“ Çay olsun demli olmasa da olur, sen ol, çay olmasa da olur ” (Nazım Hikmet Ran) Biz Türklerin hiç kuşkusuz en sevdiği içecek çaydır. O kadar severiz ki çayı, düğünde dernekte, doğum...

Çay olsun demli olmasa da olur, sen ol, çay olmasa da olur ” (Nazım Hikmet Ran) Biz Türklerin hiç kuşkusuz en sevdiği içecek çaydır. O kadar severiz ki çayı, düğünde dernekte, doğumda ölümde, bayramda seyranda birbirimize çay ikram eder, çay içeriz hep beraber... Çaysız bir ev eksiktir. Hatta çaysız bir hayat eksiktir bize göre... Bu kadar önemli bir içecek olan çay, elbette ki Türk edebiyatının büyük kalemlerine de imge olmuş, birçok şiire, birçok düz yazıya renk katmıştır. “Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir” sözü boşu boşuna üremedi ya? Lale Müldür, “Sen Gel Bence” şiirinde şöyle seslenir sevdiğine... “Sonra belki çay içeriz / Şansımız varsa yağmur da yağar/ Damlalara huzur yüklemece oynarız / Benim damlam seninkini alnından öper / Güzel şeyler olur belki / Sen gel bence..” Müldür sevgilisine böyle seslenirken, büyük halk şairimiz Aşık Veysel bakın nasıl bir ses kullanır sevdiği için; “Benim sana verebileceğim çok bir şey yok aslında / Çay var içersen / Ben var seversen / Yol var gidersen”... Çay (Camellia sinensis), çaygiller (Theaceae) familyasından nemli iklimlerde yetişen, yaprak ve tomurcukları içecek maddesi üretmekte kullanılan bir tarım bitkisidir. Anavatanı Güney ve Güneydoğu Asya olmasına karşın dünya üzerinde tropik bölgelerde de yetiştirilmektedir. Tarım amaçlı yetiştirilenler iki metrenin altında küçük ağaç görünümünde ve her dem yeşil bitkilerdir. Serbest bırakıldığında dokuz metre boyunda bir ağaç formunu kazanabilir. Kuvvetli bir ana köke sahiptir. Çay kelimesinin kökeni, anavatanı Çin'e dayanır. Mandarin lehçesindeki (ç'a) ve Amoy lehçesindeki (t'e) çayın iki farklı söyleniş şeklidir. Batı dünyası çayın ismi iki formu da kullanır. Mandarin formu ilk defa 1559'de Portekizli tüccarlar tarafından kullanılmıştır. Bu tüccarlar sayesinde Mandarin lehçesindeki (ç'a) Rusçaya (çai), Farsçaya (ça), Arapçaya (şay) ve Türkçeye girmiştir. Avrupa'da daha sonraları Hollandalı tüccarlar tarafından Amoy lehçesi yaygınlaştırılmıştır. Bu sayede çay Batı dillerinde Amoy lehçesindeki (t'e) kelimesinden türeyip, İngilizce'ye (tea), Fransızca'ya (the), İspanyolca'ya (te), Almanca'ya (tee) yerleşmiştir.Doğu dillerindeyse Mandarin formu daha yaygındır, Hintçe (çay) ve Japonca (cha) bu formu kullanılır. “Kimse bilmez “bir yara bir ömrü nasıl kanatır” Hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım; sense sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın. Deli sormuş deliye, aşk nedir diye ? Deli gülmüş deliye, ben niye delirdim diye … Böyle geçip giderken uzun zamanlar, kimleri unuttuk kimler kalanlar? Herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim bir de kimsesizliği… Ses hoyrat, sevinç yılgın, şakaklarım sonbahar… Sen bir şeyler bilsen bildiğinden ben çıkarım / Çocukluğuma dokunsan öksüz çıkarım / Halkımı tanısan yurtsuz çıkarım. Ve ben gittim yüreğimde kan gülleri... Siz orada kalabalık ve kabarık kalın, sağ olun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi... Biz şimdi ölsek; en fazla kahvede çaylar soğur ” der Yılmaz Odabaşı bir nehir şiirinde... “Biz şimdi ölsek; en fazla kahvede çaylar soğur.” Bu şiir, sanki Orhan Veli’nin pek az bilinen bir şiirinden etkilenilerek yazılmış hissine kapılmama yol açtı benim... O şiiri yazayım da, bir de siz bakın bakalım ben mi fesatlık yapıyorum yoksa size de öyle gelecek mi? Orhan Veli’nin ölümünden sekiz yıl sonra, sanat gazetesi Köprü’nün, 1 Aralık 1958 tarihli beşinci sayısının ikinci sayfasında, Tarık Erman’ın, “Ölenler – Kalanlar” başlıklı yazısının çerçevesi içinde, “Orhan Veli’nin ölüm yıldönümü dolayısıyla şimdiye kadar hiçbir yerde yayımlanmamış bir şiirini sunuyoruz” başlığıyla çıkan “Ölümüm” adlı şiiri şöyle: “O sabah alnımda iki ter damlası konuşacak / Yorgun olarak öldüğüme dair Benim Yeni Sabah’ı bir başkasına verecek gazeteci Yusuf / İskele kahvesinde çayım soğuyacak İlk vapur yolcuları arasında olmadığımın farkında bile olmayacaklar Laz müezzin hakkımda salâ verecek / İmam bildiğini okuyacak bozuk düzen makamından Hiç Çamlıca kuşbaşı kar yağarken ölünür mü diyen yarıdan fazlası abdestsiz cemaatim olacak Ve hepsi de iyi biliriz diye yalan söyleyecekler Ertesi sabah Cumhuriyet’te sülâlem sayılacak, müessif bir irtihal denmeyecek Ve nihayet, başı boş hayatım gibi başı boş mezarım da taşsız kalacak.” Orhan Veli böyle söylerken, büyük şairimiz Nazım Hikmet’te bir şiirinde çok benzer bir sesle hüznünü sağaltmayı dener. Özlem yüklüdür Nazım, yeni demlenmiş o nefis çayın kokusu burnunda tütmektedir koparıldığı vatanından uzakta... “ Kaldı işte çayımız bardakta / Çocukluğumuz sokaklarda / Mutluluğumuz kursağımızda / Sevdiklerimiz uzaklarda / Gülüşlerimiz fotoğraflarda “ Astım tedavisi, anjin, periferik damar hastalığı ve koroner arter hastalığının tedavisinde kullanılan çay, bakterilerin neden olduğu kötü nefes kokularına karşı da son derece etkilidir. Çay antioksidan etkiye sahip bir bitkidir. Bilimsel araştırmalarda görüldü ki; çayda bulunan theanine maddesi, doğal bir yatıştırıcı olup, kahvede yoğun bir şekilde bulunan kafein gibi maddelerin yarattığı bağımlılık gibi etkileri dengeler, bu açıdan kahve sonrası yaşanan kalp çarpıntısı gibi sorunlar çay içenlerde görülmez. Çay içindeki theanine maddesi, çayı içenin sinirlerini rahatlatır ve tansiyonu dengeler. Can Yücel “Eğer” adlı şiirinde kaybolan değerlere hayıflanmasını şöyle dile getirir. “… anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer…” Aynı hüzün, Turgut Uyar’ın “Terziler Geldiler” şiirinde de karşımıza çıkar. “Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de / Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...” Madem hüzünden dem vuruyoruz, Necip Fazıl Kısakürek’in hapisteyken yazdığı şiirin çay kokan dizelerine de bir göz atmakta fayda var bence. Diyordu ki şair, “Zindan'dan Mehmet'e Mektup” şiirinde; “ Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan / Dakika düşelim, senelik paydan / Zindanda dakika farksızdır aydan / Karıştır çayını zaman erisin; köpük köpük, duman duman erisin.” Çay denince akla ilk gelen dünya markalarından biri kuşkusuz Lipton’dur. Thomas Lipton adlı girişimcinin, ilk dükkânı 1871 yılında, İngiltere / Glasgow'da hizmete girer. 1890 yılına gelindiğinde Thomas Lipton, Seylan’da ilk çay tarlasını satın alır. Hindistan’dan getirilen çay tohumları 1903 yılından itibaren Kenya ’da yeşermeye başlar. Amerika’da, sıcak havalarda çay satmakta zorlanan Richard Blechynden ise, çayı soğuk halde sunmayı akıl eder. Amerika kökenli , “ice tea” (soğuk çay) kavramı da işte bu raslantıyla doğar. Poşet çayın keşfiyse 1908 yılında gerçekleşir. Çay ve efkârın çok yakıştığı Oğuz Atay’ın, Tehlikeli Oyunlar adlı kitabında şöyle bir not gözümüze çarpar. “ Bana çay pişir. Bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin. Yavaş yavaş soyunalım. Bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. Ne olacak endişesine kapılmayalım. Bırakalım zaman her şeyi halletsin. Bu söz bize korkunç gelmesin. Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme, çay kendi kendine demlenir... Günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor sonra...” Oğuz Atay, kentsoylu bunalımı edebiyatımızda ilk kez işleyen kalemlerimizden biridir... Hızlı yaşantının tehlikeleri konusunda ya da gelenek- özgürlük çatışması uğruna feda edilen duygularımızın sancılarını en iyi anlatan ve bu yüzden değeri çok geç anlaşılan bir sanat adamı... Onu Türk edebiyatında anıtlaştıran “Tutunamayanlar” romanını, belki de kendi korkunç yüzüyle karşılaşma cesareti olmadığından olsa gerek, başlayan on kişiden sekizi bitiremez ya... Ama olsun, yalnız bırakılanların çoğu bunu hak etmemiş kimselerdir bana göre ... Ve o yalnızlardır dünyayı değiştirecek cesaret sahipleri...Oğuz Atay’ın bir başka yazısında dediği gibi; ”Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz.” Cemal Süreya da çaysız yapamayanlardan... “Mutsuzluk Gülümseyerek” şiirinde ne diyordu İkinci Yeni’ci şair; “ Mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir; / Banliyö treninde rastladığımız sınav saatini kaçırmış liseli kız / Hep kazanırsın ey çözümsüzlük! / Ey otobüssever ey Troya yolcusu! / Anımsarsın günlerce konuşup durmuştuk / O İB (ipekböceği) sesli kadını; birinin Grönland'ı olmaya hazırlanıyordu./ İki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Çayı gerçek değeriyle sanata sokan kalemlerden biri de hiç kuşkusuz Sait Faik’tir. İlk kez 1952 yılında basılan “ Havuz Başı” kitabındaki “ Simitle Çay” adlı iki sayfalık, küçücük öyküsünde çayı öyle anlatır ki büyük usta, insanın hemen kalkıp kendisine bir çay alası gelir... “Hiçbir kahvaltı simitle çayın yerini tutamaz. Ballı, reçelli, tereyağlı, hatta pamplımuslu kahvaltıların sonunda sokağa bir otomobille çıkmayan insan varsa kızılır öylesine. Bu çeşit kahvaltıdan sonra ayaklarınız ıslanmadan otomobile atlamalısınız... Sokakta yağmur yağar, alnımızdan ter damlar. Dişlerimizde susam tanesi, çayın kokusu hala burnumuzdadır. Ah, bir akşam olsa, kâğıt yığınları önümüzden bir eksilse, bir yatağımıza uzansak, ayaklarımız bir dinlense... Oh! Yine sabah oldu bak! Acem Hasan Efendi çayı demlemiştir. Şu abullabut simitçi de nerde kaldı? Allah belanı versin! Gelir, akşamki simidi dayar. Gelmez çayın tadı kaçar... Harikulade bir ziyafet sofrası kahvenin mermerindedir. Sarı, bakkal kâğıdında yatan bu sarışın şey nedir? Kaşar peyniri midir, kat kat baklava, telkadayıf mıdır? Yoksa şehvetle uzanmış bir kadın mıdır? İşte koparmaya kıyamadığımız yumuşak, taze iki simit. İşte Acem Hasan Efendi'nin ince belli, kırmızı benekli çay fincanı. İşte susamın kırıntıları! Doldurun avucunuza masanın mermerinden elinizin kenarıyla! Atın ağzınıza! Sonra kibrit kutusunun kapağından ufak bir parça peynir koparın! Dişlerinizin arasındaki susamları ayıklayarak mesut işinize gidin! Sabahın büyük ziyafeti bitmiştir. Bir cıgara yakabiliriz şimdi...” (Bu kısa öykücük ilkin, 22 Ocak 1949 tarihli Yedigün Dergisi’nin 45.sayısında yayınlanmıştır.) Edebiyatımızın pek de öne çıkmamış büyük kalemlerinden biri olan Tahir Alangu, bir yazısında Sait Faik’i anlatırken, bu hikayeyi doğrular nitelikte bir gönderme yapmıştır ustaya... “Hayatının çoğunu Burgazada'da annesiyle birlikte geçiren Sait Faik, öylesine Burgazlıydı ki, balıkçılar ve balıklar en yakın dostlarıydı. Burgazada'dan kalkar, İstanbul'a gelirdi. Köprüde biraz eğleşir, sonra bir kahveye oturup çay içerdi, simitle... Simidin masaya dökülen susamlarını avucuna doldurup atıverirdi ağzına...” Bir diğer öfkeli ve kalbi kırık dize de, Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey, Nasılım” şiirinde yolumuzu keser... Öfke çay kokmaktadır biraz da...“Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni / Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan / Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan bu kımıltısız gövde / Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi / Görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların / Ya da bir oda kapısını açtığınız zaman o müthiş öğle sıcağında / Pencerenin önünde örgü ören birinin / - Örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-görülmediği gibi / Ama var mıydı sanki görülmek isteyen / Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden...” Orhan Kemal “ Eskici Dükkanı” romanında, “bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun” derken, idamla yargılanan şair Nevzat Çelik, “Şafak Türküsü” adlı nehir şiirinde, ölüme yaklaşan bir mahpusun son duygularını anlatırken, çaydan da söz eder. Annesine seslendiği bir dil kullanır şair. Der ki; “...beni burada arama anne / kapıda adımı sorma / saçlarına yıldız düşmüş / koparma anne / ağlama... her kavgada ölen benim / bayrak tutan çarpışan / her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni / özlem benim, kavga benim, aşk benim / bekle beni anne... ben ölümü asıl az ötede titreyen / çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm / anladım ki küllenen sigaradır / soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm... korkutamadılar beni anne / avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı / bir zaman rüzgarda saçını tarayan telli kavak değil mi / boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız / sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi / söyle anne / o çingene bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca... bir sabah anne bir sabah / acını süpürmek için açtığında kapını / adı başka sesi başka nice yaşıtım / koynunda çiçekler / çiçekler içinde bir ülke getirirler / başlarını koymak için yorgun dizine / sen hazır tut dizini anne / o mükemmel güne” Hiç kuşkum yok ki, yolu çayla kesişmeyen bir tane bile edebiyat adamı yoktur tarihimizde... Bu yüzden bu yazı bitmez. Öyleyse yavaşça eteklerimizi toplayalım, bir çay alalım ve huzur içinde bu yazının unuttuğu çay hikayelerini düşünerek çayın o baş döndüren buğusunda bir düş kuralım... Orhan Veli iddiasızlığın içinde nasıl bulduysa edebiyatımızın en ölümsüz iddiasını, öyle... “Çayın rengi ne kadar güzel sabah sabah açık havada! / hava ne kadar güzel! / oğlan çocuk ne kadar güzel! / çay ne kadar güzel! / bu şehirde yağmur altında dolaşılır / limandaki mavnalara bakıp şarkılar mırıldanılır geceleri / bu şehrin sokakları çoktur, binlerce insan gelir gider sokaklarında... / her akşam çayımı getiren ve bir Beyaz Rus olmasına rağmen hoşuma giden garson kadın bu şehirdedir.” Yazımızı, Nazım’dan okuduğum en güzel şiirlerden biriyle kapatalım. “Basit yaşayacaksın basit / Mesela, susayınca, su içecek kadar basit. / Dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında. / Tek düğmesi olacak elindeki cihazın / Tek bir düğme, tek bir cümle gibi. / Sevince, lafı dolandırmadan söyleyeceksin / Seni seviyorum gibi.. Basit bir öpücük yetecek sana / Basit, sıcak bir öpücük ve o öpücükle dolacak tüm günlerin / O öpücük için yapacaksın, hayatının kavgasını, o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını / Kabak çekirdeği verecek sana, rakamların veremediği mutluluğu / El yazısıyla yazılmış, eğri büğrü bir mektup olacak en değerli kağıdın, hep yanında taşıdığın,atmaya kıyamadığın. İki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin / Kısacık olacak, uyanman ve sokağa çıkman arasındaki süre.../ Kısacık olacak sıcacık kollara dolanman / Kendin bile, anlayabileceksin yazdıklarını / Bakışların bile anlatabilecek kendini. Beklentilerin de basit olacak / Kaf dağının, önünde bekleyecek mutluluklar / Bir ıslıkta bulabileceksin, en uzun dostluk romanını / Ya da, bir damla gözyaşı yaşatacak sana, hayatının en ucuz romanını / Pankreasının sağlığına dua edeceksin, kapatırken gözlerini. Bir kaşarlı tost olacak aradığın / Nasıl oturacağını bilemediğin sofrada parmakların en kıymetli çatalın / Yine aynı parmaklar çözecek,en karmaşık denklemleri. Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana kontrplak bir gitarda / Doğru basılmış bir fa diyezin mutluluğunu / Parfümün temizlik kokacak / Bilmiyorum diyeceksin, bilmediğinde ve çok normal olacak bilemediğin... Saatin sadece saati gösterecek / Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın / Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan. Basit yaşayacaksın basit / Sanki bir gün yaşamın sona erecekmiş gibi basit, / Çay, simit ve peynirle...”