“1520, Manisa... Kanunî, babası Yavuz’un cenazesinde / yani ilk kez tahtın gölgesi düştüğünde yüzüne / kartal b...

1520, Manisa... Kanunî, babası Yavuz’un cenazesinde / yani ilk kez tahtın gölgesi düştüğünde yüzüne / kartal bakışlı kara gözlerinde / ve gümüş düğmelerinin aynasında kaftanının / padişahlığının ateşi yanıyordu. / İpek kaftanının altın iplikleri / güneşte sazan balığının pulları gibi parlıyordu...” 1.Selim ve Hafsa Sultan’ın 1494 yılında, Trabzon’da doğan oğulları 1. Süleyman ya da daha çok bilinen adıyla ‘Kanunî Sultan Süleyman’, 26 yaşında tahta çıktığı ve 46 yıl hüküm sürdüğü Osmanlı İmparatorluğu tahtında, imparatorluğun sınırlarını neredeyse ‘tek sancaklı bir dünya beyliğine’ ulaştıran padişah olarak bilinir; “Muhteşem Süleyman” olarak... Osmanlı Hanedanlığı’nın 10. Padişahı... Bir tarihçi hiç kuşkusuz Kanunî’yi siyaset tarihi açısından inceleyebilir. Ancak ben daha çok devlet yöneten bir sanat adamı olarak ele alacağım Sultan Süleyman’ı. Bu yüzden kullandığı mahlas (takma şairlik adı) olan ‘Muhibbî’ dediğimizde, aslında Sultan Süleyman demiş olacağız yazımızda. Çünkü o, dünyayı titreten savaş adamlığıyla, sefere çıktığı ve otağ kurduğu yerlerdeki savaş çadırında yazdığı şiirleriyle her zaman beni şaşırtmıştır. 1287 gazel, 15 muhammes, 30 murabba, 15 kıt’a rubaî, 174 müfred, 1 elifname, 1 terci-i bend ve 1 münacat’tan oluşan ‘Muhibbi Dîvânı’, her şeyden öte bir insanın, nasıl oluyor da; gündüz can alırken, gece aşk dizeleri yazabildiğini göstermesi adına dikkatle incelenmesi gereken bir kalıttır. (Meraklısına küçük bir açıklama; Gazel; Divan edebiyatının en yaygın nazım şekli olup, ‘kadınlara söylenen güzel söz’ anlamına gelir. Muhammes; her konuda yazılabilen, beş dizelik nazım şekli olup; bir düşünce, bir dünya görüşü, övgü, aşk hatta sevgiliyi özleyişi bile konu yapabilir. Son bendde şairler kendi takma adlarını kullanırlar. Murabba; kelime anlamı ‘dörtlük’ olan bu nazım şekli, bent adı verilen dört dizelik kıt'alardan oluşan şiir türüdür. Kıt’a Rubai; Kıt’a, genellikle iki beyitten oluşan nazım biçimidir. Rubai ise, tek dörtlükten oluşur. Müfred; başı ve sonu olmayan tek ve kafiyesiz beyitlere verilen isimdir. Dîvânın sonunda toplanan tek beyit ve mısralara da müfred denir. Bu beyitler kendi başına şiir sayılan ve sadece iki dizeden oluşan beyitlerdir. Elifname; genellikle mısra başlarındaki kelimelerin ilk harflerinin alt alta elif’den ye’ye kadar alfabetik biçimde devam etmesiyle oluşan şiirlere verilen isimdir. Terci-i bend; her bendindeki beyit sayısı genellikle 4 ile 10 arasında olan ve en az üç bendden meydana gelen bir nazım biçimidir. Münacat; Tanrı’nın yüceliklerini anlatan, Tanrı’yı öven ve ona yakarış olarak yazılan, genellikle kaside biçiminde şiirlere verilen addır.) Muhibbî Dîvânı, Sultan Süleyman’ın tahta çıktığı 1520 ile Zigetvar Kuşatması’nda öldüğü 1566 yılları arasında; yani başka bir deyişle 26 yaşından 72 yaşına kadar yazmış olduğu şiirlerden oluşur. Konunun araştırmacıları ve tarihçiler, Kanunî Sultan Süleyman’ın askeri başarılarının yanı sıra sanata da büyük önem verdiğini söylerler. Aslında sanat adına heyecanlı bir dönemdir Sultan Süleyman dönemi... Bâki, Fuzulî, Taşlıcalı Yahya, Lamiî Çelebi, Latifî, Âşık Çelebi bu dönemin sanat adamlarıdır. Şimdilerde ‘bir başka sanat’ olarak algılanan mimarinin dehası kabul edilen Mimar Sinan da bu devrin insanıdır. Bu devri ‘lale devri’ diye bilir çoğu... Ama nedenini düşünmez. Tamam, ne güzel sanat adamları ürünlerini özgürce ortaya koymuşlar, edebiyat kazanmış ama bunları hangi koşullarda yaptıklarına bir göz attığımızda, kafam karışıyor benim. Bu dönemde neler olmuş, kısaca hatırlayalım mı? Sultan, padişahlığının ilk yılında; 1521’de Belgrad'ı alarak Orta Avrupa, bir yıl sonra Rodos'u ele geçirmesiyle Akdeniz hakimiyetinin kapılarını açar. 1526'da Mohaç Meydan Muharebesi'ni kazanır. Aynı yıl 20 Eylül'de Macaristan'ın başşehri Budin'e girer. 1529'da Viyana'yı kuşatır, ancak kenti ele geçiremez. 1532'de çıktığı Almanya seferinde Gratz, Marburg, Gunss gibi Alman kentlerini alır. 1534'te yönünü Doğu'ya çevirir. Bağdat ve Basra'yı, 1535'te Tebriz'i ele geçirir. 1537'deki İtalya seferinde Otranto'ya kadar ilerler. Barbaros Hayrettin Paşa'nın gücüyle Akdeniz'i nerdeyse bir iç denize çevirir. Haçlı donanmasını 27 Eylül 1538'de Preveze'de ağır bir yenilgiye uğratır. Süveyş'te kurduğu donanma ile de Kızıldeniz'i ve Arabistan sahillerini kontrolüne alır. 1543'te Estergon, Nis ve İstolni-Belgrad, 1551'de Trablusgarb'u zapteder. 1553'te Nahcıvan seferlerine çıkar. 1566'da Zigetvar kalesinin zaptı sırasında 72 yaşında ölür. “… su oldu aktı / ateş olup yaktı Kanuni / yeniden yarattı dünyanın kaderini” Şimdi ‘ne var ki bunda’ diyeceksiniz? Ne mi var; anlatayım? Ya da ben anlatmayayım, Sultan Süleyman’ın kendisi anlatsın. Hem de neredeyse herkesin ezbere bildiği o muhteşem insancıl ve yüce dizelerle...Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” (*Günümüz Türkçesiyle ; “Halk, devlete sultan olmayı, en geçerli makam olarak görür / Oysa bir tek sağlıklı nefes, o yüce makamdan daha değerlidir”) Kafam neden karışıyor biliyor musunuz? Askeri deha kabul edilen, girdiği hiç bir savaşı kaybetmeyen Kanuni’nin tüy kaleminden çıkan bu insani yücelik ve ağırbaşlılıktan söz eden dizeler, şairin gündüz ve gecesi arasında büyük bir çelişki olduğunu düşündürüyor bana. Gündüz kılıcının aydınlattığı kanlı bir hayatın insanı gibi görünen Sultan, nasıl oluyor da geceleri, sanki bir kedi okşarmış hissi yaratan o aşk dizelerini yazabiliyor? Belki de kendisi de bunu düşündüğü için şöyle bir şiir bırakmıştır bizlere, kim bilir? Ey Muhibbî, bâşım üzre şûle-i âhım âlem, / Şâh-ı aşkım, sağlı sollu aşk leşkerdir bana!” (*Günümüz Türkçesiyle; "Ey Muhibbî, ahımın ateşinden çıkan parıltı başımın üstünde yükselen bayraktır. Ben aşk padişahıyım; aşk sağımda solumda yer almış askerlerimdir") Doç Dr. Orhan Yavuz’un 2014 yılında tıpkıbasım olarak hazırladığı ‘MuhibbÎ Dîvânı’ adlı çalışmanın tanıtım yazısında, “Şiir; Muhibbî’nin sığındığı, dinlendiği, konuştuğu emniyetli bir yer gibidir” der. Bu açıklama üzerine epey düşündüm. Ne demek ‘sığındığı, dinlendiği emniyetli bir yer’? Belki de bu endişeli durum için de Sultan’ın dizelerine göz atmalıyız? Muhibbî bir şiirinde şöyle seslenir: “Kim kimin muhibbi, kim düşman...” Hiç kuşku yok ki, Sultan Süleyman’ı rahatsız eden bir şey vardı. Dizelerdeki tedirginliği anlamak için uzman olmaya gerek yok ki... Muazzam bir güven sorunu olduğu ortada... Hemen akla, bulunduğu pozisyon, dönemin gerekleri ya da ‘önlem alması gerekiyordu elbet, koskoca cihan padişah herkese güvenmemeliydi zaten’ gibi düşünceler gelebilir. Ancak, benim sözünü ettiğim şey siyasi korunma değil ki, sanatsal dürüstlük... Sanat, gücünü akan çağdan alır. Bu güç, sanatı çağının tanığı yapmaz mı? Örneğin 500 sene sonra ben de Sultan gibi düşünüyorum. “Kim kimin muhibbi, kim düşman?”... Nedenin aynı kötücül kaynaktan çıkarak bizi rahatsız ettiğini söylemem ukalâlık mı olur acaba? Hani Erasmus’un dedikleri aklıma geliyor da ürperiyorum; “Eskiden düşünen insanları ateşe atıp yakarlardı. Şimdi, onları yalnız bırakarak, kendilerini ateşe atmalarına neden oluyorlar”Bahçesinde menekşe ve elma kokusu / gökyüzünde yıldızlar ve Allah / bir de annesi Hafsa Sultan’a benzettiği ay / ve içinde devlet yönettiği mermer tabanlı, kapı kolları som altından dev bir saray / düşündü Süleyman / ne birine kalmıştı bugüne dek dünya / ne de dedi Süleyman / kesilerek bitirilebilir / dünyanın sahibi / yaratan ve yaşatan insan” Kanunî’nin şiirleri ilk kez II. Mahmut’un kendisi de şair olan kızı Adile Sultan tarafından 1891 yılında İstanbul’da bastırılmıştır. Bu dîvânın, Latin harfleriyle basımıysa, 1980 yılında Vahit Çubuk tarafından, “Dîvân-ı Muhibbî - Kanunî Sultan Süleyman’ın Şiirleri” adıyla ve üç cilt halinde yayımlanarak gerçekleşmiştir. Ülkemizde yirmi civarında nüshası olan Divan-ı Muhibbî’lerin sanatsal okuması da şu biçimde yapılabilir belki? Sultan Süleyman’ın toplamda 2 bin 779 gazel formunda şiiri saptanmış olup; şiirlerinde daha çok; aşk, heyecan, tefekkür(inanç) ve kahramanlık konularını işlediği görülür. Sosyal ve siyasi konular hakkında neredeyse bir dizesi bile yoktur. İlginç olansa, din ve tasavvuf üzerine de ‘yok denecek kadar az’ şiir vermiştir Muhibbî... Şiirleri oldukça sade ve dönem Osmanlıcası kullanılarak yazılmıştır. Ancak aynı sözcüğü farklı anlam ve seslenişlerle kullandığı görülür. Bu da Sultan’ın yazı diline hâkim bir kalemi olduğunu göstermesi adına işaretlenmelidir. Peki, bu sanatseverlik Sultan’a nasıl ilham oldu? Savaşçı bir toplum olan Osmanlı’nın sınırlarını tüm tarihi içinde en büyük topraklara ulaştıran Sultan Süleyman’ın bu şiir tutkusu nasıl gelişti? Bu sorunun yanıtını, Sultan’dan önceki padişahta aramalıyız. Süleyman’ın babası Yavuz, işgal ettiği Mısır ve İran’dan sanat adamlarını İstanbul’a getirterek neyi amaçladı tam olarak bilmiyoruz ama bu kültürün oğlu Sultan Süleyman’da bir şiir tutkusu yaratmış olabileceğine inanıyoruz bugün. Hatta ünlü anmalığında Sultan Süleyman’ın; “Yaptığın üç isabetli işi say deseler, biri muhakkak şair Bâki’yi İstanbul’a getirip insanlığa kazandırmamdır” deyişini artık bilmeyen yok gibidir. O kadarla kalsa!... Tarihin en büyük aşklarından biri kabul edilen Sultan Süleyman ve Slav kızı Roxenne ya da herkesin bildiği adıyla Hürrem Sultan’ın da bu gündüzü kan, gecesi şiir kokan dönemden etkilenerek şiirler yazdığını biliyoruz. Divan edebiyatının en büyük isimlerinden biri kabul edilen, sivri dilli ve ustura zekalı şair Bâki’yle, Sultan Süleyman arasındaki bir sürtüşmeden söz ederek yazımızı bitirelim. Avukat Hayati İnanç’ın bir makalesinde okuduğum ‘şiir savaşı’ son derece önemlidir. Hem siyaset, hem sanatçılık arasında sıkışan bir kimliğin çektiği sancıları göstermesi adına bu savaştan söz edelim biraz. Sanatın gücüne şapka çıkaralım. Sultan Süleyman, Bâki’nin; “Bî-vefâ yârin Muhibbî cevrini ma’zûr tut / Yârsız kalır cihânda ayıpsız yâr isteyen” dediği bir şiirinden alınır ve ona karşı bir şiir yazarak, bu sitemini ve onu saray çevresinden uzaklaştırarak, Bursa’ya sürdüğünü bildirmeye yeltenir. “Baki bed / Azm-i bülend / Bursa’ ya red / Nefy-i ebed” (*Günümüz Türkçesiyle; “Bâki kötü adam; yüksek kararım odur ki -memleketi olan- Bursa’ya gönderilsin, bir daha da gözüm görmesin.) Ancak aklında şiirden bıçaklar taşıyan Bâki durur mu? O da bu şiire karşılık bir şiir kaleme alır. N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend olunsa ey Bâkî / Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî / Şâhâ! azminde isbât-ı tehevvür ettin ammâ / Buna fânî dünyâ dirler, ne sen bâkî ne ben bâkî” (*Günümüz Türkçesiyle; Üzme kendini, ne olur ki Sultan’ın yüksek kararı senin Sultân’ın yanından uzaklaştırılman yönünde olsa (bundan bir şey çıkmaz!) / (*Hazret-i Süleyman Peygamber kasdedilerek); dünyâ O’ na (*peygambere) bile kalmadı, bu Süleymân’a mı kalacak? (*Bu isim benzerliği hatırlanmasa düpedüz muhatap Sultan olacaktır) / Padişahım! Kararınızda -sıklıkla bilindiği üzere- gazabınız pek açık biçimde görülüyor (Mâşâallah, iyi de kızıyorsunuz) Amma! / Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.) (Meraklısına Not; Bu şiirden sonra, Sultan Süleyman bu sürgün fermanını kaldırır ve Bâkî İstanbul’da yaşayıp Kanuni’den tam 34 yıl sonra, aynı şehirde ölür. Şu an Eyüp Mezarlığı’nda yatmaktadır.) Uykusu asılı kaldı geceye / baykuşlar kondu bıyıklarına / mezarlıklar gördü karanlıkta / mezar taşları kelebek / her kelebek omuzuna konar gördü, karanlıktı / karanlıktı gece, zindanları gibi Sultan’ın / kesik kafalar yuvarlandı sarayın mermer balkonundan, geceydi / kardeşlerinin kanı aktı parmaklarından, geceydi / tutup parmaklarını soktu geceye, baykuşlar öttü, karanlıktı / karanlıktı, geceydi / zamanların en uzun gecesi biterken / sadece bir insandı / sarayının mermer pervazında / iki eliyle yüzünü kapatmış ağlayan / ağlayan ve yıldızlara bakan Süleyman”