Gazeteci Tuğçe Yerdelen on yıla yakın süreci içeren önem verdiği söyleşileri “Hepsi Yaşandı” kitabında ele aldı. Yerd...

Gazeteci Tuğçe Yerdelen on yıla yakın süreci içeren önem verdiği söyleşileri “Hepsi Yaşandı” kitabında ele aldı. Yerdelen, okuma kültürüne bir katkı sunmak istediğini söyledi Gazeteci Tuğçe Yerdelen, İzmir ve Türkiye’nin farklı kentlerinde gazetecilik yaptı. Soma faciasına da tanık oldu Köy Enstitülü mezunları da konuşturdu. Savaşların ve katliamların insanlık için bıraktığı acıyı da söyleşilerine konu etti. Yerdelen, yazdıklarının hem okuma kültürüne hem tanıklıklarının kalıcılaşması için kitabı oluşturduğunu söyledi. Sözü Yerdelen’e bırakıyoruz… Röportajlarınız okuma tutkusu olan Mardinli Fatmagül Çohadar ile başlıyor. Bu tercihinizde kadınların gayretini öne çıkarmakla ilgisi var mı? Fatmagül Hanım, Kastamonu Üniversitesi (KÜ) Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden değerli hocam Doç. Dr. Kaan Yılmaz’ın kayınvalidesi. Kaan hocam Türk dili, edebiyatı üzerinde özellikle ses bilgisi hakkında araştırmalar yapan ve öğrencilerine de çalışmalarını aktaran birisi. Kaan hocam ile, ders sonrası yaptığımız sohbette kayınvalidesinden bahsetti. Kayınvalidesinin azimle çalışarak sınava girmesinden ve felsefe bölümünü kazanmasından söz etti. Duyduklarım benim dikkatimi çekti. Sonrasında Fatmagül Hanım ile görüştük, saatlerce kendisiyle hasbihal ettik. Onun hayata bakışına, duruşuna, kültürüne ve başarısına gıpta ile baktım. İşte, “örnek bir kadın” dedim içinden; tutkulu, aşkla, şevk içinde okuyan, yazan birisi Fatmagül Hanım. Biliyorum ki Fatmagül Hanım gibi niceleri var. Sizin de belirttiğiniz gibi kadınların gayretini öne çıkarmak istedim, hatta o yüzden de ilk röportaj onunla başladım. ÇOCUK EDEBİYATI BİZDE GEÇ BAŞLAR İkinci röportaj da bir kadınla ama bu sefer yazar. Çocuk edebiyatına dair konuşuyorsunuz. Siz de edebiyatla iç içesiniz. Sorularınızdaki sadelik ise dikkat çekiyor. Eğer gazetecilik ortamı dışında sohbet ediyor olsaydınız Nesrin Aydın’a en çok katıldığınız konuyu ya da ayrı düşündüğünüz konu olarak ne söylerdiniz? Evet yine bir kadın, hemcinslerime pozitif ayrımcılık yaptım, diyebilirim. Nesrin Hanım, çocuk edebiyatına gönül vermiş birisi, okurlarımız bilir çocuk edebiyatının ülkemizle buluşması Avrupa’dan çok daha sonraya dayanıyor. Çocuk edebiyatı denilince akıllara öncelikle Ömer Seyfettin geliyor, ancak edebiyata gönül verenler Ömer Seyfettin’i ayrı bir yere koyar, çocuk edebiyatı olarak bakmaz. Çocuk edebiyatı, çok değerli, üstüne basa basa durulması gereken bir dal, onun içindir ki, Nesrin Hanım’ın dile getirdikleri ayrıca kıymetli. Nesrin Hanım ile başka bir ortam da sohbet ediyor olsaydık, “Şeker Portakalı”, “Küçük Prens”, “Sineklerin Tanrısı”, “Pal Sokağı Çocukları” gibi dünya klasiklerini detaylıca değerlendirebilirdik. Ayrıca, çocuğun yetişmesinde, aile, yaşadığı coğrafya, sosyo-ekonomik konularda da daha ağırlıklı bahsedebildik ki aslında derinlemesine inmeden söz ettik. Çünkü hepimiz biliyoruz: “Bir çocuk dünyayı değiştirebilir. ” HOCALI KATLİAMI ACISI Azeri sanatçı Zeynep Naxcivanlı ile yaptığınız görüşme Azeri halkı için acıyı ifade eden Hocalı Katliamı belgeselini merkeze alıyor. Bir acıya dair konuşurken Naxcivanlı’nın size yansıyan ruh halini merak ediyorum. Bir acıdan konuşulurken nasıl davrandı? Ne diyordu Tolstoy, “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan insansın.” Hocalı Katliamı’nın derin üzüntüsünü hissetmek için sadece “insan” olmak yeterli. Hocalı Katliamı tarihe geçen kara lekelerden birisi. Dağlık Karabağ bölgesi Hocalı kasabasında Azerbaycan sivillerin katledilmesi, çok yakın bir tarihte yaşanan büyük acı, unutulması imkansız. Bahsedilirken dahi insanın tüylerini diken diken oluyor. Meslek hayatım boyunca Hocalı Katliamı anmalarına katıldım ve ben de kalbim de o acıyı hissettim. Kitabıma taşımasam olmazsa olmazdı. Zeynep Naxcivanlı dolu dolu bir sanatçı, sanatında farkındalık yaratmaya çalışıyor. Özellikle Hocalı Katliamı Naxcivanlı’nın hassas noktası. Azerbaycan Türklerine yönelik gerçekleşen soykırım insanlık ayıbıdır. Hem benim hem de Zeynep Hanım zorlandığı, seslerimizin titrediği, duygu yüklü aynı zamanda da ağır bir sohbet oldu. Gelelim Soma maden faciası ertesindeki röportajınıza. Bir gazeteci olarak ayrıntıda duran bir kişiyle röportajınıza diyecek sözüm yok. Soma’da yaşanan katliam 10’uncu yılını doldurmadı. Bir kenti yasa ve unutulmaz acıya boğan bu olaya bugünden nasıl bakıyorsunuz ve ülke olarak sizce bundan ne öğrendik? Siz sorunca birdenbire Soma’ya gittiğim yıl: 13 Mayıs 2014 gözümde canlandı. Neyle karşılaşacağımı bilmeden, kolumda sadece bir çanta ve yollara düşmüştüm. Bin tane soru aklımdan geçiyordu, ama nasıl? Saniyeler içinde, aynı zamanda da o sorulara kendi kendine cevap arıyordum. Kitabımda da zorlandığım yolculuk olduğunu anlatmıştım, fakat ne zaman Soma’nın adını duysam yüreğim ve aklım donup kalıyor. Kederin, çaresizliğin en büyük halini insanların gözlerinde gördüm. Tam olarak bir facia. Ve bunlara rağmen insanların içinde kalan umut kırıntısını da görüyorsun, herkes telaş içinde yakınını arıyor, ne desem az kalır. Üzülerek söylüyorum, bizler yani toplum olarak yaşadıklarımızdan ders almıyoruz. Durum sadece Soma için geçerli değil, depremler, yangınlar, seller, fırtınalar neler neler yaşıyoruz. Fakat nasılsa tüm yaşadıklarımızı unutuyoruz. Çok büyük kayıplar vermemize rağmen, çok yaralar almamıza rağmen sanki her şey güllük gülistanlık gibi yaşamaya devam ediyoruz. “Ah, vah, tüh” diyoruz, sonra hiçbir şey olmamış gibi normal hayatımızın akışında yaşıyoruz. Ateş düştüğü yeri yakıyor, koca bir topluma da: “vah” demek düşüyor! Röportajlarınız çok neredeyse yakın günlerde yaşanan bazı olayları da içeriyor. Örneğin Rusya-Ukrayna savaşı. Sıcağı sıcağına devam eden siyasal bir olayla ilgili röportaj yapmanın zorluğu ya da ayırt edici yönü nedir? Dile getirdiğiniz gibi savaş yakın bir zaman da başladı ve hala sürüyor. Bizler ise elimizde kumanda, evimizin konforunda cereyan eden savaşı izliyoruz. Bunları düşündükçe de, birçoğumuzun kayıtsızlığını aklım almıyor. Deklare etmek istemiyorum ama biliyoruz ki, “Savaşın kazananı olmaz.” Nasıl ki doktorluk mesleği kutsalsa misyonu varsa, gazetecilik mesleğini icra eden, edebiyatla uğraşan kısaca eli kalem tutanların da bir misyonu var. Elinde şayet kalemin varsa, fikirlerini paylaşmak görevin. Ben de bu doğrultuda hareket etmeye çalıştım. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Anabilim Dalı Profesörü Dr. Kerem Karabulut hocam, hem Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i hem de Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’yi değerlendirirken, savaşın ABD, NATO ve Türkiye üçgeni açısından da yorumladı. Devam eden savaşı ele almanın elbette zorluğu var, fakat silah sanayi, savaş ekonomi gibi konuların ele alınmasının okurları aydınlattığına inanıyorum. Ayırt edici kısmı ise tarihsel bir belge niteliği taşıması olacaktır. KÖY ENSTİTÜLERİ Köy Enstitülü Mehmet Cimi ile ilgili söyleşiniz çok konuşulan ama ısrarla konuşulmaya devam eden bir konu ve dönem üzerine. Sizce nedir Köy Enstitüleri’nin alameti farikası? Can Yücel’in babası Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrılmasıyla Köy Enstitüleri kapatıldı. Köy Enstitüleri’ni kuran Hasan Ali Yücel, bildiğimiz üzere Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi ile de adından söz ettiren bir bakandı. 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri sadece bir okul değildi, orada hayat öğretiliyordu, bugün de hala sıcaklığını koruyarak bahsedilmesinin nedeni, enstitüde eğitime giden öğrencilerin tepeden tırnağa hayatı öğrenmesidir. Enstitüye gelen öğrenciler arıcılık, marangozluk, tarım, müzik, terzilik vb. alanlarda eğitim görerek öğretmen oluyorlardı. Her şey düşünülerek hazırlanmış olan ve bizatihi Hasan Ali Yücel’in yönettiği Köy Enstitüleri bir dönemin eğitim zirvesidir. Enstitülerin kapatılmasından sonra ise eğitim alanında oldukça bocaladık. Klasik bir söz ancak tazeliğini koruduğunu için ben de sarf ediyorum, “Eğitim yazboza döndü.” Eğitim sisteminde her şey o kadar çok değişiyor ki, ebeveynleri bir kenara bırakın, öğrenciler bile ne olduğunu anlayamıyor. Gerçekleşen sınavlar ayrı bir muamma… Yakın zamanda yapılan KPSS’deki skandaldan tutun da, YKS’deki sıralamalara ve çifte vatandaş uygulamaları ile yabancı statüsü ile üniversitelere kayıt olanlara kadar, çok çok sorunumuz var. Ve acil çözüm bekliyor. VEFA RÖPORTAJI Sancar Maruflu röportajını bir vefa röportajı olarak görüyorum. Siz bunu kitaba alırken ne hissettiniz? Tam da sizin söylediğiniz Sancar Maruflu’ya vefa. Çünkü o “İzmir Baba”ydı, kendisini İzmir’e adamış, belediyeci, girişimci, halkla ilişkiler uzmanıydı. Şehrimiz için çok çalışmış, şehrimize emek vermiş olan Maruflu, kitabımda mutlaka yer almalıydı. Ben de 2013 yılında Sancar Maruflu ile gerçekleştirdiğim söyleşiyi satırlara taşıdım. İzmir Enternasyonal Fuarı’nı değerlendirmişti rahmetli Maruflu. Tesadüf şu ki, fuar tam da bugün başlayacak, sizinle röportajımız da tam fuar zamanına denk gelmiş oldu. Sancar Maruflu’nun İzmir Enternasyonal Fuarı için söylediği sözler ile anıyorum: “Eskiden fuarda bir kültür vardı. Çok güzel çay bahçeleri vardı. Çoluk çocuğunu alan herkes oraya gelir, orada eğlenirdi. Lunaparkın bir kültürü tadı vardı. Zeki Mürenler, Safiye Aylalar, Müzeyyen Senarlar fuara gelirdi. İzmirliler ve İzmir’in ilçeleri dört gözle fuarı beklerdi.” USTALARDAN ESİNTİLER Röportaj yöntemi konusunda gazetecilik geleneğimizde kimleri seviyorsunuz? Duayenlerden ustamız Adbi İpekçi’nin 1971 yılında Yaşar Kemal ile gerçekleştirdiği unutulmaz röportaj başta olmak üzere, Uğur Dündar, Mehmet Ali Birand, Tayfun Talipoğlu, Merdan Yanardağ ve Cüneyt Özdemir. Röportajlardan oluşan bu kitabın nasıl bir etki yaratmasını beklersiniz? Okumakla ilgili her zaman konuşulan ve benim de katıldığım bir konu var, genel olarak okumamak. Ne yazık ki ülkemizin en büyük handikaplarından birisi… Hatta “Hepsi Yaşandı” kitaplaşma sürecindeyken de yakın dostlarım serzenişte bulundu, kitapların okunmadığı, sosyal medya süreci ile okumanın çok daha az önemsendiğinden söz ettiler. Tabii ki okumakla ilgili toplum olarak problemimiz var, ben de bunları düşündüm ve bunları düşünerek söyleşileri oluşturdum. Söyleşi tarzının daha okunaklı, daha cazip olabileceğini düşündüm. Söyleşilerin dikkat çekici olmasına özen gösterdim. Eline kitabı alan okumak istemeli, kitabın albenisi olmalı. Ve içinde yer edinmeli. Onun içindir ki, içinde farklı farklı konuları barındırdım. İçime sinen bir çalışma oldu. Hayatın içinde ne kadar renk var ise ben de kitabıma onu yansıtmaya çalıştım. Psikologlar ile yaptığım söyleşilerin de okurlara ışık tutacağına inanıyorum. En sık karşılaştığımız ruh sağlığı problemi olan depresyon hakkında doyurucu bilgiler var. Panik atak, tükenmişlik sendromu, stres bozukluğundan medyanın ruh sağlığımıza olan etkilerine uzanan bir yolculuk. Farklı farklı konularda alanında uzman kişilerin verdiği yanıtların okurlara hitap edeceği kanısındayım. Katıldığım 5. Edremit Kitap Fuarı’nda da okurlarla buluştuğum da olumlu görüşler aldım.