Onca yıl ekranda konuştum, ses gelmedi!

Onca yıl ekranda konuştum, ses gelmedi!

Onca kez yazdım, yine ses gelmedi!

Ses” beklediğim sadece belediyeler değildi. İzmir’de her makam, her siyasetçi, gazeteci, akademisyen, iş dünyası, esnaf dünyası, polis, asker ve en çok da Ege Ordusu Komutanlığı’ydı. Orgeneral Hurşit Tolon varken Ege Ordusu Komutanlığı duyarlılığını her fırsatta gösterirdi ama son yıllarda asker – sivil arasına “buz kalıpları” sokuldu. (Bu konuyu daha sonra yazmalıyım sanırım.)

Ses” çıkarılmayan konu “Halkapınar Şehitliği!”

Ne yazık ki 9 Eylül 1922’nin “İzmir’e ilk adımı” bugün mahzun ve terk edilmiş görünümde. Üstelik 9 Eylül 1922’nin 100. yılındayız.

Yüzüncü yılındayız ama bir tek Allah’ın kulundan bu şehitliğe gönderme duymadım, okumadım.

Oysa… Oysa o kadar önemli ki o şehitlik! Her “İzmirliyim” diyenin, çoluğunu çocuğunu tutup elinden, sık sık götürmesi gereken bir yer.

9 Eylül 1922 Cumartesi günü, gözleri açık, başları “birer ok gibi” İzmir’i işaret eden şehitler neden “unutuldu?” Kim cevap verecek bu soruma yanıt? Vali mi, belediye başkanları mı, vekiller mi, askerler mi kim, kim, kim?

Fahrettin Altay Paşa o dört şehidi “Başları birer ok gibi naaşları İzmir’i işaret ediyordu.” diye anlatmıştı.

Halkapınar’da şimdiki Meslek Fabrikası’nın önünden geçerken vurulmuşlardı. 10 günde 350 kilometre yolu “İzmir aşkıyla” aç, susuz, postalsız yürümüşlerdi. Al kanlara boyandıklarında, Yüzbaşı Şerafettin’in İzmir’de yeniden şanlı bayrağı dalgalandıracağından emindiler ama 100 yıl sonra “hatırlanmayacaklarını” eminim beklemiyorlardı.

Hele hatıralarına atfen yapılmış anıtın, iğrenç şekilde bir lüks inşaat tarafından gölgeleneceğini ummuyorlardı. Ne güzel duvarlarına rölyefler yapılmıştı, yıkıldı, yenilenmedi. Zahmet buyurup gidin kendi gözlerinizle görün yerlerde neler var…

Kurtuluştan sonra her 9 Eylül’de “Vali, Kumandan ve Reis” İzmirli yurttaşlarla birlikte Halkapınar’a koşarlardı sabahın çok erken saatlerinde. Çünkü hepsi yaşamıştı işgalin o acı günlerini, iş birlikçilerin onursuzluklarını. Öz yurtlarında “garip guraba” kalmışlardı. Onları yeniden “özgür” kılan bu “şehit yavrucaklardı!”

Kurtuluş coşkusunun sönmediği zamanlarda, örneğin 8 Eylül 1924 tarihli Ahenk Gazetesi’nde “Yarın 9 Eylül Kurtuluş Bayramımızdır, İhtifal (anma) ve Tezahürat Nasıl Olacak?” haberinde bakın ne yazıyor: “Sabah saat sekizden dokuz buçuğa kadar Halkapınar’daki şehitlerimizin kabrinde hatm-i şerif (Kur’an-ı Kerim) okunacak. Süvarilerimiz İzmir’e girmek vaziyetini alacaklar.”

9 Eylül aynı zamanda “Halkapınar şehitleri” demekti.

Bazı ahmakların “dinsizlikle” suçladıkları 1922 sonrasında İzmir, şehitlerini “hatm-i şerif” okuyarak anardı. 100 yıl sonra ise, üç kuruşluk menfaatleri adına, o İzmir’in en kutsal anıtı “gölgelendi.” Halkapınar Şehitliği’ne “düşürülen” gölge kalkmaz artık. O kazuletler de yıkılmaz. Keşke izin verilmeseydi de o alan “açık tarih parkı” olsaydı. Anıtla bütünlüğü olan muhteşem bir sosyal faaliyet alanı.

Neyse, önünden sık geçiyorum, yine geçtim, aklıma geldi yazmak istedim.

İzmir Valisi beyefendiye, Büyükşehir ve Konak Belediyesi’nin değerli başkanlarına, siyasi partilerin tümünün örgüt başkanlarına, Ege Ordusu Komutanı paşaya rica ediyorum. 54 yaşında, “arka mahalleden” çıkma “gazeteci” ve daha önemlisi o şehitlikte tören yaşamış bir İzmirli olarak rica ediyorum. Eylül ayında “Halkapınar’da yatan yavrucakları” unutmayın.

Hiç olmazsa bu Eylül unutmayın. Tekrar ediyorum: 9 Eylül’ün anlamı Halkapınar Şehitliği’nde yatan yavrucakların kutsallığındadır.

DESTEK” DERKEN EFENDİLER?

Yukarıdaki yazıyla doğrudan ilgisi olmasa da 8500 yaşındaki İzmir için artık ciddi konuşma ve özeleştiri isteme zamanı gelmedi mi acaba? Geçen gün bir haberde okudum İzmir’in “sermaye başkanları” bir araya gelip adına da şöyle en cafcaflısından “başkanlar kurulu” dedikleri yapıyla kamuoyuna açıklama lütfetmişler. Demişler ki: “Biz Kemeraltı’nı pek seviyoruz, girmesek de, parmağımızı oynatmasak da, yazları Çeşme’ye, kışları yeni “trend” Üçkuyular’daki ucube beton yığını AVM’ye de gitsek Kemeraltı candır, UNESCO listesine girme mücadelesini de acayip destekliyoruz!”

Dikkate alınmaz mı bu “destek” yahu? Bir de adı “başkanlar kurulu” olunca, tüylerimiz diken diken etkilendik yani icabında. Ben de mi etkilendim? Hayır tabii ki, çoğunun doğduğu, hâlâ da doydukları kentlerine “aidiyet” sorunu yaşayan bu muhteremlerin, İzmir kimliğinin vazgeçilmez simgesi Kemeraltı konusundaki “destek” ifadelerine acı acı güldüm.

Biliyorum ki biri bile, okuyacakları halde iki kelam etmeyecek. Ama ben yine de kayıt düşüreyim tarihe. O “başkanlar kurulu başkanları” geçen hafta Kemeraltı’nda sırrı belli ama çözülmeyen şadırvan yıkımına ne dedi? Ya da en son ne zaman Basmane’den girip Konak Meydanı’na yürüdüler? İzmir tarihi konusunda “romantizm” dışında ne konuşuyorlar? İzmir ve tarih yan yana getirildiğinde, “kültür” farkındalığından önce “turizm” gelirlerini önemsemekten başka ne düşünüyorlar? Bunca zenginliklerine rağmen, kaçı “dedesinin” evini restore ettirip, bir “anı evi” şeklinde gelecek kuşaklara bıraktı? İzmir’de kurdukları bir “araştırma vakfı” var mı?

Aralarında EGEV var, peki İzmir’de kaç yurttaş EGEV’i biliyor? 1999’da konuştuklarından daha farklı ne konuşuyorlar? İzmirli iş insanı Cem Bakioğlu, Ege Orman Vakfı ile sosyal mücadele veriyor. Yine İzmirli iş insanı Lucien Arkas, damarlarındaki Avrupalı Levanten kanı etkisiyle kültüre canla başla hizmet ediyor. Peki bu “Başkanlar Kurulu” denilen yapı Kemeraltı konusunda ne düşünüyor? Hangisi konuklarını Kemeraltı’na götürüyor? Hangisi çalışanlarına eğer veriyorlarsa, hediyeleri Kemeraltı’ndan alıyor? Ben iş insanları arasında, dedesinin Kemeraltı’nda milletin üzerine yıkılma tehlikesi bulunan metruk olmuş fabrikasını, belediyeye kakalamak isteyenleri de hatırlıyorum.

Kemeraltı UNESCO listesine girsin elbette. Ama bir şehir düşünün, Kemeraltı denince “muktedirler” hemen çorbacıya gidip “çene suyu terbiyeli çorba” içiyor. Kemeraltı, Basmane, Damlacık, Eşrefpaşa, Tepecik, Değirmendağı, İkiçeşmelik ne halde biliyor mu acaba “Başkanlar Kurulu?”

Hadi geçtim, bu “Başkanlar Kurulu Başkanları” acaba İzmir’in “emperyalistlerden” ve “yerli iş birlikçilerinden” kurtuluşunun 100. yılı hakkında ne düşünüyor, planlıyor?

Ha pardon onlar sadece “toplanırlar” ve “desteklerler” yıllardır değil mi?

Valla ben bir şey yazmadım, siz gelecek yazıyı bekleyin. Bu “destek” lafını kurcalayıp yeniden “İzmir sermayesi ve İzmir aidiyeti” yazılarına başlayım. Geçen sefer yazdığımda bazıları “aidiyet” sözcünü “hakaret” sanmış, buna da güldüm. Kent aidiyetini merak edenler Sıtkı Şükürer’i arayıp sorsun.

PAZARTESİYE…

  • Bornova, Bayraklı, Karşıyaka ve Çiğil’de kiralık ve satılık emlak piyasasında insanlık onurunu apaçık yerle yeksan edenleri teşhir edeceğim. Bugün yazmadım ama pazartesi size Bornova’dan bir “insanlık ayıbı” yazacağım.

  • Geçen hafta Konak Belediyesi’nin restore edip kent kültür ve sanatına açtığı yapının sokağında metruk bir tarihi ev yandı, bitti, kül oldu. Buna da “münferit” bakanlar oldu. Lakin duyduklarım öyle değil. Bakalım o yangın alanı temizlenince “birilerinin” otoparkı ya da açık satış alanı olacak mı? “Hadi canım!” demeyin, Basmane’de yıllardır hem de devletin gözü önünde öyle “imha ve tahripler” yapıldı ki?