2021 yılına başladık başlayalı, Boğaziçi Üniversitesi tartışması gündemin ilk sıralarından düşmüyor. Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin yaptıkları eylemler, gündemin ilk sırasında yer alıyor. Ve elb...

2021 yılına başladık başlayalı, Boğaziçi Üniversitesi tartışması gündemin ilk sıralarından düşmüyor. Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin yaptıkları eylemler, gündemin ilk sırasında yer alıyor. Ve elbette siyasi istismar kanalları hep açık kalıyor. AKP, iktidarının ilk yıllarında Cumhurbaşkanı’nın rektörleri atama süreçlerini devamlı eleştiri konusu yapar, bu durumu anti demokratik bulurdu. O yıllardaki mevzuata göre, akademisyenler kendi aralarında son derece demokratik bir olgunlukla seçim yapar, sandıktan çıkan ilk üç isim YÖK tarafından Cumhurbaşkanlığı’na atama için gönderilirdi. Cumhurbaşkanı çoğu kez ilk sırada yer alan akademisyeni rektör olarak atarken, bazı durumlarda ikinci, hatta üçüncü sıradaki isimleri de atayabilirdi. Bu durumda AKP yöneticileri kıyameti koparır, “uygulamanın demokratik olmadığını ve üniversite özerkliğine darbe vurduğunu” öne sürer, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i sert şekilde eleştirirler, YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’e ise hakaret sınırlarını zorlayan açıklamalarda bulunurlardı. ŞİMDİ KİMSEDEN ÇIT YOK Köprülerin altından çok su aktı. Bugün Sayın Cumhurbaşkanı istediği akademisyeni, istediği göreve atayabiliyor. Kimseden de çıt çıkmıyor. Burada ilkesel bir tutumdan da söz etmem gerekiyor. Mesele sadece Boğaziçi’ne özgü bir durum değil. Tüm üniversiteler, geçmişte olduğu gibi demokrasinin özüne uygun olarak kendi seçimlerini yapmalı; akademisyenler kendilerini yönetecek bilim insanlarını seçebilmeli. Dönelim tekrar Boğaziçi’ne… Prof. Dr. Melih Bulu, 2 Ocak 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atandı. Haliç Üniversitesi’nde bir yıldır rektör olan Bulu, bu görevinden önce de İstinye Üniversitesi’nde 3 yıl rektörlük görevinde bulunmuştu. 10 YIL ÖNCEKİ SÖYLEŞİ Melih hocayı tanıyorum. Kendisi ile 2011 yılında, Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu’nun (URAK) Genel Sekreteri olduğu dönemde bir söyleşi yapmıştım. Başarılı bir iş hayatına ve girişken bir yapıya sahip olduğunu gördüğüm Melih Bulu, 1992 yılında ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Farklı kurum ve şirketlerde yaklaşık 20 yıl görev aldıktan sonra, 2009 yılında akademik camiaya atıldı. Boğaziçi Üniversitesi ile bağı, yüksek lisans ve doktorasını bu üniversitede yapmasıyla sınırlı. Gerek İstinye gerekse Haliç Üniversitesi’nde rektör olarak görev yaptığı dönemde, bu üniversitelerin kayda değer bir başarısına da maalesef tanık olmadık. Aslına bakarsanız, Sayın Cumhurbaşkanı’nın atadığı rektörlerin çok büyük bölümü, uygun yeterlilikte akademisyenler değil. Bunu ben değil, bilimsel araştırmalar söylüyor. Türkiye’deki yükseköğretim sisteminin geliştirilmesine katkı sağlamak amacıyla kurulan Üniversite Araştırmaları Laboratuvarı'nın (ÜNIAR) kurucularından, Akdeniz Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Engin Karadağ’ın yayınladığı veriler insanı dehşete düşürüyor. Türkiye’deki 206 üniversite rektörünün 68’inin tek bir uluslararası yayını dahi yok. Uluslararası yayını olan 138 rektörün 71’inin yayınlarına ise tek bir atıfta bile bulunulmamış. Yani 206 rektörden, 139’unun akademik yeterliliği tartışmalı durumda. 30’un üzerinde uluslararası yayını olan rektör sayısı 32, yaptığı uluslararası yayınlara 400 üzerinde atıf alan rektör sayısı ise sadece 11. Boğaziçi’ne Rektör atanan Prof. Dr. Melih Bulu’nun uluslararası makale sayısı ise Boğaziçi’nin kalite çıtasının dramatik şekilde altında. Haber Türk TV’de katıldığı canlı yayında bu yöndeki soruya verdiği cevap, “Akademik alanda, strateji alanda benim yayınlarım, atıflarım fena değildir. Bizim alanda dergiler daha sınırlıdır. Üniversitelerin sıralamasıyla ilgili benim iki tane önemli makalem var.” cümleleri ile sınırlı. Sadece iki makalesi olduğunu vurgulayan Bulu, bu makalelerine kimlerin kaç kez atıfta bulunduğunu konusundaki merakımızı gidermiyor. ATAMALARDA LİYAKAT YOK Bu durum, atamaların liyakat esaslı olmadığını, siyasi saiklerle yapıldığını gösteriyor. Prof. Dr. Karadağ’ın bu noktada çok önemli bir tespiti var: “Rektör akademik anlamda ne kadar nitelikliyse üniversitelerin performansları da o kadar yükseliyor. Bilimsel niteliği yüksek olan rektörlerin araştırma ve geliştirmeye verdikleri değerin daha fazla olduğunu kendi bilimsel çalışmalarında Ar-Ge’nin önemini iyi bildiklerinden, rektör olduklarında da bu alana yatırım yapıyorlar.” Gelelim Boğaziçi’ne... Türkiye’nin uluslararası bilinirliğe sahip birkaç üniversitesinden biri olan Boğaziçi’nde, Melih Bulu’dan hem akademik kariyer hem de kıdem olarak çok daha deneyimli ve donanımlı akademisyenler var. Hâl böyle iken Bulu’nun tepeden inerek, Boğaziçi gibi bir üniversiteyi yönetmesi çok zor. Rektör yardımcılığı ve rektör danışmanlığı teklifi götürdüğü isimlerden hiçbirinden kabul görmemesi, bu durumun kanıtı. Bulu’nun geçmişte AKP örgütlerinin yönetimlerinde yer alması, milletvekili ve belediye başkanlığına aday olması da işin bir başka boyutu. İçler acısı manzarayı daha iyi anlamamız için bir başta uluslararası veriyi daha sütunuma taşımak isterim… THE’NIN VERİLERİ İÇLER ACISI Dünyanın en saygın üniversite derecelendirme kuruluşları arasında yer alan Times Higher Education’un (THE) açıkladığı “Dünyanın En İyi Üniversiteleri 2021” sıralamasında ilk 500 üniversite Türkiye’den tek bir üniversite dahi bulunmuyor. Oysa aynı kuruluşun 2014-2015 yılı için açıkladığı aynı sıralamada Türkiye’den 6 üniversite ilk 350 üniversite içinde yer alıyordu. ODTÜ 85, Boğaziçi 139, İTÜ 165, Sabancı 182, Bilkent 201 ve Koç Üniversitesi 301’nci sırada yer almıştı. Altı yıl önceki sıralamada Türkiye; İtalya ve Belçika ile eşit düzeyde iken, Rusya ve İsrail’in önünde yer alıyordu. Bugün ise İran ve Suudi Arabistan’ın gerisinde Mısır ve Pakistan’la aynı seviyede bulunuyor. Tüm bu veriler, iktidarın acil olarak bir üniversite reformu yapması gerektiğini ortaya koyuyor. Akademik kadroların ahbap çavuş ilişkisi ya da siyasi / cemaat bağlılıklarına göre değil, uluslararası ölçekte liyakata göre belirlenmesi; aldıkları kararlar ile üniversitelerin kaderlerini etkileyen rektör seçimlerinin çok titizlikle yapılması gerekiyor.  

DÜNYAYA NİZAM VERECEĞİMİZE, ÇOCUKLARIMIZIN EĞİTİM HAKLARINI VERELİM!

Bugün milletçe üzerinde pek kafa yormasak da, Kovid-19 pandemisinin eğitimde yarattığı tahribatın büyüklüğü ilerleyen yıllarda daha net anlaşılacak. Milli Eğitim Bakanlığı’nın çok övündüğü EBA sistemi, eğitim çağındaki çocukların ezici çoğunluğuna ulaşmıyor. Özellikle köylerde yaşayan çocuklarımıza… Bakınız, fotoğraftaki yer Doğu Anadolu’nun bir dağ köyü değil. İzmir’in Kemalpaşa ilçesine 33 kilometre mesafedeki 170 nüfuslu Hamzababa Köyü… Bu şirin köyün 11 çocuğu, internete ulaşmak ve EBA üzerinden derslerine girmek için her gün yağmur, kar, çamur demeden 1 kilometre yürüyor. Dağ başlında bir yere, barakadan bozma sınıf yapan çocukların yüzlerindeki okuma azmini görüp duygulanmamak elde değil. Pekâlâ… EĞİTİM ANAYASAL BİR HAK Dünyaya hükmeden, haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz Somali’nin IMF’ye olan borcunu bir çırpıda ödeyiveren sayın devletimiz; kendi evlatlarının “Anayasal hakkı” olan eğitim hakkına erişmeleri için neler yapıyor? Kocaman bir hiç! Dünyaya nizam veriyoruz ama devletin okulunda eğitim görecek çocuklarımızın ailelerine; sıvı sabun, kolonya, maske, dezenfektan gibi ihtiyaçların listesini tutuşturmaktan da geri durmuyoruz. Neyse ki Hamzababa Köyü’nün çocuklarının imdadına İzmir Büyükşehir Belediyesi yetişmiş ve Başkan Tunç Soyer’in talimatıyla köy kıraathanesi düzenlenip EBA noktasına dönüştürülmüş. Dağ başındaki soğuk baraka yerine sıcacık bir ortamda derslerini yapan çocuklar, rahat bir soluk almış. Ezcümle… Milli Eğitim Bakanlığı’nın yapması gereken vazifeyi, yerel yönetim üstlenmiş. Başkent Ankara’nın köylerinde de durum farklı değil. Köy çocuklarının imdadına Mansur Yavaş amcaları çare olmuş ve köyleri teker teker ücretsiz internete kavuşturmuş. Bu hizmetleri yapan Başkanlarımızı ayakta alkışlarken, Milli Eğitim Bakanlığı bürokratlarının bu manzaraları izledikten sonra ne düşündüklerini merak ediyorum. Devletimiz, âleme nizam vermeden önce, asli görevlerini yapmalı. İş “okulları kapattık” demekle bitmiyor. Türkiye coğrafyasının her noktasında yaşayan çocuklarımızın eğitim haklarına kavuşmaları için seferber olmak gerekiyor!  

NÜKLEER ENERJİ “YERLİ VE MİLLİ” Mİ?

Bu sütunlarda sıklıkla yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarının önemini, rakamsal veriler eşliğinde masaya yatırıyoruz. Türkiye’nin enerji üretiminde hidrokarbon kaynaklarına olan bağımlılığının, gerçek bir “bekâ sorunu” olduğunu vurguluyoruz. Son yıllarda dillere pelesenk olan “yerli ve milli” kavramlarının, enerji sektörü için taşıdığı hayati öneme dikkat çekiyoruz. 2018 yılı Nisan ayında temeli atılan Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) kapsamında yapılan haberlerde, bu yatırıma bilimsel verilerin kuşkusu ile yaklaşan görüş ve analizleri okumak pek mümkün değil. Akkuyu NGS, 1,200 megavatlık 4 üniteden oluşacak ve toplamda 4,800 megavatlık kurulu güce sahip olacak. Kaynak çeşitliliği sağlayarak enerji arz güvenliğine katkı sağlayacağı belirtilen Akkuyu NGS’nin, işletmeye alındığında Türkiye'nin elektrik ihtiyacının yaklaşık yüzde 10'unu karşılayacağı belirtiliyor. 31 MART 2015’İ HATIRLAYIN CHP’nin Enerji ve Altyapı Yatırımlarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Akın’ın, birkaç hafta önce kamuoyuna açıkladığı Akkuyu Raporu da, kafamızdaki soru çengellerinin sayısını artırdı. Santralin soğutma sistemine ilişkin eleştiriler, deniz canlılığına vereceği zarar, çok yakınından fay hattı geçmesi, üretilecek elektriğin astronomik maliyeti ve alım garantisi ve yapım modeli bu eleştiri başlıklarından birkaçı. Rusya devlet şirketi tarafından; teknolojisinden yakıtına, atığına; yapımından işletilmesine kadar her boyutta Rusya’ya bağımlı olan bu santralın kurulması halinde, Rusya Türkiye’nin doğalgaz, kömür ve petrol gibi enerji girdileri ithalatında üçte bir, toplam enerji arzında ise dörtte bir düzeyinde olan payını daha da artıracak. Kasım 2015’te Rus uçağını düşürmemiz sonrasında, bu ülke ile yaşanan gerginliği anımsayın. O zamanlar kafamızı en çok kurcalayan soru neydi: Rusya doğalgaz vanamızı kapatır mı? Böyle bir olasılığın ne anlama geldiğini görmek isteyenler 31 Mart 2015’te yaşanan enerji felaketini ve ülkenin yüzde 90’ının saatlerce elektriksiz kaldığını hatırlamalı. DUDAK UÇUKLATAN MALİYET? Bugün özelleşmiş elektrik piyasasında bir KW/H elektriğin satış fiyatı 4-5 USD/cent aralığında değişiyor. Son rüzgâr YEKA ihalesini üstlenen Siemens-Türkerler-Kalyon Ortak Girişim Grubu, kuracağı 1000 MW güçte rüzgar enerjisi santrallerinde üreteceği elektriği 3.48 USD/cente satmayı kabul etti. Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğin yarısı için, devletin garanti ettiği alım fiyatı olan 12.35 USD/ cent seviyesi; piyasa ortalamasının 2,5 ilâ 3 kat, rüzgâr enerji santrallerinden üretilen elektrik fiyatının ise 3,6 katı düzeyinde Bu bedeli hepimizin ödeyeceğinden kuşkunuz olmasın. Akkuyu santralinin yılda 38 milyar kilovatsaat elektrik üretilmesi planlanıyor. Bunun yarısı olan 19 milyar kilovatsaat için devletin bir yılda ödeyeceği bedel 2 milyar 346 milyon ABD Doları. Aynı devlet, aynı elektriği piyasa fiyatı olan ortalama 4.5 cent/KWH bedelle alsa, ödeyeceği miktar 855 milyon ABD Dolarına karşılık geliyor. Yani vatandaşın cebinden fazladan yılda 1 milyar 491 milyon ABD Doları, on beş yılda toplam 22,3 milyar dolar yatırımcı Rus şirketine aktarılacak. Yakıtından atığına, yapımından işletilmesine kadar her boyutta Rusya’ya bağımlı olan ve bir Rus şirket tarafından işletilecek bu santralın, Türkiye’ye nükleer teknolojiyi getirmekle kalmayıp geliştireceği ve çağ atlatacağını söyleyenler ne kadar haklı? Yanıtı okurlarımıza bırakıyorum. Ülkemizin iş sağlığı ve güvenliği konusundaki sicilini hatırladığımızda, tedirgin olmamız için çok sebep bulunuyor. Yani iş Sayın Cumhurbaşkanımızın veciz ifadesi ile “Ha balkondaki Aygaz tüpü ha nükleer santral” kıyaslamasındaki kadar basit değil. RUSYA’NIN NÜKLEER DENEYİMİ Ve bence en önemli soru: Rusya, yaşadığı facialarla pek çok kez haberlere konu olan bir ülke. Akkuyu’da kurulacak santralin “En yeni ve en güvenli 3. nesil santrallerden biri olacağı” belirtiliyor. Pekâlâ Rusya’nın kendi topraklarında böyle bir deneyimi var mı? Hayır yok! “Bu deneme tahtası Türkiye’nin boynuna mı asılacak” sorusu haksız bir soru mu sizce? Nükleer yakıt, atık, risk gibi kavramlara aşina olmayan, nükleer santral kurmanın ve işletmenin ne denli ciddi bir iş olduğunu kavramayan, Rusya’da nükleer santrallarla ilgili lisans düzeyinde eğitim alan öğrencilerle hangi düzeyde santral işletmeciliği yapacağımız da bir muamma. Yenilenebilir enerji başlıklarında yaptıkları olumlu çalışmaları duraksamadan alkışladığımız Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bürokrasisinin, bu sorulara bilimsel esasları referans alarak tatmin edici bir yanıt vermesi gerekiyor. Allah korusun, Akkuyu’da yaşanacak bir nükleer felaketin, Türkiye’nin bağımsızlığını kaybetmesine kadar gidecek bir sürecin tetikleyicisi olacağını söylemek bu şartlarda zor değil.  

HAFTANIN SÖZÜ

Parayı kazanmadan harcamaya nasıl hakkımız yoksa, mutluluğu da üretmeden tüketmeye hakkımız yok… Bernard Shaw