-Herkese benden çaaayy!.. -Ben istemem! -Şakir'e çay yok. -Ne demek Şakir! - Adını mı değiştirdin? -Sen bana nasıl Şakir dersin lan kelek! - Ne diyem, mesela Mahmut mu diyem, Şakirrr...

-Herkese benden çaaayy!.. -Ben istemem! -Şakir'e çay yok. -Ne demek Şakir! - Adını mı değiştirdin? -Sen bana nasıl Şakir dersin lan kelek! - Ne diyem, mesela Mahmut mu diyem, Şakirrrr… Türk sinemasının efsane yapımlarından Çiçek Abbas’da, Şener Şen (Şakir) ile İlyas Salman (Abbas) arasında geçen bu diyalog, üzerinden 40 yıl geçse de unutulmaz ve aynı keyifle izlenir… “Ne diyem, Mahmut mu diyem” repliği, gündelik hayatta gerçekleri olanca çıplaklığı ile anlatmanın bir maymuncuğu gibidir adeta… Lafı nereye getireceğimi merak edenleri bekletmeyelim… // ÇOK HAKLI BİR SORU Hükümetin ve ekonomi yönetiminin son dönemde birbiri ardına aldığı, hafta sonu – hafta içi, akşamın darı - sabahın körü demeden adeta panik halinde uygulamaya koyduğu kararlara bakınca, “Acaba sermaye kontrolü dönemi mi geliyor” sorusunu soranlar çoğalıyor. Ben bu soruyu soranlardan değilim. Çünkü… Önce fısır fısır konuşma olarak başlayan, sonra örtülü kararlarla devam eden, şimdilerde ise aleniyet kazanan yaklaşımları görünce “O durağı çoktan geçtik” diyorum… Ekonomi yönetiminin birkaç adım sonrası yapacağı iş, bankalardaki döviz tevdiat hesaplarında işlem ya da çekim kısıtlaması getirmek olacak. Ne yani? O zaman mı konuşmaya başlayacağız sermaye kontrolünü… Geçen hafta üç günde 50 kuruş birden artan dolar kuru ve 700 puan ile Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine gelen CDS (Kredi İflas Riski) sonrasında başka bir soru sormak olanaksızlaşıyor. // DEĞİRMENİN SUYU NEREDEN? Cari açık ile birlikte iyice artan döviz ihtiyacı, “Nereden gelecek değirmenin suyu” sorusunu sorduruyor. Ve panik ile yapıldığı ayan beyan ortada olan, kendi içinde çelişkiler içeren, sonrasında yapılan basın açıklamaları ile izahat verilmek durumunda kalınan kararlar dizisi… Yabancılar Bireysel Emeklilik Sistemine dâhil olurken, devlet katkısının ne olacağının belirsiz kalmasında olduğu gibi. Neyse… Bir zamanlar Dolar kurunun 7 TL’yi geçmesini namus meselesi yapan Hükümet, son iki aydır 14,50-15,00 arasında salınması için adı konulmamış bir çaba gösteriyordu. Merkez Bankası ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, bankalardan döviz işlemlerini piyasanın likit olduğu saat 10:00-16:00 saatleri arasında gerçekleştirilmesini istedi. İhracatçıların döviz kazancının önce yüzde 25’ini, daha sonra da yüzde 40'ını Merkez Bankası'na satma zorunluluğu getirildi. Yetmedi… Turizmcilerin de aynı şekilde döviz gelirlerinin yüzde 40'ını Merkez Bankası'na satma zorunluluğu eklendi. Kur Korumalı Mevduat yapan kurumlara, Kurumlar Vergisi İstisnası uygulanması kararı alındı. Bankaların hızlı döviz alış-satış platformları kapatıldı. Adeta telefonla talimat verilerek alış ve satış seviyeleri arasındaki makas 30 kuruş ve üzerine çıkarıldı ve böylelikle vatandaşın döviz almaktan imtina edeceği düşünüldü. Sanki vatandaşın kur korumalı mevduata geçmesinde bankaların söz ve karar hakkı varmış gibi sisteme geçiş oranına göre, bankaların Merkez Bankası'na yatırdıkları zorunlu karşılıkları ayarlama kararı alındı... // “NEREYE HARCAYACAKSIN?” Yetmedi… Kur Korumalı Mevduat kapsamına girmeyen kurumlara, Eximbank ve reeskont kredisi verilmemesi kararlaştırıldı. Ve bence en ilginci ve çaresizlik nişanesi… Bankalardan kullanılan kredilerin döviz, altın, hisse senedi, kripto gibi araçlara yatırılmaması için sıkı takip edilmesi kararlaştırıldı. İki gün önce, çalıştığım bankalardan birisinin internet sisteminden deneme amaçlı tüketici kredisi başvurusu yaptım. Son onay öncesi ekranda beliren ve yanındaki kutucuğu işaretlemem istenen yazı: “Krediyi yatırım amaçlı olarak tüketim ihtiyaçlarınız haricinde kullanmayacağınızı (döviz alımı vs kastediliyor) beyan ettiğiniz kabul edilecektir.”  ÇOK HAKLI BİR SORU Zorlama tedbirlerle nereye varılacağı sanılıyor, doğrusu merak ediyorum. Bir kişinin kredibilitesi varsa, bankanın ona sunduğu faizi uygun buluyorsa, kim ne karışır alacağı krediyi nereye harcayacağına? Yetmedi… Bankaların verdikleri kredilere de “zorunlu karşılık” uygulaması getirildi. Ve üç hafta önce bir sabah kararnamesi ile gündeme bomba gibi düşen, iş dünyasında büyük panik yaratan uygulama… Menkul kıymetlerde döviz ile ödemelerin yasaklanması, her türlü anlaşmanın Türk Lirası ile yapılması zorunluluğu, “piyasalardaki dolarizasyonla mücadele etmek” adı altında serbest piyasa mekanizmasına açık açık müdahale etmek amacını taşıyor. Tüm bunları gördükten sonra hâlâ “Sermaye kontrolü gelir mi?” diye soranlara el cevap: Ne diyem, Mahmut mu diyem…

20 YILDA DEVLETE VERDİĞİMİZ KAYNAK 3 TRİLYON 127 MİLYAR DOLAR

AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihinden bugüne... Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ve bu ülkede faaliyet gösteren şirketlerin devlete ödediği vergi toplamı tam 2 trilyon 800 milyar dolar… Bunun üzerine 66 milyar dolar özelleştirme geliri ve 252 milyar dolar dış borç da eklenince, rakam 3 trilyon 127 milyar dolara ulaşıyor Bugünkü döviz kuru ile 48,5 triyon TL! Verilerin kaynağı, üç hafta önce açkıklanan Reform Enstitüsü’nün raporu… TÜİK’in verilerinin yanında, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların raporlarını birlikte analiz ederek bu sonuca ulaşılmış. Türkiye’nin yıllık gayrı safi yurt içi hasılasının kabaca 750 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde, rakamın büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. Hepimizin alın teri olan bu paraları emanet ettiğimiz devlet, kaynakları üretime, yatırıma, ihracata, katma değere, Ar-Ge’ye, teknolojik ve dijital dönüşüme yatırsaydı… Betona, inşaata yatırmasaydı… Acaba bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk? Hepimizin kafa yorması gereken soru bu olsa gerek. Raporda en dikkat çekici verilerden biri de, 60 sene önce bizden daha geride olan ülkelerin bugün bizim fersah fersah ilerimizde olmaları. 60 yıl önceye göre Türkiye 50 kat büyürken, aynı sürede Endonezya 186 kat, Çin 246 kat ve Güney Kore  413 kat büyümüş. Bugün gelişmekte olan ülkeler liginde daha iyi performansa sahip olduğumuz tek ülke ise Arjantin. Cumhuriyet gazetesinin arka sayfasında şiir gibi yazılarını kaçırmadığım rahmetli Attilâ İlhan, “Türkiye gelişmekte olan ülkeler arasında değildir, gelişmeyi becerememiş bir ülkedir” derdi. Ne doğru tespitmiş… ++++++++++++++++ CUMHURİYET DEVRİMİ, GENÇLERİN OMUZLARINDA YAŞAYACAK…SONSUZA KADAR! 19 Mayıs 1919’da başlayan kutsal ve kutlu yürüyüşün 103’üncü yıl dönümünü idrak edeceğiz birkaç gün sonra… Bu sütunlarda siyaset dışı ulusal konulara, varlık nedenlerimize ilişkin eleştiri, uyarı ve önerilerimi açıklamayı insanlık görevi, yurttaşlık sorumluluğu sayıyorum. Suskunluk, tepkisizlik, umursamazlık ve olumsuzluklara katlanma, aykırılıklara uygar biçimde karşı çıkmama, aydınlığın değil, karanlığın belirtileridir. Oysa, 19 Mayıs yürüyüşüyle başlayıp zaferle sonuçlanan Ulusal Kurtuluş Savaşımız, gerçekte aydınlanmanın ve çağdaşlaşmanın kapılarını açmıştır. Bizim için yeniçağ, 1923'te gerçekleşmiştir. Bağımsızlık ve özgürlüğü karakter bilen, “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, yine Atatürk'ün öncülük yaptığı Türk Devrimi'nin aydınlığında sonsuza dek yaşayacaktı. Atatürk'ün kutsal emanetini canlarını adayarak korumaya ant içenler, sorumluluklarının gereğini yerine getirmede asla duraksamazlar. Çabalarını yılmadan, korkmadan sürdürmeyi, her güçlüğü göğüslemeyi onur bilirler. Aç kalırlar, şerefsiz kalmazlar. Ölüme aldırış etmezler. Her yaştan “genç” Cumhuriyet sevdalılarının yapması gereken, asla umutsuzluğa kapılmamak, aklın ve bilimin rehberliğini baş tacı yapmaktır. Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, yarım akıllı imamların hezeyanları değil, müspet ilimdir! 19 Mayıs iradesini ve emperyalizme karşı kanlı bir kapışmaya girişmemizin tohumunu attığı günün 103’üncü yıl dönümünde nasıl bir devrimin emanetçisi olduğumuzu bir kez daha düşünmemiz gerek. Bugün 19 Mayıs hala anti emperyalist ve tam bağımsızlıkçı fikir ve ideallerin ateşli kaynağını oluşturuyor. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün yazdığı tarih inşasının doruğudur. Cumhuriyetin sağladığı uygar ve âdil düşünceyle bu doruğun eteklerinden kendi tarihimize bakarak; yapılan hataları, hainlikleri çok daha net görebiliyoruz. Kurtuluş Savaşı’mızın ilk ve son kurşununa tanıklık eden şehrin sakinleri olarak, bir medeniyet idealinin peşinde koşmaya, aklı ve bilimi rehber edinmeye devam edeceğiz. Cumhuriyet aydınlığından, akıl ve bilimden uzaklaştıkça başımıza neler geleceğini gördük. Bizler… Her yaştan Türk Gençleri… İnsanlık idealimizin aşık yüzü, ulu önderimizi anıyoruz… Vefatının ardından 84 yıl geçmesine rağmen kalplerdeki sımsıcak sevgisi yok olmayan, fikirleri bugünkü gibi güncel ve öğretici bir lidere sahip olmaktan, gurur duyuyoruz… Onu çok seviyoruz. Bu aşkla, cehennemler de kudursa, sonsuza kadar yaşayacak bu Cumhuriyetin ölmez nigâhbanları olmaya devam edeceğimizi haykırıyoruz. Kendi onurları ve ülkesinin onuru için savaşanların önünde saygıyla eğiliyorum… 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Kutlu Olsun... ++++++++++++++++ KOKU MESAİSİNE ERKEN BAŞLADIK! İzmir’in Karşıyaka, Bostanlı,  Göztepe gibi deniz seviyesinde olan semtlerinde oturanlar için yaz aylarında hissedilen koku, alışılmış bir çaresizlik göstergesidir. Sözgelimi Bostanlı’da yaz sıcakları ile sokakları sarmalayan koku sorunu, bizler için sıradan bir durumdu. Ancak bu sene “koku mesaimizin” erken başladığı anlaşılıyor. Özellikle sabah saatlerinde, otuz yıl önceki hatıralarımızı canlandırırcasına keskin bir koku hissediliyor. Ama ne koku! İnsanı adeta çileden çıkarıyor, affedersiniz, adeta kusacak gibi oluyorsunuz. Evde kapı pencere açamadığınız gibi, serinlemek için düğmesine bastığınız klimalardan bile aynı rüsva koku yayılıyor. Sosyal medya paylaşımlarından, kokunun sahile yakın muhitlerde oturanlar tarafından daha çok hissedildiği, Buca ve Gaziemir gibi denize uzak ve rakımı görece yüksek ilçelerde de aynı rahatsızlığın yaşandığı anlaşılıyor. Evlerde kapıyı pencereyi kapattıran bu iğrenç kokunun kaynağının ne olduğu konusunda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden henüz bir açıklama yok. Arıtma tesislerinin kapasitesini artırıcı yatırımları yaptığını bildiğimiz Büyükşehir’in, bu konuda tatmin edici bir açıklama yapması gerekiyor. Hem de acil olarak… ++++++++++++++++ HAFTANIN SÖZÜ “Politikacı susmasını bilmelidir, sonra düşünmesini bilmelidir ve ancak ondan sonra konuşmalıdır.” Henry Poincare +++++++++++++++++ E-posta: [email protected]