Bizim gibi köşe haberi yazanların “ben demiştim” demeleri ayıp karşılanır, ama geleneği biraz esnetmek zorundayım. Çok değil daha birkaç hafta önce (Ege Telgraf 20,1,2020) bu köşede “Emperyalizmin AB...

Bizim gibi köşe haberi yazanların “ben demiştim” demeleri ayıp karşılanır, ama geleneği biraz esnetmek zorundayım. Çok değil daha birkaç hafta önce (Ege Telgraf 20,1,2020) bu köşede “Emperyalizmin ABD’li olanı kötü, Rus olanı iyi mi?” diye sormuştuk… Keza üç hafta önce (Ege Telgraf 10,2,2020) “ABD ile Rusya arasında pinpon topu muyuz?” başlığında, Suriye’de yaşananlardan hareketle, bir o yöne bir bu yöne savrulan dış politikamıza dikkat çekmiştik. Ve büyük felaket iyice canımızı yakmaya başladı. Suriye’nin kan çanağına dönen İdlib kentinde 34 Mehmetçiğimiz, kalleşçe bir hava saldırısı sonucunda şehit düştü. Tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve ulusumuza başsağlığı diliyorum. Askerlerimizi şehit edenler, mermilerini bile Rusya’nın verdiği Suriye savaş uçakları… Ve aynı Rusya, Suriye hava sahasını uçaklarımıza kapatmış durumda. Ve aynı Rusya ile beş yıldır can ciğer durumdayız. 2015 yılında, Rus savaş uçağını düşürmemizden bugüne, bu ülke ile tam anlamıyla asimetrik ilişkiye girdik. Kaç kez özürler diledik, hayatını kaybeden pilotun cenazesini askeri törenlerle bile uğurladık. Rus uçağının düşürülmesinde sorumluluğu FETÖ’nün üzerine yıkıp kurtulduk. 1952 yılından bugüne içinde olduğumuz NATO’yu elimizin tersi ile ittik, hava savunma sistemimizin anahtarlarını Rusya’ya teslim ettik... Bu yoksul milletin kıt kaynaklarından 2.5 milyar dolar harcadık, kullanmayacağımız, daha doğrusu kullanmamızın mümkün olmadığı S-400 hava savunma sistemlerini satın aldık.

// DAHA İKİ AY ÖNCE…

Parasını ödediğimiz F-35 savaş uçakları ABD tarafından verilmeyince, çareyi Ruslar’ın SU 57 uçaklarında aramaya başladık. Mersin-Akkuyu’da halen inşaatı devam eden Nükleer Güç Santrali’nin (NGS) ihalesini Rusya’ya verdik. Bu santralde üretilecek elektriği 2023 yılından itibaren 15 yıl yüksek fiyattan satın alma garantisine imza attık. Sinop’ta inşa edilecek santrali de büyük olasılıkla Ruslar’a yaptıracağız. Ve Türk Akım… Bu köşeden defalarca aktarmıştık. Rakamlar ortada, bu hattan gelecek doğalgaza kesinlikle ihtiyacımız yok. Sırf Ruslar’ın gönlünü eyleyelim diye Karadeniz’in altına boru hattı döşemelerine ses çıkarmadık. Rus gazını, Avrupa ülkelerine verdiklerinin iki katına yakın bir fiyatla satın alıyoruz. Daha iki ay bile olmadı, 8 Ocak 2020’de Putin ile kol kola girerek bu hattın açılışını yaptık… İki gün önce 34 askerimizi şehit eden Putin’den bahsediyorum. Suriye’de PKK-YPG terör örgütlerine destek verdiklerini bildiğimiz ve hatta bunu gözümüze soktukları halde; ortak devriyeler attık, ittifak halinde olduğumuzu söyledik. Libya’da da aynı şekilde, Rusya’nın güdümünde bir politika sergiliyoruz. Hülâsa, adamlar ne istedilerse yaptık ama domates satmayı bile beceremedik. Sayın Cumhurbaşkanı ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in yıl içinde kaç kez yüz yüze ve telefonla görüştüğünün sayısı bile anımsanıyoruz bile. // PUTİN 2015’TE NE DEMİŞTİ? Ancak ortada kabak gibi duran bir gerçek de şu: Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2015 yılı Aralık ayında, uçak düşürme krizinden birkaç gün sonra yıllık ulusa sesleniş konuşmasında söylediği maalesef pek çok kez doğrulanıyor… “Onlara yaptıkları şeyi defalarca hatırlatacağız ve yaptıklarından dolayı defalarca pişman olacaklar” demişti Putin… Peki ya sonuç? Rusya’nın emri altındaki Beşar Esad güçleri, askerlerimize saldırarak, yılbaşından bugüne 54 askerimizi şehit ediyor ve Rusya’ya tek kelime edemiyoruz. Mehmetimizi şehit eden uçakların kalkış yaptıkları üsleri kafalarına yıkamıyoruz. Çünkü İsrail’in Suriye’de hava operasyonu yapmasına ses çıkaramayan Rusya, savaş uçaklarımızı hava sahasına sokmuyor. Bu arada, yine birkaç ay önce Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na hakaret dolu mektup gönderen yüzsüz Trump, okyanus ötesinden selam çakmakta gecikmiyor. NATO müttefikliğine vurgu yapıyor, “Yanınızdayız” masalları okuyor. ABD Başkanı hakaret dolu mektup yazıyor, “Ekonominizi batırırım” diyor, haklı infial yaşıyoruz, Rusya’ya yanaşıyoruz… Mehmetçiklerimiz şehit ediliyor, Rusya ile kötü oluyoruz, hadi bakalım tekrar ABD’ye yanaşıyoruz… Düne kadar posta koyduğumuz NATO’dan yardım istiyoruz, elimizde Rusya’nın S-400 hava savunma sistemi varken, ABD’den hava savunma sistemi talep ediyoruz. Yıllardır “Katil Eset’ten kaçtıkları” için kucak açtığımız, 40 milyar dolar harcayarak besleyip büyüttüğümüz Suriyeliler’e bir gecede “sınırları açtım, Avrupa’ya gidebilirsiniz” diyoruz. Deniz yolunu kullananların Ege’nin soğuk sularında ölmelerine göz yumuyoruz. Bir o duvara bir bu duvara çarpan Türk dış politikası, tarihinin en hazin dönemini yaşıyor. // BU BATAKLIĞA NASIL GİRDİK? Basında yazılıp çizilenlere bakmayın, askerlerimizin Suriye’de ne işi olduğu, Türk halkı tarafından daha fazla sorgulanıyor bu aralar… Pekâlâ bu Suriye bataklığına nasıl girdik? Bunun için zaman makinesini 2011 yılı Mart ayına, Suriye’de iç çatışmaların başladığı zamana sarmak gerekiyor. “Kardeşim” dediğimiz, vizeleri kaldırdığımız, futbol maçları organize ettiğimiz, ticaretimizdeki payı giderek artan, Cumhurbaşkanlarının ailece tatil yaptığı (bizzat ben 2008 yazında Bodrum’da tanık oldum) iki ülkeydi Türkiye ve Suriye… Her şey güllük gülistanlıktı. 2011 yılı itibarıyla, Suriye’de emperyalist operasyon için düğmeye basıldı. Mezhepsel ayrılıklar kaşınmaya başlanmıştı. Sınırlarımıza kadar dayanan “Arap Baharı”nın yeni durağının Suriye olduğuna kesin gözle bakılıyordu. Ne demişti ABD’nin zenci Dışişleri Bakanı Condelazza Rice o vakitler? Kısaca BOP olarak adlandırılan, sonrasında Kuzey Afrika’nın da dâhil edildiği Büyük Ortadoğu Projesi ile “pek çok ülkenin sınırları değişecek”ti. Hatırladınız değil mi? Hani şu bizim Eşbaşkanı olduğumuz BOP’tan bahsediyorum. Kadın ne dediyse bire bir yaşandı. // MACERACI SÖYLEMLER… Bu aralar Suriye ile ilgili akıl daneleri saçmakta beis görmeyen, dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davudoğlu Suriye politikasının gerçek mimarıydı. Bir sabah kalktık ki, “Kardeşim Esat”, olmuştu size “Katil Eset”… Ve birkaç hafta sonra “Emevi Camisi’nde namaz kılma” hayalleri kuran dış politika yapıcılarımız, kendilerine yapılan uyarılara kulak asmadılar. “Suriye’nin toprak bütünlüğünü Türkiye için varlık yokluk meselesidir” diyenlere dudak büktüler, “monşer” diye hakaret ettiler. “Suriye’nin bütünlüğü bozulursa, sınırımızın dibinde yeni bir Peşaver (*) yaratılır, terör bataklığı oluşturulur. Emperyalist ülkeler, kuklalarını bırakıp defolur gider, Türkiye onlarca yıl sürecek bir sorunla baş başa bırakılır” diyenlere, etmedik laf bırakmadılar. Daha birkaç sene önce, burnumuzun dibindeki Irak’ta yaşanan felaketten ders almamıştık. “Esat’ın politikasından bize ne?” diye soranlara, “Suriye’de yaşananlar iç işimiz” cevabı verdiler. “Yahu Beşar Esat’a gelene kadar, Ortadoğu’da sayısız eli kanlı diktatör var, hepsine biz mi ayar vereceğiz” diyenlere, “dış politika cahili” yaftası yapıştırdılar. “Stratejik Derinlik” ve “Değerli Yalnızlık” olarak adlandırılan iki deli saçması yaklaşım, 700 yıllık köklü bir geleneğe sahip Türk dış politikasını duvara toslattı. // VE, DEĞERLİ (!) YALNIZLIK… Herkesle kavgalı ede ede, “değersiz yalnızlık”a ulaşmış oluyorduk. Türk dış politikası; dün söylediğini bugün inkâr eden, dün sarıldığına bugün yumruk atan, dün hakaret ettiğinden bugün yardım talep eden noktaya savruldu. Savruluş devam ediyor. Şimdi bu devasa sorunun nasıl çözüleceğini bile bilmiyoruz. Hem Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyoruz, hem Suriye devleti ile savaşıyoruz. 15 bini aşkın Mehmetçiğimiz daracık bir alanda sıkışarak, hiçbir hava desteği olmaksızın kaderi ile baş başa kalmış durumda. Türkiye, 2011 yılında gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemişti. Suriye’de olabilecekleri öngörememiş, mezhepçi bakış açısına teslim olmuştu. Beşar Esat’ı sevip sevmemek bizim işimiz değildi. Ama onun ülkesinin başında kalıp kalmaması, Suriye halkının vereceği bir karardı. Gerekirse canın yine cehenneme diyebilirdik. Teröristbaşı Öcalan’a ev sahipliği yapan babasına, 1998 yılında hak ettiği cevabı vermiştik. Biz, en uzun ve en sorunsuz sınıra sahip olduğumuz bu ülkede yaşanacak felaketi önlemek, henüz başlangıç aşamasında olan iç savaşı durdurmak için ne yapıp edip, elimizden gelen tüm çabayı göstermeliydik… ABD’nin, Rusya’nın, AB’nin ne dediğine bakmadan, Suriye iç savaşında KESİNLİKLE TARAF TUTMAMALIYDIK. Ama yapmadık… Aynı hataları yapa yapa farklı sonuç elde etmeye çabaladık. Ve olan Suriye’de canını dişine takan gencecik evlatlarımıza oldu. Bu felaketin ne zaman ve ne şekilde sonlanacağını bile bilmeden bedel ödemeye devam edeceğiz… (*) Peşaver, Afganistan ile Pakistan arasında yer alan, kağıt üzerinde Pakistan sınırları içinde yer almasına rağmen, hiçbir ülkenin egemenlik kuramadığı bir bölge... Tıpkı Kuzey Suriye gibi… Peşaver’deki bu sahipsizliği çok iyi kullanan terör örgütleri, bölgeyi adeta bir kuluçka merkezi gibi kullanıyor, dünyanın dört bir yanına terör ihraç ediliyor.

ÇEŞMELİ TURİZMCİLERİN KENDİ MUHAKEMELERİ YOK MU?

Gazeteciliğe başladığımız 90’lı yıllardan bugüne İzmir’de temcit pilavı gibi ısıtılıp önümüze getirilen konuların başında Alaçatı Havalimanı geliyordu. “Ne işe yarayacağı, kime hizmet edeceği, turizme katkısının ne olacağı” gibi soru çengelleri 25 yıldır havada asılı kalıyordu. Son olarak AKP hükümetinin gündeme getirdiği ve adını “Ekrem Pakdemirli Havalimanı” koyduğu projenin ihalesi geçen sene yapılmıştı. İhaleyi alan firma faaliyete başlamaya hazırlanıyordu. Dikkatli okurlar anımsayacaktır… Bu köşede pek çok kez adı geçen havalimanının ölü doğacağını, uzun yıllar bu yoksul milletin sırtında habis bir ur gibi kalacağını vurgulamıştım. Benzeri havalimanlarından da örnekler vermiştim. // ERSOY’DAN SON NOKTA… Birkaç kodaman işadamının uçağı inip kalksın diye, bu yoksul milletin kaynaklarının heba edileceğini söyleyen ben, bazı Çeşmeli turizmcilerden ve esnaf temsilcilerinden eleştiri almıştım. Projeye en büyük desteği, her yerel seçimde müzmin AKP adayı olup bir türlü hayaline kavuşamayan Çeşme Esnaf Odası’nın Eski Başkanı Mustafa Cenger veriyordu. Allah var, sadece Çeşme Turistik Otelciler Birliği (ÇEŞTOB) Başkanı Sayın Yakup Demir bu yatırıma tereddütle yaklaşmıştı. Ve geçen hafta.. Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Mehmet Ersoy, bu deli saçması yatırıma son noktayı koydu. Sektörü hepimizden daha iyi tanıyan ve büyük bir turizm şirketinin sahibi olan Sayın Bakan, Hürriyet Yazarı ve havacılık uzmanı Uğur Cebeci’nin köşesinde yer alan ifadesinde, “Oraya bir havalimanı yapılmasına ne gerek var. İzmir’de Adnan Menderes Havalimanı yeterli. Üstelik arada şahane bir otoyol var” diyor. // DHMİ’NİN OLUMSUZ RAPORU Devlet Havalimanları İşletmesi’nin de bu yatırımla ilgili dikkat çeken itirazları da var. Sakız Adası’na 13 deniz mili, Sisam Adası’na 29 deniz mili, İstanbul-Atina FIR hattına 11 deniz mili mesafedeki bu havalimanına inip kalkan uçaklar, Yunan hava sahasına girmek zorunda kalacak. Ayrıca havalimanı çevresindeki onlarca rüzgâr enerji santrali de iniş-kalkışlar için büyük tehlike oluşturacak. Bakan Ersoy’un açıklamalarını okuyunca derin bir oh çektim. Doğrusu, projeye canhıraş destek veren bazı turizmciler şimdi ne düşünüyor, çok merak ediyorum. O gün destek verenlerin, bugün Bakan ile aynı düşüncede olacaklarını söylemek güç değil. Aklı, bilimi, mantığı bir kenara bırakarak; Hükümetin her söylediğine kafa sallayanların söyleyecek iki çift sözü olmalı değil mi? Merakla bekliyoruz… // EKREM HOCA RAHAT UYUYACAK Ve kısa bir not daha: Alaçatı Havalimanı’na ismi verilen Prof. Dr. Ekrem Pakdemirli ile sağlığında pek çok kez haber yaptım, TV programlarıma konuk ettim. Özal hükümetlerinin değişmez Bakanı olan Ekrem Hoca, zehir gibi bir matematik zekâya sahipti. En önem verdiği konuların başında kamu kaymaklarının verimli ve tasarruflu kullanılması gelirdi. Aynı zamanda girişimci bir adamdı. Torbalı’da tarımsal üretim yaptığı bir çiftlik ve Çanaakkale’de biyodizel tesisi kurmuştu. Ekrem Hoca, kendi adını taşıyacak bu ölü yatırımı duysa eminim çok üzülür, yapılmamasını isterdi. Projenin iptal edilmesi ile Ekrem Hoca’nın kemikleri sızlamayacak…

İZTO’NUN UR-GE PROJELERİ

Geçen haftaki köşe haberimizin başlığı “İzmir iş dünyası UR-GE projelerine şaşırtıcı derecede ilgisiz” olmuştu. İş dünyası örgütlerinin bu konudaki ataletini eleştirirken, Ege İhracatçı Birlikleri’nin devam eden Uluslararası Rekabetçiliğin Geliştirilmesinin Desteklenmesi (UR-GE) projelerini belirtmiş ve alkışlamıştık. İzmir Ticaret Odası (İZTO) Basın Danışmanı, meslektaşımız Nihal Aşkın, bu konuda bir düzeltme yapmamızı rica etti. Elbette hiçbir kuruma ya da kuruluşa haksızlık etmek gibi bir niyetimiz olamaz. Amacımız, pek çok şehirde tanık olunan UR-GE ve kümelenme başarılarının, neden İzmir’de görülmediği sorusunu sormaktı. Nihal’in verdiği bilgilere göre, bugüne kadar Plastik, Kuyumculuk, Ayakkabıcılık, Gelinlik-Damatlık, Kimya ve Tıbbi Malzemeler sektörlerinde UR-GE projeleri gerçekleştirilmiş durumda. Devam eden UR-GE’ler arasında Ayakkabıcılık, Gelinlik-Damatlık, Bilişim, Baskı-Kağıt ve Kimya sektörlerine yönelik projeler ve bir adet de HİSER (Hizmet Sektörü Rekabet Gücünün Artırılması) projesi bulunuyor. Nihal’in verdiği bilgilere göre İZTO bünyesinde dört UR-GE için hazırlık çalışmaları da sürüyor. İzmir’in rekabet gücünü artıran bu projeler hepimizi sevindiriyor kuşkusuz. Darısı diğer iş dünyası kuruluşlarımızın başına. Un, şeker ve yağ tezgâhta duruyor. İş, helvayı yapacak kuruluşları bulmaya kalıyor.