1900’lerin başında dünyayı etkileyen en önemli iki olaydan biri, 1917 Rus Bolşevik Devrimi, bir diğeriyse Birinci Dün...

1900’lerin başında dünyayı etkileyen en önemli iki olaydan biri, 1917 Rus Bolşevik Devrimi, bir diğeriyse Birinci Dünya Savaşı’ydı. Bu iki etkilenim merkezi; politik, ekonomik ya da coğrafi dengeleri değiştirdiği gibi dünya sanatını da tam karnından vurmuştu. Bu darbe sanatta başlıca iki eğilime neden oldu: Birinci eğilim, çağın bunalımından, dengelerin bozulmasından örgütlenmiş sanatla kurtulacağını sanan bir zihniyeti savunurken, bir diğer eğilim bu bunalımlardan kendisini, bilinçaltını kurcalayarak, sistemleri hiçe sayarak kurtulacağını iddia ediyordu. Yani birine “toplumcu sanat” dersek, diğer eğilime de “bireyci sanat” demek çok da yanlış sayılmaz. Bu yazımda daha çok karmaşık, anlamsız, saçma eylemlerle (pek de doğru anlaşıldığını düşünmediğim) ikinci eğilimden yani “dada” anlayışından söz edeceğim. Her ne kadar uçsuz bucaksız bir sistemsizlik gibi görünse de, başı sonu belli değil gibi dursa da dilim döndüğünce anlatmayı deneyeceğim dadayı. Çoğu çevrelerin dada anlayışının kurucusu olarak selamladığı Tristan Tzara adlı genç Macar şair, 1950 yılının Mayıs ayında, Ribemond-Dessaignes’in hazırladığı bir radyo programına konuk olur. Der ki Tzara; “…dadanın nasıl olduğunu anlamak için, bir yandan Birinci Dünya Savaşı sırasında bir grup gencin; adına İsviçre denilen o hapishanedeki ruh halini; öte yandan o devirdeki sanat ve edebiyatın entelektüel düzeyini bilmek gerekir. 1916-1917 yıllarında savaş hiç bitmeyecekmiş gibiydi, sonu gelmiyordu bir türlü. Öyle ki uzaktan uzağa, benim ve arkadaşlarımın gözünde daha da büyüyordu. Tiksinti ve başkaldırımız böyle başladı. “Ütopik eylemsizlik” tuzağına düşmemeye çok dikkat ederek, savaşa kesinlikle karşı çıkıyorduk. Savaşı ortadan kaldırmak için önce onun kökünün kazınması, onu yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini biliyorduk. İçimizde sabırsız bir yaşamak arzusu vardı ve ‘çağdaş’ denilen uygarlığın bütün kuruluşlarından, hatta temelinden, mantığından, dilinden, estetik değerlerinin tümünden nefret ediyorduk… Dada, bir gerekliliğin çocuğudur. Onur, aile, sanat, din, özgürlük ve bunlar gibi insanî özlemleri yanıtlayan nice kavramlar ve kurumlar savaş psikolojisi yüzünden, emilmiş, sömürülmüş ve birer kemik yığınına dönüştürülmüştü. İlk anlam ve içerikleri yok edilmişti. Hani Descartes’in şu ünlü sözü, “benden önce insanların var olduğunu bilmek bile istemem” sözünü bayrak yapıp, yayınlarımızdan birinin başına koymuştuk. Dünyaya yeni bir gözle bakmak isteğimiz, bizden öncekilerin dayattığı doğruyu ve diğer değer yargılarını sınavdan geçirmek isteğimiz anlamına geliyordu bu…” Tzara’nın dedikleri son derece mantıklı görünüyor ancak dadacılar manifestolarını ilan edip, eyleme geçtikleri zaman; aslında kafalarının nasıl karışık olduğunu, mantıksızlığın mantığının da mantıksız olacağını ıskaladıklarını ve sonu birçoğunun intiharıyla gelen büyük bir umutsuzluk taşıdıklarını öfke, küfür ve şiddetle izleyecektir bütün dünya. Sürüp giden Birinci Dünya Savaşı, özellikle daha önce bu boyutta savaş görmemiş genç kuşakta (özellikle sanatla uğraşan genç kuşakta) derin yılgınlık doğuruyor ve etkin bir karşı duruşu tetikliyordu. Bu karşı duruş, “yüzeyi”, o anı ya da şimdiyi düzenlemek / çözmek yerine, savaşı külliyen ortadan kaldırmak fikrini de yanı sıra getiriyordu. Çünkü savaşla birlik, tümüyle yozlaşmış toplumsal değerlerin temelini oluşturan itki, düpedüz burjuvazi ve insani değerleri hiçe sayan burjuva kültürüydü. O halde bütün kurum ve kuruluşlarıyla burjuvaziyi söküp atmak ve gerçek erdeme uygun yeni bir anlamı keşfetmek gerekliydi. Her şeyiyle çürümüş böylesi bir kültürün sanatı da elbette ki yozlaşmış ve çürümüştür. Çünkü bu sanatta yapmacıklık, aşırı duyarlılık, tüketim ve sömürünün yeni dengeleri için savaşı pompalamak insansal olan her şeyin üstünde tutuluyor ve bu yoz estetik beğeni, sanatın her alanında egemen kılınıyordu. Öyleyse burjuvazinin bütün kurum ve kuruluşlarını yıkmak gerektiği gibi, onun yoz sanatını da yıkmak gerekiyordu. Bu mantıklı zemin elbette ki birdenbire ortaya çıkmadı. Tzara ve diğer kafası karışıklar hayran oldukları Baudelaire ve Rimbaud’un da etkisinde kaldılar. Örneğin Baudelaire; “… acımasız ve dayatılan yasaların yeni kurbanları olarak, yaşadığımızı sandığımız bu yerde geberip gideceğiz… Din mi? Ondan söz etmeyi ve ona sığınmayı gereksiz buluyorum. Tanrıyı reddetmek için zaman ayırmak bile başlı başına rezilce…” dememiş miydi? Ya da, “… şu dünyada her yerden suç fışkırıyor: gazetelerden, duvarlardan, insanların yüzlerinden.” (“Soyunmuş Yürek” şiirinden) Şimdi bu psikolojiye biraz uzaktan bakalım. Zaten bir fiske vurulsa gümlemeye ve her şeyi yerle bir etmeye hazırım. Bir de üstüne böyle kışkırtıcı düşüncelerle beslenirsem… dadacı olmam da ne olurum ben? Baudelaire’e böyle yaklaşılırken, Rimbaud da çok farklı değerlendirilmiyordu. “Cehennemde Bir Mevsim” adlı çalışmasında bas bas bağırıyordu şair Rimbaund: “Cumhuriyetler, krallar, ordular… Yeter be yeter! Sömürgeler halklar canınıza ot tıkansın; Avrupa, Asya, Amerika… yerin dibine batın hepiniz… Hepinize ve benim olmayan yasalarınıza karşı silahımı kuşandım…” Koskoca Rimbaud bu kadarla kalır mı? Salvo ateşe devam: “… bir kurbağa gibi yaşadım. Aşağılık bir soy oldum hep. Her şeyim aşağılıktı. Aklım, bilimim, ulusum… Gidiyorum artık buralardan… Kime kiralasam kendimi? Hangi hayvana tapsam? Hangi mübareğe saldırsam? Hangi kalbi kırsam? … Hangi kanda yürüsem? En çok şu yasalardan kendimi korumalıyım… Sürü yasalarından, hayatımı başkalarının yaşamasından korumalıyım en çok... Sizler, kafadan sakatlar, yırtıcı hayvanlar, görsenize; bu zavallı halk sıtma ve kanser soluyor her gün. Hadi durmayın, ateş edin, ateş edin üstüme. Hayır alçaklar, hayır! Onu da size bırakmayacağım. Atların ayakları altına atıyorum kendimi. Kendimi, kendim öldürüyorum” (Kötü Kan ) Eyvah eyvah! Dada mantığı yavaş yavaş kendini ‘feda mantığına’ dönüştürüyor galiba? Bu noktada biraz durup dadanın diğer beslenme kaynaklarına bir göz atalım.Dada, gerçek anlamda bir muhalefet hareketi, bir fikirler karmaşası değildir. Dada daha çok olumsuzlamaktır. Tanım olarak uzlaşmazlık gösterir yani biraz tuhaf görülse de; aslında dada hiçbir şey anlatmaz” der incelemeci Jean-Marie Gleize. Peki nedir bu dada dedikleri anlayış? Dada; Birinci Dünya Savaşı’nın az öncesinden başlayıp 30’lu yılların İkinci Dünya Savaşı’na uzanan günlerine kadar çoğu zaman karanlıklar ve zavallı çırpınmalar içinde, her türlü ürün açısından son derece verimli, gerçeküstücü ‘rönesansı’ hazırlayan bir tür Ortaçağ gibi görünmüştür. Ancak çok ilginçtir ki; dada hareketi edebiyat ve resim tarihçileri için var olmasına vardır ya, dünya kolektif hafızasında ‘somut ve açık’ bir şekilde yer almaz. Hafızanın yok edilmesi konusunda dadacılar başarı sağlamıştır denebilir. Çünkü 1918 manifestolarında bu konunun üstünde ısrarla durmuşlardır. “… Dada hiçbir şey anlatmaz. Beynin ve toplumsal örgütlenmenin bölmelerini yok ediyoruz. Görülen her şey sahtedir çünkü… Sistemlerin tümüne karşıyız. En kabul edilebilir sistem, hiçbir sisteme sahip olmamaktır… Merhamet yoktur. Yıkımdan sonra bize kalan saf ve temiz bir insanlık umudu olabilir ancak…” Yani en anlaşılır haliyle dada akımı; insanların savaşın getirdiği yıkımdan umutsuzluğa düşmüş, hiçbir burjuva kurum ve değerinin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal tepkilerinin sonucuydu. Bu akımın özü, dünyasal değerlerin boşunalığı üzerineydi. Çünkü bu değerler burjuvanın değerleriydi ve burjuva sınıfı savaşı alkışlıyordu. Bu durumda da dadacılar hayatın sınırlayışlarını aşabilmek için, hangi düzenle ilgili olursa olsun, bütün geleneksel buyrukları çiğnemek istiyorlardı. Bu arada sanatı da yerle bir etmek gerekiyordu onlara göre. Neden? Savaş, bütün saygın değerleri, bütün kazanılmış durumları yerle bir etmiştir de ondan. Ayrıca insanlığın kıyımı için birleşen seçkin (!) sınıf, bilimi yakıp yıkma araçlarının keşfi saymaktadır artık da ondan. Dada dünya savaşının barbarlığına karşı olduğu kadar, savaşın etkisiyle oluşmuş gündelik hayattaki entelektüel vurdumduymazlığa ve sanatsal katılığa da karşıydı. Bu anlamda mantıksızlık ve var olan sanatsal düzeneklerin reddinden daha doğru bir sanat anlayışı olamazdı. Dadacılar öncelikle ulusal olandan başlayarak sınırları yok etmeyi istediler. Hareket iki büyük savaş arifesindeki umutsuzluktan ateş almıştı. Dadanın; özünde her şeyi reddeden sanat anlayışı, açıklanması zor ve kafaları en çok karıştıran eylemidir. Dadacılar sanat anlayışları için diyorlardı ki; “…burjuva sanatının inkarı, en başta o sanatı yıkmanın sanatını yapma olasılığı ve de yaşamı oluşturan her şeyin sanatını yıkma olasılığını içinde barındırmalıdır. Yani dada sanatı ‘sanat biçimi olarak sanatsızlık yapmaktır.’ ” Ötede , ‘düşünce ağızda oluşur’ diyen Tzara, sanatsal ifade dilinin de bunalımda olduğunu ve yeni bir anlatım diline ihtiyaç duyulduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Anladığımız o ki; dada sanatı, sanat sözcüğüne ölümcül bir kuşkuyla yaklaşmaktadır. 1900’lerin başında hava kan ve barut kokmaktadır. Bu ortamda dadacılar, kaybolmak istemeyen hayvanlar gibi direnerek, ‘insanlığı temsil etmeye’ çabaladıklarını düşünmüşlerdir. Bu yüzden çevrelerinde var olanı reddeden yapay ve yeni bir çevre kurmaya çalışmışlardır. Ve onlara göre dünyanın içinde olduğu pisliğe karşı, geleneksel mantık ölçüleriyle açıklanamayan yeni bir mantık ya da ‘mantıksızlık’ direnmenin tek yoludur. Ancak burjuvazinin kokuşmuş kişi ve kurumları onların göz önünde durmasına izin vermediğinden, onlar da şimdiki karşılığıyla ‘komando’ gibi vur-kaç eylemlerine yönelirler. Onlara göre gündelik yaşamda ilişkiler bile sertleşmiş, kibarlık, erdem ve tüm insani değerler savaş psikolojisi içinde barbarlaşmıştır. Her şey bitmektedir ama her şey… Dünyanın yeni baştan ve sistemler üstü bir elle yeniden kurgulanması gerekmektedir. Bu da hiç bir bilinen sistemle gerçekleşemeyeceği için… bu dünya lanetlenmelidir. Dadacılarla, burjuvazi çürümüşlüğü arasındaki çekişme, dramatik bir şekilde burjuvazinin egemen üstünlüğünü gösterdiğinden, dadacı ile ölüm arasındaki uzaklık ürkütücü derecede yakındır. (Not; Dadacıların bir çoğu içine girdikleri çağ bunalımını aşamamış ve intihar etmişlerdir. Ancak dada sanatçısı, kendi zavallı bulduğu yaşamını nasıl ‘sanatsal bir esere dönüştürmeye çalışmışsa’, ölümünü de sanatına alet edecek kadar karamsardır. Ya da cesurdur, ya da delidir. Belki de kahramandır… bilmiyorum. Ama kafamın içinde huzursuz bir yumru oluşuyor bu hikayeleri düşündükçe, o kesin.) Dadacı diyordu ki; “…gelecek yoktur. Bu yüzden bizden kalıcı şeyler beklenemez. Kalıcı olmak, yarını düşünmek ya da onu kurmakla ilgilidir. Bizim içinse bunun anlamı koskoca bir hiçtir. Çünkü “yarın” koskoca bir hiçtir. Mantıksal olarak bizden sonra bir yeni dada hareketi daha oluşamaz. Çünkü uluslararası savaşlar ve burjuvazi toplumsal dengeleri sürekli tahrip etmektedir. Öyleyse ruhsal yalnızlığa sürüklenen insanoğlu can sıkıntısından kendini yok edecek, savaş çılgınlığına koşarak gidecektir. Yani bize yakıştırılan mantıksızlığı aslında sistemlerin kendileri pompalamaktadır. Yani dada devrimcidir ve kendi yaptığı devrimin en büyük muhalifidir aynı zamanda. Yaşasın dada, kahrolsun dada!” Hans Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Jano, Otto Morach, Emmy Hennings’in de aralarında olduğu 12 kişilik bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı, 8 Şubat 1916’da, İsviçre Zürih’te, Hugo Ball’ın Terrasse Kafe’sinde toplanıp dada bildirisini ilan ettiler: “…kültürün önemli bir kısmının temsilcisi olarak manen ve madden hakkımızı talep ediyoruz. Biz, sanatçılar, ülkenin ideolojik gelişmesine katılmak, hatta devleti ele geçirmek istiyoruz. Bunun için üzerimize düşeni yapacağız… Bildiriyoruz ki; günümüz kanunlarını ana çizgileriyle sanatsal olarak yeni baştan düzenleyeceğiz. Soyut sanatın hayaleti, insanoğlunun muazzam özgürlük duygusunun genişliğini temsil eder. Beynin ve toplumsal örgütün tüm çekmecelerini kırıyoruz. Her şeyi alt üst edip; cennetin elini cehenneme, cehennemin gözlerini cennete fırlatıyoruz ve evrensel bir sirkin doğurgan çarkını her bireyin gerçek düşlerine yeniden yerleştiriyoruz… Baktığımız her şey sahte. Yemekten sonra ha pasta yemişsin, ha kiraz, varılacak sonuç aynı şey bizim için. Hiç önemi yok yani… Sistemler saçmalıktır. İlke olarak kabul edilebilir tek sistem sistemsizliktir… Bunun gibi şeyler…” Dada ismi de, anlayışları gibi şans eseri buldukları bir isimdir. Terrasse Kafe’de bildiriyi ilan ettikleri sıra, anlayışlarına henüz bir ad bulamamışlardır. Tristan Tzara elinde bir mektup açacağıyla önündeki Larousse’u rastgele karıştırırken, mektup açacağını birdenbire ansiklopediye sokup ilgili sayfayı açıverir. İlginç bir sözcük çıkar karşısına: DADA. Hem anlamsız, hem de çocuksu, insanî… Hani çocuğun değnekten atına ‘deh, deh’ demesi gibi bi’şey… (Bu sözcük aynı zamanda Fransızcada ‘tahta at’ , ‘sallanan oyuncak at’ anlamına da gelir.) Gözleri parlar Tzara’nın ve bu tuhaf ismi anlayışlarının adı olarak diğerlerine önerir. Hepsi ‘Dada’ adını oy birliğiyle kabul ederler. Tam da arayıp bulamadıkları gibidir bu isim. Boğuk, dengesiz, şaşırtıcı ve kışkırtıcı… Çünkü dadacılar ne istiyordu? Şaşırtmak ve burjuvazi toplumunu kökünden sarsmak… Estetikçiliği yerle bir etmek, burjuva değerlerini cehenneme göndermek… (DEVAM EDECEK)