“Azerbaycan’ın Shakespeare’i”: Hüseyin Cavid Rasizade

Azerbaycan’ın Shakespeare’i”: Hüseyin Cavid Rasizade Temmuz 1908’deki İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra, ülkenin dört bir yanında grevler başlar. Abdülhamit’in baskıcı rejiminde,1906’da Cibali Tütün Fabrikası işçileri bir grev yapmış; ancak başaramamıştır. Meşrutiyetin ardından ilk ses Cibali’den yükselir ve bu kez, 14 Ağustos 1908’de bu grev kazanımla sona erer. Ardından grevler bir çığ gibi yayılıverir. Dersaadet ve İzmir Liman işçileri, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası çalışanları, Samsun tütün işçileri, İstanbul gazete ve matbaa mürettipleri ve Rumeli’de birçok fabrika işçisi greve gider. Neredeyse hepsinin amacı aynıdır: “Ücretlerde artış ve daha iyi ve adaletli çalışma koşulları!” (Dosyamızın bu bölümünde işleyeceğimiz “Şeyda” adlı oyun da, o karmakarışık günlerde, matbaa çalışanlarının hak mücadelesine katılma nedenleri üzerinden kurgulanmıştır.) Gün be gün yayılan grevlere daha dikkat çekici iş kollarındaki işçiler de katılır. Örneğin Anadolu- Bağdat Demiryolu İşçileri, İstanbul ve İzmir Tramvay Şirketleri işçileri, Şark, Sirkeci, Selanik Dedeağaç, Yedikule, Aydın- İzmir demiryolu işçileri gibi… Bir ay geçmeden ulaşımda felce uğrayan devlet, iletişim sektöründeki işçilerin de greve gitmesiyle iyice sarsılır. Selanik Telgraf İdaresi işçileri iş bırakırlar. Ardından Havagazı Şirketi çalışanları ve L’Illustration dergisinin kapağında haber olacak kadar etkili olan Beyrut- Şam- Hama Demiryolu Hattı işçilerinin grevi patlar. Ardından maden işletmeleri durur. Zonguldak Ereğli Kömür Havzası, Ergani Bakır İşletmeleri ve Balya Karaaydın Simli Kurşun İşletmesi greve gider. Grev dalgası ülkedeki her iş koluna yayılır. Deniz İşletmesi ve Şirket-i Hayriye makinistleri eylemi, devletin askeri tarafından zor kullanılarak dağıtılır. Ancak bu zorbalık işleri daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Eylül sonlarında bu kez Şirket-i Hayriye Fabrikaları’ndaki bütün işçiler, makinistlere destek için grev başlatırlar. Temizlik işçilerinden, otel garsonlarına, Adana Pamuk Fabrikası işçilerinden, Varna Ticaret İşletmeleri personeline kadar herkes ayaktadır artık. “Eylemcilerin sayısı tam olarak saptanamasa da, 100 binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor” der ilgili kaynakların çoğu. Ancak, yaygınlaşan grevlerin yarattığı ilk şaşkınlık geçer geçmez hükümet, grevcilerin üzerine asker göndererek özellikle yabancı sermayeli büyük şirketlerde patlak veren grevleri emperyalist baskıların da etkisiyle sert bir şekilde bastırma yoluna gidince, işçilerin güven duyduğu ve medet umduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, kendilerinin yanında değil de, hükümetin ve yabancı sermayenin yanında yer aldığı ortaya çıkar. 8 Ekim 1908 günü apar topar bir yasa yürürlüğe konur. Bu yasa Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) kararıyla ve Meclis’e bile sunulmadan yürürlüğe sokulmuştur üstelik. Yasanın adı “Tatil-i Eşgal Kanun-u Muvakkatı” yasasıdır. Tarihe ilginç notlarla geçen bu tarafı belli yasa, işçi eylemlerini engelleyen bir yasadır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kabaran grev dalgasının yerli ve yabancı sermaye çevrelerinde yarattığı huzursuzluk, o güne kadar sürekli ezilmiş ve sömürülmüş işçilerin hükümete karşı daha büyük bir tehlike oluşturmaması için, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce getirilen yasaklarla giderilmeye çalışılır. Dönem gazetelerinden bir kaçının haber ve yorumları dikkat çekicidir.5 Eylül 1908 / Sabah Gazetesi (Le Temps Gazetesi İstanbul muhabirinin haberine yorum yapılıyor) Kanun-u Esasi’nin ilanından beri henüz bir ay kadar zaman geçtiği halde, sosyalizm burada da dahil oldu… Sosyalizm fikrinin sirayetini tahsil eden amele gurubu, burada büyük bir cemiyet teşkil etmemektedir. Fakat şurası gariptir ki, burada Avrupa’nın amele gurubu gibi muhtaç ve sefil bir ahali olmadığı halde, sosyalizm fikri amele arasında intişar eylemektedir… Sosyalizm, ihtiyacı çok kazancı az olan Avrupa amelesi arasında taammüm edebilir (*yayılabilir). Kanaatkâr Osmanlı amelesi arasında o gibi fikirler taammüm edemez…” Sabah gazetesi, yabancı sermayenin düdüğünü çalan Le Temps gazetesi muhabirinin yönlendirmesine çanak tutarken, ötede ülke gazeteleri de farklı bir makamdan çalmamaktadır sazlarını. 16 Eylül 1908 / İkdam Gazetesi İki ay evveline kadar, saahifi matbuata (*matbaa sayfalarına) geçirilmediği için grev kelimesinin ne olduğu bilinmediği gibi, grev dediğimiz halet, yani terk-i eşgal dahi mecburen gayrı vaki idi. Grevler adeta bir illeti müstevliye halini aldı. Grev yalnızca şirket ile amele arasında tahaddüs eden (*meydana gelen) bir ihtilaf olmakla kalmaz. Memleketin ahval-i iktisadiyesi (*ekonomisi) üzerinde de tesir yapar… Bundan maada, memleketimizde mevcut cesim sanayi ecnebi sermayesiyle vücuda gelmiştir. Demek ki grevler, dolayısıyla itibar-ı malimiz üzerinde tesir icra eder. Şirketlerin hisse senedadı düşer.” Yine aynı günlerde, İstanbul Ticaret Odası Gazetesi grevlere karşı çıkan bir yazısında “yerli amelenin ecnebi amele seviyesinde olamayacağını” yazar ve “seviyesi, haklarını müdafaa ve muhafazadaki kudretleri bizimkilere kat kat faik olduğundan, yerli amelenin politik manevracılarına kolaylıkla kapılacakları derkâr (*malûm) bulunduğundan, ecnebi amele derecelerinde mütalibatta bulunmaları gayrı caizdir” diye yazar sayfasına. Sermayenin işbirlikçileri işçi sınıfını aşağılıyor, onlara karşı sermayenin yanında duruyorken; hükümetteki İttihat ve Terakkicilerin görüşü neredeyse ölümcül ve tarihi bir değer kazanır.Eylül 1908 / İttihat ve Terakki Gazetesipatronların kuvveti ne derecede ise ameleninki de ondan aşağı değildir. Bilakis pek çok hususlarda kanun gayrı meşru himayesi sayesinde, bazı memleketlerde patronlar amelenin istibdadına mahkûm olmaktadırlar… Biz bu hususta sahip ve salim olan serbesti politikasından sapmamayı hem iktisadî kaideler, hem memleketimizin umumi ahvali nokta-i nazarından daha muvafık gördük… Memleketin iki büyük sınıfı olmak istidadını gösteren sermayedar ve patron sınıfıyla amele sınıfının yanlış mülahazalar neticesi yekdiğerine zararlı addedilen menfaatlerini telif eylemek icab eder. Şu son iki ay zarfında vuku bulan bazı müfrit muamelelerin önünü almak için gerek tatil-i eşgale ve gerekse sendikalara dair neşredeceğimiz misallerle amelelerin selahiyet derecelerinin neden ibaret olacağını göstermekliğimiz iktiza eder ve patron selahiyet hakkını tecavüz edince bu hareketinin cezasını - ki tabii bir tazminattan ibaret olacaktır - göreceği gibi amele de aynı suretle mesul olması lazım gelir. Yoksa bazı kimselerin talep ve iddia ettikleri gibi veçhile sosyalizme adım atacak olursak her vakitten ziyade emniyet bahşetmeye mecbur olduğumuz sermayedarları korkutmuş oluruz.” Yani, “kardeş kardeş oynayın ama patronları korkutursanız, sosyalizm gibi tehlikeli laflar ederseniz, topunuzu keserim” demektedir hükümet… Amele yapayalnız bırakılmıştır. Özetle Tatil-i Eşgal yasası, “umuma müteallik hizmet ve şirketlerde çalışan” yani (*kamu hizmeti gören) bütün işkollarında grevi yasaklamakta, yasakla yetinmeyip ağır para ve hapis cezaları getirmektedir. Aynı şekilde, yeni yasa bu türden işyerlerinde sendikalaşma yasağı getirildiği gibi, yasanın çıkarılmasından önce kurulmuş sendika ve cemiyetlerin dağıtılmasını da kapsamaktadır. (Not; Son derece ilginçtir ki; en kuvvetli ve örgütlü bir eylem görüntüsü veren işyerlerinin neredeyse tamamı kamu hizmeti veren işyerleridir.) 31 Mart Olayından sonra da, yani 13 Nisan 1909’dan sonra ilan edilen sıkıyönetimi bahane edilerek bu yasanın kapsamı genişletilir ve henüz başlayan işçi hareketi örgütlenmesinin daha ilk adımda önü tıkanmaya çalışılır. Bir süre işçi eylemleri durur gibi görünse de, 1912 yılında İstanbul, ilk 1 Mayıs’ı kutlamaktan geri durmaz. Kavga, patlayan Birinci Dünya Savaşı yüzünden bir süre gündemden düşer. Taraflar, bu süre içinde, yeni dünya düzeninde pozisyon alma konusunda düşüncelerini sağlamlaştırır. İttihat ve Terakki, zulüm olup esmektedir o günlerde. Demir bir pençe gibi toplumun boğazına basmaya, tüm muhalif sesleri susturmaya başlar. Artık kan dökülmektedir sokaklarda. Tam da bugünlerde, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okuyan Azeri bir üniversite öğrencisi, birkaç yıl sonra kaleme alacağı oyunu için tanık olduklarını dikkatle izlemektedir. O öğrenci her ne kadar Ziya Gökalp’in Türkçülük, Hamid’in ümmetçilik anlayışına yakın, hatta Turan düşleri kuran Türk-İslam düşüncesinin taraftarı olsa da; 1916 yılında yazacağı oyun, döneminin en etkili grevlerinden biri olan matbaa çalışanlarının hak mücadelesini anlatmaktadır. Sosyalizmin temel ilkelerinin replik olarak atıldığı, Hüseyin Cavid Bey’in bu beş perdelik oyununun adı “Şeyda”dır. Hüseyin Cavid’in, Turan’a inanmış biri olduğu halde komünizmin ilkelerini bu denli iyi tanımasını; tarihi içinde birkaç kez bağımsızlık mücadelesi vermişse de bunu başaramayan Azerbaycan’da, 1920 yılında Rusya’nın güdümünde Komünist Azerbaycan’ın kurulmuş olmasına ve kendisinin de öğretmen olarak bu dil ve kültürü öğrenmek/öğretmek zorunda kalması ile açıklıyorum ben… Her ne kadar kendi dil ve kültürü için ömrünce mücadele etmiş olsa da! Şeyda”yı anlatmadan önce, ülkemizde çok da iyi tanınmadığını düşündüğüm, Azerilerin resmini pullara basacak kadar gurur duydukları şair ve oyun yazarı Cavid hakkında birkaç söz etmeliyiz bence. Bakü’de muhteşem bir anıt heykeli bulunan, Azerbaycan tiyatrosunun ilk özgün eserleri “Ana” ve “Şeyh Sa’nan” oyunları başta olmak üzere birçok oyun yazan ve kullandığı akıcı dil için “Azerbaycan’ın Shakespeare’i” diye sıfat takılan Cavid, bugün büyük bir saygı ile hatırlanmaktadır ülkesinde. Hüseyin Cavid Rasizade, 1882 yılında Nahçıvan’da doğar. İlk şiirlerini, “Gülçin ve Salik” takma isimleriyle, 1896-1900 yılları arasında Mekteb-i Terbiye’de öğrenim gördüğü günlerde, henüz 17-18 yaşlarında iken yazar. Bu tarihten 1904 yılına kadar olan sürede, yazarı Tebriz’de, ağabeyinin yanında görürüz. Tebriz Talibiye Medresesi’nde okurken, Farsça ve Arapça öğrenir. Ancak yakalandığı bir göz hastalığı yüzünden Tebriz’deki eğitimini tamamlayamaz. İki yıl eğitimden uzak kalan Cavid, bu günlerde Gürcistan’da demiryolu yapan bir işletmenin muhasebecisi olarak çalışır. Cavid, 1906 yılının Nisan ayında İstanbul’a gelir; okumak için! Filozof Rıza Tevfik’ten dersler alarak, lise programını tamamlar. 1908 yılının sonbaharında da, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne girer. Burada Türkçe ve Fransızca öğrenir. O denli başarılı olur ki, başka öğrencilere Türkçe ders vererek hayatını buradan kazandığını yazar araştırmacılar. Dil konusundaki kıvraklığı konusunda, iddialı bir kalem olduğu ortadadır Cavid’in. Kullandığı dil, inandığı dünya görüşünün atıdır. Öyle ki; yazar üzerine ülkemizde ilk araştırmalardan birini yapan Sayın Yusuf Gedikli’nin hazırladığı uzun makalede şöyle bir tümce çok dikkat çekicidir: “İstanbul’da bulunduğu 1909 yılında Sırat-ı Müstakim’de üç şiiri yayınlanır. Bunlardan “Yâd-i Mâzi, 19 Mart 1325 (1909’da) “Kafkaslı Hüseyin Cavid” imzasıyla, “Sonbahar-Hemşirezadem Üçün” 8 Mayıs 1325 (1909), “İlm-i Beşer” 27 Ağustos 1325 (1909’da) “Kafkasyalı Hüseyin Cavid” imzasıyla yayımlanmıştır.“ (Hüseyin Cavid Rasizade (1882-1941)’nin Hayatı ve Eserleri, s. 104) Cavid, okuduğu İstanbul Edebiyat Fakültesi’ni bitiremez ve 1909 yılının sonbaharında ülkesine döner. Siyasi olarak bir kaos yaşayan Azerbaycan’da, sorunlardan biri de, ülke dilinin Latince mi yoksa Rusların kullandığı Kiril alfabesi mi olsun tartışmasıdır ki; Cavid, “Ne Latinciyim, ne de ıslahçı” diyerek davet edildiği hiçbir dil komisyonuna katılmayı kabul etmez. Bu onun öz diline, Türkçeye duyduğu hasreti olarak yorumlanır araştırma çevrelerinde. Ülkemizde de bir dönem oldukça büyük tartışmalara yol açan “Milli komünist” tartışmalarında adı sıklıkla anılan Azerbaycan Halk Komiserleri Sovyet Başkanı Neriman Nerimanov’un emriyle düzenlenen bir “Cavid Gecesi”nden de söz eder Sayın Gedikli… Bu ayrıntı, Rusların da Hüseyin Cavid’e saygı duyduklarını göstermesi adına önemli bir ayrıntıdır. Buna karşın, “Stalin güzellemesi” yapmaktan ısrarla kaçınan yazar, 3 Haziran 1937 günü tutuklanır ve Irkutsk’a (Sibirya-Kamçatka) sürgüne gönderilir. Dört yıl süren bu sürgünden geri dönemez Cavid. 5 Aralık 1941 günü hayatını kaybeden yazarın ölüm raporuna, “ayak donmasından meydana gelen sepsis ve kalp durması” yazılır. Cavid, özüyle sözüyle, canı ve kanıyla vatanına dönemez. Ancak, 1982 yılında, adına yaptırılan anıt mezara konmak için, bir torba içine sığan kemikleri getirilir Azerbaycan’a! Cavid’in ölümü, 1918 yılında evlendiği eşi Mişkinaz Hanım’a 1948 yılında, yazarın ölümünden yedi sene sonra bildirilir. Bu tarihten altı yıl sonra da (Stalin’in 1953’teki ölümünden üç yıl sonra), 1956’da, sürgüne gönderildiği suçları bir kez daha gözden geçirilir ve yapılan mahkemede suçsuz olduğuna karar verilip, beraat ettirilir şair. Bir ölünün beraat ettirilmesi kimin ne işine yarar dememek gerek bence. Mücadele hikâyelerinin, vazgeçmemenin ve inandığı gibi yaşamanın, ardımızdan gelenlere rehberlik etmesi, belki de okullarda öğretilmeyen en güzel dersi verir bizlere; “Vazgeçmemek” dersini! Gıordona Bruno, Sacco-Vanzetti ya da Thomas More gibi… Onları katledenleri hiç kimse hatırlamaz ama onların mücadelesini de kimse unutmaz!.. Keşke insanlık kendine gelse çarçabuk, keşke son olsa bu hikâyeler! Keşke bunları hatırlayan aklımın çınlayan kıvrımlarını, bunları anlatan sözcüklerimle sarıp, dipsiz bir kuyuya atacağım günleri görebilsem! Ama… ama biliyorum, acıya alışmamızı istedikleri bir dünyada yaşıyoruz, ahh! Alışamıyorum… alışamadım… Alışamayacağım! Cavid’in toplam 19 eseri vardır; üçü şiir, on altısı tiyatro oyunu! Bunun yanında çeşitli gazetelere yazdığı yazıları da eklersek, koskoca bir külliye ile karşılaşırız.Geçmiş Günler” (1913), “Bahar Şebnemleri” (1917) ve “Azer” (1926-1936) şairin şiir kitaplarıdır. Tiyatro oyunları ise şöyledir: Azerbaycan’ın ilk manzum dramı “Ana” (1913), “Maral” (1917), ilk adı “Remzi”, ikinci varyant ismi “Na-kâm” olan ama bizim “Şeyda” adıyla bildiğimiz tiyatro eseri (1916), Azerbaycan’ın ilk tragedyası “Şeyh Sen’an (1917), “Uçurum” (1917), “İblis” (1918), “Afet” (1921), “Peygamber (1922), “Topal Teymur (Timur)” (1926), “Deli Kınyaz” (1929), “Siyavuş” (1933), “Telli Saz” (1933), “Hayyam” (1935), “Şehla” (1935) ve İspanya İç Savaşı’nda, savaş isteyen İspanya, Almanya, İtalya ve Japonya’nın şeytan olarak anlatıldığı “İblisin İntikamı” (1937) … Bir de “Köroğlu” adlı bugün metni elimizde olmayan senaryosu olduğunu söyler araştırmacılar. Hüseyin Cavid, sadece Azerbaycan edebiyatına kattıkları ile değil, bir ülkenin ilk özgün tiyatro oyunlarını yazan biri olarak da, dünya tiyatrosu tarafından saygıyla alkışlanır. O Schiller, Shakespeare, Puşkin gibi romantizmin devleri ile karşılaştırılır. Bugün Bakü’de adına bir hatıra evi (Müze) vardır. En kaba haliyle fikir verebildiysek ne âlâ. Şimdi, konusunu İkinci Meşrutiyet sonrası matbaa işçilerinin grevlerinden alan ve Osmanlı sahnelerinde sosyalist oyunlar kapsamında işleyeceğimiz ikinci oyun olan “Şeyda”yı incelemeye başlayabiliriz.