Yazar, yönetmen, senarist Rıza Kıraç’ın 12 yıl önce yayımlanan ‘Film İcabı’ adlı çalışması İthaki Yayınları’ndan ‘Kif...

Yazar, yönetmen, senarist Rıza Kıraç’ın 12 yıl önce yayımlanan ‘Film İcabı’ adlı çalışması İthaki Yayınları’ndan ‘Kifayetsiz Pastoral’ adıyla yeniden yayımlandı. Yıllar sonra hacmi genişleyen ve güncellenen kitapla ilgili Kıraç’a sorular yönelttik. Yazarla, kitapta söz ettiği filmleri ve yapmak istediklerini konuştuk. Kıraç, romandan sinemaya “Vurun Kahpeye” ve “Ağır Roman” kitaplarının özel bir yer ifade ettiğini belirterek sinemanın etkisine güzel örnekler olabileceğini kaydetti. Sayın Kıraç, “Film İcabı” kitabınızı neredeyse 12 yıl sonra okuyucuyla “Kifayetsiz Pastoral” adıyla buluşturdunuz. Kitabı konuşacağız ama önce kişisel bir soru. 12 yıl önceki Rıza Kıraç’a bakma fırsatı bulduğunuzu düşünerek soruyorum. 12 yıl önceki Kıraç’ı nasıl buldunuz? Bütün çelişkilere rağmen iyi buldum. Sadece geçen bu zamanda yaşadığım ülkeye benzemekten korkuyorum. O kadar çok nefret, öfke ve şiddetle söylemiyle iç içe yaşıyoruz ki insani duygularımızın katılaşmasından, düşünme, yazma, üretme heyecanımızı kaybetmekten korkuyorum. Şu ana kadar bütün olumsuzluklara rağmen çalışmaya devam ettim, romanlar, öyküler, sinema yazıları, eğitimler, seminerlerle ve çekeme fırsatı bulamasam da uzun metraj senaryolar yazmaya devam ettim. Fiziksel yorgunlukla başa çıkabilirim ama zihinsel yorgunluktan dolayı bazı şeyleri bir süre sonra terk edebilirim. Artık alabalıklar gibi akıntıya karşı yüzebilecek gücüm kalmadı. Yine, az önceki soruyla bağlantılı olarak devam edeceğim. Kitapta sözgelimi Atilla Dorsay’ın, “Arkadaş” (1974-Yılmaz Güney) filmi hakkında fikirlerini iki yazısında karşılaştırıyorsunuz ve film hakkında fikirlerinin değiştiğini ifade ediyorsunuz. Aradan geçen 12 yılda bazı filmler ve konular hakkında benzer durum sizin için geçerli oldu mu? Filmlerle ilgili eleştirel bakışımda çok önemli bir değişim olmadı ama üslup ve dil konusunda ciddi bir değişim olduğunun farkındaydım. Bunun da olması gerekiyor. Sinema eleştirisi yazmak bilimsel bir iş değildir, sanatsal bir bakış açısından bahsediyoruz. Bu sübjektif bir olgu. Bir filmi birçok açıdan eleştirebiliriz, benim eleştirel yaklaşımım politik ve ideolojik bakış açısından yola çıkarak gerçekleşiyor. Böyle bir olunca mecburen bilimsel meselelere kafa yormak, araştırmak gerekiyor. Yine de en önemlisi eleştiri retoriği üzerinde düşünüp metnin kendisinin edebi bir değeri olması için çabalamak ve hatta metnin kendisini retorikten kurtarmak! Bunu ne kadar yapabildiğimden emin değilim. Kitapta edebiyat-sinema ilişkisine ilginç bir bakış açınız var. Örneğin Halide Edip’in “Vurun Kahpeye” romanına değindiniz… Romanın daha önce yayımlanmış olmasına rağmen filmin daha büyük bir etki yarattığından söz ediyorsunuz. (1949 uyarlaması) Bunu biraz açar mısınız? Nasıl oluyor da yayımlanan bir roman yasaklanmıyor da film yasaklanıyor ve saldırıya uğruyor? Vurun Kahpeye tefrika olarak 1923 yıllında yayımlanıyor, 1926 yılında kitap olarak basılıyor. Türkiye’de okuryazar sayısı çok fazla değil, buna rağmen en çok konuşulan, neyi, nasıl anlattığı bilenen bir roman. Ama derdini yetkin anlatan bir film olarak izleyiciyle buluştuğunda etkisi çok daha büyük oluyor. Bir yandan da Avrupa’daki faşist dalganın Türkiye’ye de yansıdığını söyleyebiliriz. Yani aradan geçen yaklaşık yirmi beş yılda Türkiye muhafazakârlaşmış. Önyargılar, dini tabular ve özelikle ideolojik tavır alışlar devlet kademesine kadar yola almış. Aslında sinemanın gücünü göstermesi açısından güzel bir örnektir. Yine çok ilginç bulduğum bir edebiyat-sinema ilişkisine örnek bir değerlendirmeniz var ki, o da “Ağır Roman” filmi üzerinedir. Açıkçası, romanı çok sevdiğiniz anlaşılıyor ve filmin romanın düzeyine ulaşmamasıyla ilgili artarda eleştirilerinizi sıralıyorsunuz. Yönetmen Altıoklar ve yazar Kaçan’ın senaryoyu birlikte yazmış olmalarına rağmen romanın havasını yakalayamamaları neyle açıklanabilir? Ağır Roman bence edebiyatımız başyapıtlarından biri. Filmde, kitabın büyülü gerçekçiliği görülmezden geliyordu. Senaryoyu Metin Kaçan’la yazmışlardı ama çekilen birçok plan, sekans kurgu aşamasında filmden çıkarılmıştı. Filmin kurgusuyla birlikte olaya ve karaktere yaklaşımda ideolojik sorunlar vardı. Popüler bir film yapma sevdasıyla ortadaki hikâye heba ediliyordu. Oysa ortada çok güçlü bir dönem eleştirisi yapma fırsatı vardı. Romandan bağımsız söylüyorum, o duygunun yakalanması hâlâ çok zor. Reha Erdem’in “Jin” filmine kısaca da olsa değinmişsiniz. Filme yönelik iki farklı eleştiri içeriğinden söz etmişsiniz. Benzer bir durumu “Büyük Adam Küçük Aşk”ta Handan İpekçi’nin de yaşadığını hatırlıyorum. Sinemada, edebiyatta, siyasette ve hatta ekonomide Kürtleri konuşurken birden reflekslerin açığa çıkması durumundan yakın zamanda kurtulacağımıza dair umudunuz var mı? Film izlerken önyargıları bir tarafa atıp olayların gelişmesine, neden sonuç ilişkisine odaklanmak gerekiyor. Politik filmlerde seyirciler, karakterlerin kendi istedikleri tavırları almasını istiyor. Oysa politik filmler bize başka bir bakış açısı sunar. Türkler de Kürtler de politik bir film izlediğinde kendi duygularını tatmin edecek karakter, olay örgüsü ve sonuç istiyor. Katarsis yaşamak istiyor, büyük duygular, milliyetçi hezeyanlar bekliyor. Bunlara ancak propaganda filmlerinde rastlarız. Milliyetçiliğin körüklendiği dönemlerde hep bir düşmana ihtiyaç duyulacak, bugün Kürtler, yarın Ermeniler, zaman gelir Yunanlılar olur. Bu yüzden umutlu değilim, düşünme biçimimizi değişmedikçe kendi eksikliklerimizden yola çıkarak düşman yaratmaya devam edeceğiz. Çalışmanızda “Milli Sinema” ve farklı adlarla anılan dinsel sinema akımı epeyce yer tutuyor. 12 Eylül’ün etkileri ve ANAP’ın “muhafazakâr” değerlere alan açması üzerinde duruyorsunuz. Nihayet 18 yıldır siyasal İslam kökenli bir iktidar tarafından yönetiliyoruz. Milli Sinema AK Parti iktidarı döneminde nasıl bir süreklilik izledi? Yaklaşık iki yıldır Milli Sinema ve İslami Sinema üzerine çalışıyorum. Hemen hemen bütün filmleri yeniden izledim, çünkü bir kitap olacak bu çalışma. 1980’ler ve 2000’li yıllar İslami, muhafazakâr sinemanın yükseliş yılları. 2005’le 2014 arası finans kaynağı önemli ölçüde Fethullah Gülen hareketiydi. Onların ülkeyi terk etmesiyle İslami film sayısında epey azalma oldu. Bu filmlerin birçoğunun estetik değerleri yerlerde sürünüyordu. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra birkaç filmde “lider güzellemesi” yapıldı ve hemen arkası kesildi. Çünkü bu filmlerin öngörüsü yoktu, öğütleri vardı. Sinema sadece propaganda amacıyla yapıldığında, tasvip ettiğiniz bir şey bile olsa sade suya tirit tadı veriyor. Son olarak, siz portre-biyografi çalışmaları da yapan bir yazarsınız. Açıkçası 1970’leri, özellikle Lütfi Akad’ı (tabii Akad’ın önceki zamanını da) anlatırken biraz daha heyecanlı buldum sizi. İlk kitapta da bunu düşünmüştüm. 1970’lerin sinema ortamı düzey olarak sinemamızda nasıl bir aşamayı ifade ediyor? Aslında beni heyecanlandıran 1960’lı yılların sineması. O kalitenin yansımasını 1970’lerde de görüyoruz. Yeşilçam’da bütün olumsuzluklara rağmen usta yönetmenlerin en nitelikli filmlerin üretildiği yıllar bunlar. Sinemanın gramerini çözmüşler, artık arıyorlar, duyguyu, tekniği, karakteri geliştirmeye çalışıyorlar. Üstelik bunu yaparken piyasanın ihtiyaçlarına da yanıt veriyorlar. Böyle bir sürecin tekrar yaşanması imkânsız artık. Bitmeyen Yol, Sevmek Zamanı, Bir Türk’e Gönül Verdim, Vesikalı Yarim, Üç Tekerlekli Bisiklet, Otobüs Yolcuları, Karanlıkta Uyananlar, Ah Güzel İstanbul, bu filmler sadece birkaçı… Sinemadan anlayan herkesi bu filmler heyecanlandırır. Son olarak dedim ama asıl son bu olsun. ‘12 Eylül ve sinemamız’ konusu hâlâ konuşuluyor. İslami sinemaya neler kattığını anlatıyorsunuz. Soldan gelen yönetmenlerin bazılarının filmleri için de “12 Eylül sendromu” ifadesini kullanıyorsunuz. Her şeye rağmen, yönetmenlerin umutsuz, karamsar bir havada film çekmelerinin siyasal-toplumsal atmosferle bağı yok mu? Siyasal-toplumsal atmosferle elbette bağlantısı var ama 1960’ların sonuna doğru Türkiye’de Sarter, Camus hararetle tartışılıyor. 1970’li yıllarda varoluşçu eğilimde öyküler, romanlar yazılmaya başlamış. Yani edebiyatta kendini gösteren ama solcuların bir yandan okuyup kimilerinin burun kıvırdığı bir akım varoluşçuluk. Sinemada 12 Eylül’den sonra edebiyatta da sinemada da bunun izlerini görüyoruz. Bence 12 Eylül sonrasını anlatan en iyi iki film Ömer Kavur’un Gece Yolculuğu’yla, Erden Kıral’ın Av Zamanı. İki film üzerinde ayrıca durmak gerekiyor çünkü birbirlerinin antitezi. Ama bu ayrı bir inceleme konusu. 12 Eylül sanatçılara, entelektüellere, muhaliflere suçlu muamelesi yaptı, bugün benzer bir durum yaşıyoruz. Bu yüzden o yıllarda üretilen filmlerin izdüşümünü bugünkü yönetmenlerde de görebiliyoruz. Yani düşünce olarak ürkekleşiyoruz, muhafazakârlaşıyoruz. Kendi gölgemizden korkuyoruz.