Türk iş dünyası ekonomik krizlere fazlasıyla alışkın. Geçmişte Türkiye ya da küresel kaynaklı pek çok krizle ustalıkla baş edebilen iş dünyamız, Koronavirüs deneyimini de öğrenmeye çalışıyor. Hem iş...

Türk iş dünyası ekonomik krizlere fazlasıyla alışkın. Geçmişte Türkiye ya da küresel kaynaklı pek çok krizle ustalıkla baş edebilen iş dünyamız, Koronavirüs deneyimini de öğrenmeye çalışıyor. Hem işletmelerini açık ve ayakta tutmak hem çalışanlarının sorumluluklarını üstlenmek hem de devlete karşı edimlerini yerine getirmekle meşguller. Ancak işleri gerçekten kolay değil. Hem arzın hem talebin aynı anda şok yaşadığı, üretim-tüketim zincirinin büyük ölçüde koptuğu bir dönem yaşıyoruz. Kimsenin hesabında ve öngörüsünde olmayan bir durum bu… Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın virüs salgınının ekoomideki etkisini azaltacak önlemler dizisini, geçen iki haftaki yazılarımızda enine boyuna masaya yatırmıştık. Ancak “önlem” diye açıklananan manzumenin, yarayı tedavi etmenin çok uzağında olduğu görülüyor. Finansman kaynaklarına erşimde ciddi sıkıntı yaşayan iş dünyasının merakla beklediği, “ancak her nedense yüksek sesle dile getirmediği” bir çıkış noktası var: Parasal hacmi 200 milyar liraya yaklaşan ve devreden KDV alacakları… “Her nedense” vurgusunu yazımın sonunda açıklayacağım.

 MESELENİN KISA ÖZETİ

Bazı okurlarımız için mekanizmayı sadeleştirmekte yarar olsa gerek… Kendinizi bir işletme sahibi olarak düşünün. Katma Değer Vergisi (KDV); satın aldığınız mal ve hizmetler üzerinden alınan ve kamu bütçesinde çok önemli paya sahip dolaylı bir dolaylı vergi… KDV’nin gerçek ödeyicisi, o malın ya da hizmetin nihai tüketicisi kimse o oluyor. Nihai tüketiciye ulaşıncaya kadar olan tüm aşamalardaki üretici ve satıcılarda, satış bedeli üzerinden farklı oranlarda hesaplanıp tahsil edilen KDV’den, önceki safhalarda ödenen KDV’ler indiriliyor. İndirim sonrası kalan fark Maliye lehine ise mükellefler vergiyi bağlı bulundukları vergi dairesine ödüyor. Şayet fark mükellef lehine ise sonraki döneme devrediliyor ve mükelleflere iade ediliyor. Bugün itibarıyla özellikle ihracat yapan firmaların devreden KDV tutarları 190 ilâ 200 milyar lira tutarında. Gerçekten çok yüksek bir rakam bu. Şöyle bir kıyaslama yapalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki hafta açıkladığı ve pek çok maddesi ödemelerin öne çekilmesi ya da ötelenmesinden oluşan önlem paketinin finansal büyüklüğü 100 Milyar TL seviyesinde. Şirketlerin devreden KDV alacakları ise bunun yaklaşık iki katı.

TOPLAM KREDİLERİN YÜZDE 10’U

Alacaklarını tahsil edemeyen firmalar, finansman ihtiyaçlarını ya yüksek faizle kredi çekerek karşılama yoluna gidiyorlar ya da… Evet, ya da ödemiyorlar. Her işletme ödemelerini aksatmaya hatta durdurmaya başladığı anda piyasanın motorları şak diye duruyor. Şimdi gelelim yazımızın başındaki “her nedense” vurgusuna… Evet, normal koşullarda ortalığı ayağa kaldırması gereken iş dünyası, bu konuda neden sessiz kalmayı tercih ediyor? Öyle ya, işletmeler hakları olan bu parayı tahsil edebilseler, korona virüs gibi öngörülemeyen kriz durumlarında çok daha az zarar görebilir, ellerindeki kaynağı en azından mevcut yapılarını korumada hatta yeni istihdam sağlamada kullanabilirler. Bir başka gariplik de şurada: Devreden KDV alacaklarının toplamı, Türkiye’deki toplam kurumsal kredi büyüklüğünün kabaca yüzde 10’una karşılık geliyor. Yani sadece işletmeler değil bankacılık sistemi de risk altında. Alınan kredilerdeki batak oranı arttıkça, bankaların sermaye rasyoları da bundan olumsuz etkilenme potansiyeline sahip. Kamu otoritesi bu ödemeleri yaptığı anda, paranın önemli bir bölümü kredi ödemelerine gideceği için gıcırdayan çarkların yağlanması ve hızlanması mümkün olabilecek.

ALACAK KAĞIT ÜZERİNDE

İlginç değil mi? İş dünyasının bu konuda dikkat çeken sessizliğe bürünmesinin özel bir sebebi olmalıydı. Maliye bürokrasisinde uzun yıllar Baş Müfettiş olarak görev aldıktan sonra, iş hayatını İzmir’de Yeminli Mali Müşavir olarak sürdüren, her iki cepheyi de çok iyi tanıyan bir üstad ağabeyimle bu konuyu konuşayım istedim. Kahveleri yudumladıktan sonra bıyık altından güldü ve cevabı yapıştırdı. “Bahsettiğin KDV alacağı fiktif, yani kağıt üzerinde olan ama gerçekte olmayan bir para” dedi. Ve ekledi: “2019 bütçe gerçekleşmelerine bak. Hedeflenen bütçe açığının iki katına yaklaşıldı, yılı 124 Milyar TL ile kapattık. İmar Barışı, bedelli askerlik, Merkez Bankası’nda adeta el konulan ihtiyat akçesi olmasaydı, açık iki kattan fazla olacaktı. İşte senin o neden verilmiyor dediğin vergi iadesi, bütçeyi zorla da olsa ayakta tutan para. İhracat arttıkça daha da artan bir alacaktan söz ediyoruz. Maliye de iş dünyası da o paranın ödenemeyeceğini biliyor. Maliye, ‘Devreden KDV iade edilemez’ diye yanlış kurgulanan bir kurala sığınıyor. Maliye Bakanlığı ‘KDV Bakanlığı’ değil ki… Mükellefler devlete sadece KDV ödemiyor. Bir işletme irili ufaklı onlarca çeşit vergi ödüyor.

PEKİ NE YAPMALI?

Bu vergilerde gerçek bir mahsuplaşma ve kalıcı barış sağlanamazsa, sorunun çözümü hiçbir zaman mümkün olmaz. Özellikle ihracat yapan firmalarımızı nerdeyse tamamı tertemiz bilançoya sahip olan, vergisini ve sigortasını zamanında ödeyen ve ödemek zorunda olan firmalarımız. Devlet, mükellefini ‘potansiyel vergi kaçakçısı’ olarak görmeyi bırakmalı. Tüm vergi ve sigorta ödemelerinde mahsuplaşma getirilirse, bu işten devlet de kazançlı çıkar.” Korona virüs etkisiyle 2020 yılında vergi tahakkuk ve tahsilatlarında şok düşüşler olması kaçınılmaz. Ancak maşallah kadim devletimiz itibarından tasarruf etmiyor, para yutma makinesi gibi çalışmaya devam ediyor. İş dünyasının KDV alacakları da galiba bir başka bahara kalmaya aday görünüyor…

DEVLETE BAĞIŞLANAN PARAYI VERGİDEN DÜŞMEK AYIP OLUYOR

Sayın Cumhurbaşkanının “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” temalı bağış kampanyası tartışmaların odağında olmayı sürdürüyor. Her yurttaş özgür iradesi ile bu kampanyaya destek verip vermemekte elbette serbest. Ancak konunun pek konuşulmayan birkaç boyutu var. Birincisi, iletişimi doğru yönetilmeyen bir kampanyadan söz ediyoruz. Bu yazının kaleme alındığı dakikada bağışlanan miktarın 1 milyar 64 milyon TL olduğu anlaşılıyor. Merak eden okurlar “www.bizbizeyeteriz.gov.tr” adresinden güncel verileri takip edebilirler. Bağış tutarının içinde cep telefonlarından SMS ile yapılanların oranı 34 milyon TL’ye, yani kabaca yüzde 3’lük bir orana karşılık geliyor.

“BAĞIŞ” NE DEMEK?

Kalan yüzde 97’lik bağışı kurumsal şirketler ve kamu kurumları yapmış. Merkez Bankası, 100 milyon TL bağış ile listenin en başında… Aralarında kamu şirketlerinin de olduğu bu kurumlarca yapılan ayni ve nakdi bağışların her kuruşu, Maliye Bakanlığı’na verecekleri beyannamelerdeki vergi matrahlarından şakır şakır düşülecek. Yani 2019 yılı bilanço döneminde kâr eden ve bu kârdan Gelir ya da Kurumlar Vergisi ödemeye hazırlanan mükellefler, bağlı bulundukları vergi dairelerine yatıracakları paraları bu kampanyaya yatıracaklar. Sonra da “Ülkemiz için elimizi taşın altına koyduk” diyerek havalarını atacaklar. Gerçekten de ayıp oluyor! “Bağış” dediğimiz kavramın temelinde, “karşılıksız ve gönülden yapılan” vurgusu öne çıkar. Sağ cepteki parayı çıkarıp sol cebe koymak, üstüne üstlük bunun havasını atmak bana göre etik ilkelerle bağdaşmıyor. Olan Maliye Bakanlığı’na oluyor. Bakanlık, bu kampanyanın zımnen en büyük destekçisi konumuna yükseliyor. Vergi gelirleri, bu kampanyadan toplanan tutar kadar azalacak. Bakanlığın çareyi yine yüksek faizle borçlanmada ya da yeni yeni isimlerle karşımıza çıkacak vergileri salmada bulacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

BÜTÇENİN BİNDE BİRİ

Kampanyada yapılan iletişim hatalarının başında ise, bizzat Sayın Cumhurbaşkanı tarafından Kurtuluş Savaşı yıllarında yayınlanan Tekâlif-i Milliye (Milli Yükümlülükler) kararlarına benzetilmesi yatıyor. Bu benzetme ile Türkiye’nin varlık-yokluk mücadelesine girdiği ve kasasının tamtakır olduğu bir anlamda itiraf ediliyor. Tekâlif-i Milliye kapsamında devlete ayni ya da nakdi bağışta bulunan vatandaşa, üç sene sonra bağışlarının fazlasıyla iade edildiğini sanırım hatırlatmama gerek yok. 2020 bütçe büyüklüğü 1.1 trilyon lira olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bunun binde birine ancak ulaşan bir bağış kampanyasına, bu derecede önem atfetmesi anlamsızlaşıyor. Sayın Cumhurbaşkanının konuşma metinlerini hazırlayan ekibin, liderlerinin ağzından çıkan cümlelerin nerelere varabileceği konusunda hesap hatası yapmamaları gerekiyor.

TAHKİMATTA YAPILAN HATA

Ve bir başka hata… “Suriyeliler için bugüne kadar 40 milyar dolar (Bugünkü kurla 270 milyar lira) harcadık, gerekirse bir 40 milyar dolar daha harcarız” cümlesini kıvançla kuran, “Kanal İstanbul’un 100 milyar TL’lik maliyetini gerekirse milli bütçeden karşılarız” diyen siyasi iktidarın; dara düşen vatandaşı için yardım kampanyası başlatması, iyi niyetli olsa da en azından şık değil. “Bu devlet için askerliğimi yaptım, vergimi ve sigortamı ödüyorum, hak etmediğim hiçbir şey istemedim. Suriyeliler’i sekiz senedir kör kuruş almadan besleyip büyüten devletim, dara düştüğümde bana ve aileme üç ay bakamayacak mı?” sorusunu soran vatandaşa, herkesin verecek bir cevabı olmalı değil mi? Ezcümle, bu kampanyanın başarıya ulaşması bizleri elbette mutlu eder. Ancak yola çıkılırken tahkimatta yapılan hataların, daha sonra maliyet olarak geriye döndüğünü de unutmamak gerekiyor.

KİŞİ BAŞINA GELİRDE 13 YIL ÖNCESİNDEYİZ

Korona virüsün Türk ekonomisinde yaptığı tahribatın ölçüsünün ne olacağı bilinmiyor. Bu kritik sorunun yanıtı, hayatın ne zaman normale döneceğinde düğümleniyor. Bu sütunlarda, son 10 yılda kişi başına milli gelirde yaşanan düşüş trendini pek çok kez sorguladığımızı anımsayacaksınız. Korona hayhuyu içinde pek konuşulmayan meselelerden biri de milli gelir oldu. 2019 sonunda elimize gelen karne pek parlak değil. Ancak yine kayıtlara geçirelim isterseniz… Türkiye, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılını 3 bin 400 dolar kişi başına milli gelir rakamıyla kapatmıştı. Sonraki yıllar bol sıcak para, yüksek faiz, düşük kur, değerli TL politikasının da etkisi ile bu milli gelir 2013 yılında 12 bin 480 dolara kadar yükselmişti. (Aradaki yıllarda hesaplama yöntemlerinde yapılan oynamaların tartışmasına girmiyor, TÜİK verilerini esas alıyorum.) 2019 sonunda bu gelir, 2007'deki 9 bin 656 dolarlık seviyenin gerisine, 9 bin 127 dolara geriledi. Son 6 yıllık düşüş 3 bin 353 dolar, 1 yıllık düşüş ise 566 dolar oldu. Kişi başı milli gelirde 6 yıldaki kayıp yüzde 26,9, bir yıldaki kayıp ise yüzde 5,8 oldu. 2019 yılında sadece yüzde 0,9 büyüyebilen büyüme oranı, 2009 yılındaki büyük küresel krizin etkisi ile yaşanan yüzde 4,8’lik küçülme sonrasında, 10 yılda elde edilen en düşük büyüme olarak kayıtlara geçti. Göçmenleri ile birlikte yaklaşık 88 milyonluk bir nüfusu doyurmak ve cebine para koymak zorunda olan Türkiye için gelirin düşmesi, fakirleşmek ile eş anlamlı. Bir zamanlar dillerden düşmeyen “2023’te 25 Bin Dolar Milli Gelir Hedefi” söylemlerinin gerçekçi olmadığı o yıllarda belliydi. Çok yazıp çizdik, “ulaşılabilir hedefler koyulmalı” diye… Bugün hatırlanmak bile istenmeyen o uçuk hedeflerin çok çok uzağındayız. İşimiz gerçekten çok zor. Yakında “orta gelir tuzağındayız” söylemlerini bile geride bırakabilir, başladığımız yere dönebiliriz. Bizden söylemesi.