısıdır. Birkaç gün içinde babamın saçları beyaza dönüştü. Yaşadığı şok çok büyüktü. Toparlanmamız için birkaç yıl gerekti. Ama bana sıkıntılarını hissettirmemeye çalıştılar. Hissiyatıma gelince… Anlatmam ve hele söyleyeceklerimin “çoğunluk” tarafından anlaşılması kolay değildir. Türkiye’deki azınlıklar vatandaş sayılmamalarını bir tür tevekkülle kabullenmişlerdi. Başlarına belaların gelmesi “normal” sayılırdı. Sitem bile etmezlerdi hemen hemen. Çaresiz hissederlerdi. Bu yüzden çare ya ülkeden çıkıp gitmek ya da “durumu” – yani statükolarını – kabullenmekti. Birkaç yıl sonra ben farklı bir yol izlemeye başladım. TİP’e katılmam bunun bir belirtisiydi. Tek Rum’dum TİP içinde yanılmıyorsam. Bu da Rumlar’ın hissiyatını gösterir bir bakıma. -Romanda Polikseni, Ali’yle evlenme ihtimalini düşünürken, “Ailesini, akrabalarını, dostlarını, hemen hemen bütün ada halkını inkar edip Türkleşmesi mümkün müydü?” cümlesi geçer aklından. İlginç, Orhan Kemal’in “Gavurun Kızı” romanında da Evdoksiya Kamran’a, “Beni Türklüğüne kabul eder misin?” der. Sizin ve Orhan Kemal’in eserinde Müslümanlık değil de Türklük konuşulur. Dönemi ve Türklüğün o dönem için ne ifade ettiğini anlatır mısınız? Bu soru da bir kitap boyu cevap gerektiriyor! Türkiye’deki azınlıkların hissiyatı “çoğunluğun” sandığı gibi değildir! Çoğunluk hoşuna giden bir “azınlık algısı” hayal etmektedir. Bu algı “Tarih içinde bir arada mutlu yaşadık” diye başlar, “Birbirimizi çok severiz” diye devam eder. 1960’larda bir Rum kızın bir Türk erkeği ile evlenmesi Rum cemaati içinde skandal sayılırdı. Polikseni bunu bilir. Bu bilginin bedeli hayat boyu sevdiği insandan uzak kalmasına neden olur. Mutsuz yaşar. Ama yeni kuşak öyle değildir. Zorluklar olsa da Kimon ile Ajda aşklarının emrine uyarlar.  Evdoksiya-Kamran aşkı bir hayaldir. Bu aynı durumu Sait Faik’te de görürüz. Romana Sait Faik’in bu konuda söylediğini aynen alarak şu şekilde anlatıyorum: Polikseni özellikle bir kısa öyküsünü hiç unutamadı. Ali bunu sanki Polikseni okuyup, isteseydi eğer, hayatının farklı olabileceğini anlaması için yazmıştı. Bu öyküsünde Deli Hurşit ile sevgilisi Atena’nın yaşadıkları aşkı anlatır. Bir kaç paragraftan sonra ise, yazar gerçeklere karşı bir hayal kurduğunu itiraf eder: “Ben herhangi bir Atena’nın aşığı Hurşit ile Karaköy iskelesinde sis içinde yürüdüğünü hayal ettim”, diye yazar. Polikseni bu öyküyü okumaktan, Atena’yı aşığı Hurşit ile sis içinde yürümelerini düşünmekten, ama özellikle Ali’yi bu satırları yazarken aklına getirmekten zevk alırdı.   Türkiye’de etnisite farkı, din farkları, bizden olan ve olmayanlar ve vatandaşlık konularında büyük bir belirsizlik vardır. Gerilim, tutarsızlık ve çelişkiler var. Anayasal “laiklik” ilkesine karşın toplumca benimsenmiş bir uyumlu yorum henüz yerleşmemiştir. Kimon ve Ajda’nın bile günümüzde neler çektiklerini, yakınlarının onlara nasıl baktıklarını görüyorsunuz. Evlenmeleri için nasıl çaba harcadığımı ben bilirim!   - Aslında ben sormadan cevabını da verdiniz. Romandaki Ali Sait Faik’in ta kendisidir. Sait’i neden romana aldınız? Evet, Sait Faik, ve aslında benim bu yazarı nasıl gördüğüm romanda Ali olarak var. Çok sevdiğim bir yazardır. Belki “Bayrakları değil insanları seviyorum” diyebildiği için. Ali en ilerici kimsedir herhalde romanda. Ama bu insanlar “Erken öten horozlar”dır. -Romanda mezar etrafında bir çekişme içinde olan ailede farklı dünya görüşlerine sahip insanlar var. Ancak, her türlü tutarsızlığına ve gelenekselliğinden kopamayışına rağmen fikriyatta hatta pratikte iktidar olan kişinin baba-dede-eş-kayınpeder kimliklerini taşıyan Adonis olduğunu görüyorum. Adonis’i romanın sonuna kadar yaşatmayışınızı doğal nedenlere mi bağlamak gerek? Yani en yaşlı üye olduğu için… Adonis ironi ile anlatılıyor sanıyorum. Bu mezar işini de çok abartmıştı. Sıkça karşımıza çıkan bir solcu tipidir. Özellikle Rumlar arasında gördüm böyle davrananlarını. Sembolleri izliyor, Lenin adı, trenle Atina’ya gitmek, ama etnik sınırı aşarak sosyalist harekete katılamamak, Yunanistan’a geldiğinde de hiçbir sol eylemde bulunmamak, tersine aşırı sağcı patronla bir güzel anlaşmak…  Aslında solcu olması da ilginç: küçük burjuva olarak üstlenmesi gereken sorumluluklardan uzak kalmak için “devletçi” sistemi beğeniyor, romanın başında. Ölünce de hakkında öteki “yoldaşlar” bir mitos oluşturuyorlar. Çocukları bile şaşırıyor Adonis’in sözde sol mücadelelerine. Adonis de sol ile sağ arasında bir gerilimdedir. Aslında tutucu yanı ağır basıyor pratikte. Mezar tutkusu ve Ermeni kadına karşı direnci tipiktir. -Metaksas Cuntası’nın “din-vatan-aile” sloganı doğrusu bizim 12 Eylül Cuntası’nı hatırlattı. Ancak, sürülmüş, göçmen olmuş, malına mülküne el konulmuş roman kahramanlarımızın bir kısmının bu slogana iman etmelerini nasıl açıklarız? Günümüzde milliyetçilik ve ırkçılık sinmiş yer yana! Vatan-millet edebiyatı her zaman geçerli olabilir. Özellikle Adonis’in kendini bu söyleme kaptırmasına hiç şaşırmadım. -Bitirmek üzereyim. Bence halkların kardeşliği ve dostluğunu temsil eden birileri varsa Kapıcı Nuriye (ki Polikseni onları neden ciddiye almadığını onların sıradan kapıcı olmalarına bağladıklarını düşünür) ve oğlu Hasan’dır. Bu iki isme az yer vererek haksızlık ettiğinizi düşünmediniz mi? Zira, umut arayan benim gibi okurların onları daha çok görmek istediklerine eminim… Bu en zor soru! En başta, ben bildiğime inandığım kimseleri anlattım. Çevremdeki insanları. Anladığım kadarıyla, anladığıma inandığım ölçüde. Nuriye ve Hasan’ı o denli yakından tanımadım. O yüzden onların ne yaptığını anlattım ama iç dünyalarına girmek istemedim. Hata yaparım diye çekindim. Çoğunluğun azınlığı anlamadığını yazdım yukarıda; aynı mantıkla azınlık da çoğunluğu anlamayabilir. Çizmenin üstüne çıkmak istemedim. Ama umut vermek ve olumlu kimseleri göstermek de pek istemedim. Bu yolun yanıltıcı olduğuna inandığım için veya daha doğrusu, içimden gelmediği için. Bugünkü toplumların algı düzeyi sorunlu. İyimser tablolar yalan olabilir. Yalan ise umut verir ama adı üstünde, yanıltıcı olur. Ben kendi bildiğim gerçeği sergiledim, bunu yapmak ihtiyacını duydum. Umut güzel örnekler göstererek beslenmez. Eksiklikleri göstermek de yeterli değildir. Önemli ve gerekli olan eksikliklerin kaynağını, yani nedenini göstermek.  -Son olarak, son bölümde Polikseni rüya-gerçek arası bir şekilde aile mezarına gömülenlerle buluşuyor. Mezar, kimliksiz, sınırsız bir yerdir. Ölüm eşitlemiştir. Romanınızda zaman 1990’lara varmıştır; ama siz mezarın dışında sınırsız bir dünyadan ya da bunun özleminden söz etmiyorsunuz? Bu bitiş okuru hüzne ve umutsuzluğa sevk etmesin mi? En son sahne ile nelerin değerli nelerin saçma olduğunu okur anlar umudundayım. Ali, Polikseni ile öpüşürler, örneğin. Bundan iyimser sonuç olur mu? Sürekli kavga etmiş olanlar ne denli saçmalıklar yaptıklarını en sonda, ölünce, anlarlar. Bu insanlar yeniden yaşarsa, sizce nasıl yaşarlar? İşte bizim böyle bir seçim yapma olanağımız var. Benim öyle bilinçli bir amacım yoktu, ama ille de bir mesaj veya umut aranacaksa sanırım romanda bulunabilir. Zaten bende, derinliklerimde bir umut olmasaydı bu romanı da yazmazdım.  -Eklemek istediğiniz bir şey varsa seve seve yazarım. Bir metnin farklı okuyuşları olur. Kimi zaman yazarın yazmak istediklerinin çok ötesinde farklı şeyler saklıdır bir metinde. Ben bu işi bolca yaptım. Romanları okuyup yorumladım ve yazarların dünyasını anlamaya çalıştım. Şimdi sıra benim romanın okurlarındadır. Benim ne demek istediğimi, neleri yazıp, neleri yazmam gerekirken yazmadığımı, bu seçeneklere beni yönlendiren algıların ne olduğunu artık onlar düşünecek. Ben pek çok romanla yaptığım gibi, onlar da beni değerlendirecek ve sınıflandıracaktır. Benim kendi romanımı anlatmam doğru değildir. Ve yukarıda söylediklerimle doğru bir iş yapmış olduğumdan da pek emin değilim. Artık roman benim okurlarımındır. Onların söyleyecekleriyle ben de pek çok şey öğreneceğim. Yararlanmak sırası şimdi bendedir!