Şair Yazar Mazlum Çetinkaya, çocuk dünyasının teknolojiyle kurduğu bağın sıkıntılarına işaret etti ve teknolojin...

Şair Yazar Mazlum Çetinkaya, çocuk dünyasının teknolojiyle kurduğu bağın sıkıntılarına işaret etti ve teknolojinin sınırlarının nükleer silahlar gibi yasalarla çizilmesi gerektiğini savundu Mazlum Çetinkaya, şairliğinin yanında çocuk edebiyatı alanında kitapları olan bir yazar. “Bilgisayardan Çıkan Kurbağa”, “Tembel Köyün Kara Koyunu”, “Simitçi Simo”, “Güzelce’nin Sihirli Kanadı”, “Mavi Şapka ile Gaga’nın Yolculuğu”, “Mu’un Cenneti” kitaplarında çocuk dünyasına doğa, t06eknoloji, emek gibi konular üzerinden bakan Çetinkaya ile korona sürecinde çocuklar adına neler yaptığını ve kitaplarını konuştuk. Çetinkaya, çocukların teknolojiyle mesafesinin korunması gerektiğini ifade etti. -Mazlum bey, ne konuşsak salgını unutarak konuşamıyoruz. Öncelikle salgın sürecinde çocukların eğitimi ve zamanı değerlendirmesi konusunda genel gözlemlerinizi anlatır mısınız? Biliyorsunuz daha önce öğretmenlik yapıyordum. Bir süredir meslekten uzağım ama çocuklardan uzak değilim tabii ki. Öncelikle babayım, kendi çocuğum da ortaokul öğrencisi… Çocukla bağı kopan birinin hayatla da bağı kopmuş demektir. Bu pandemi süresinde ise okullardaki eğitim, uzaktan değil uzaklaştıran bir eğitim oldu. Aşırı stres ve “sözde duyarlılık” baskısı altında çocuklar metrekarelerle ölçülebilecek alanlara hapsedildi. Bu noktada okullar da, bir şekilde öğretmen ve demokratik olmayan bir eğitimin kuşatması ve baskısı altındaydı. Tüketime göre şekillendirilen her eğitim programı, doğadan kopuk ve çocuğu kendine yabancılaştıran bir programdır ve bu özellikle de son dönemde her alanda yaygınlaştırıldı/ yaygınlaştırılıyor. Sokaklar haftanın belli günleri tamamen araçlara vb. kapatılıp çocukların kontrolüne ve denetimine bırakılıp birkaç günlüğüne dünyayı çocuklara verebilirdik. Bu noktada korumacılık adı altında aşırı yasakçılık, yine sınav stresi altında baskılayan zihniyet çocukları sadece mutsuz etti her zamanki gibi. -Bir eğitimci ve bir yazar olarak korona günlerinde çocuk okuyucularınızla nasıl bağ kurdunuz. Neler tavsiye ettiniz? Ben bu süreçte İstanbul’daydım. Hareket alanım, bulunduğum apartmanla sınırlı olduğu için çokça aman aman yoğun bir iletişim içinde değildim ama apartman bahçemizde kısacık çocuk diyalogları ve etkinlikleri bazen de okumalar anlatımlar ve çocuk dinlemeleri yaptım. Arada çocukların sokaklara çıktığı günlerde elime öyküler alıp çocuklara kitaplar dağıttım. Bir çeşit sokak atölyeleriydi yaptığım. Ayrıca sosyal medya üzerinden okuyucularımla iletişim kurmaya çalıştım. Sadece tavsiyelerde bulunmadım, karşılıklı tavsiyeler diyelim, onların da bana önerileri oldu zaman zaman, ortak önerilerimiz; spor yapmak, kitap okumak, film izlemek, anne babaya sorular sormak üzerineydi. Hatta hiç söylemediğim şey belki de şuydu; sınavlara iyi hazırlanın, matematik veya Türkçe testleri, aman aman dikkat edin, bilmem kaç yanlış bir doğruyu götürür gibi onları daha da yoracak konuları hiç konuşmadık diyebilirim. -Elimde size ait 6 adet çocuk kitabı var. Bu kitapları yazan birinin hafızasına da güveniyorum. Çocukluğunuzda siz nasıl bir okuyucuydunuz ve sizi besleyen kaynaklar nelerdi? Ahhh çocukluk zamanın kuş hali, gökyüzü hali, yoksulluk hali ama en mutlu hali(m). İşin açık yanı ilk “okumalarımı” okuma yazma bilmediğim, daha sanırım dört yaşlarındayken, babaannemden bazen de anneannemden dinlediğim masallardı. Onların dilinden dinliyordum, anlatıcılarımın çiçek işlemeli peştamallarına başımı koyarak. Saatlerce uyuyana kadar dinlerdim hatta. Yoksul bir ailede yetiştim. Sonrasında da köy okulunda okudum ilkokulu. Bu süreçte sadece Türkçe kitaplarındaki okuma parçalarıyla hem okuma yazma öğrendim hem de Türkçeyi öğrenmeye başladım. O okuma parçalarında hatırladığım en aklımda kalanı Ömer Seyfettin’in “Kaşağı”sı idi. Okulumuzda okunabilecek kadar kitap da yoktu o yıllarda, esasen çocuk okumalarımı ortaokulda yaptım diyebilirim ki sonraki yıllarda da öğretmenlik yapınca hep okudum… Bilinçaltımı şekillendiren Ömer Seyfettin, Peyami Safa gibi okumalarla nenemin anlattığı “üvey anne, üvey baba” temalı masalları yaşadığımız yoksullukla yan yana getirince bunlar bende travmalar da oluşturmadı diyemem. Çocukken nenemin çiçek işlemeli peştamalına başımı koyarak dinlediğim bir masalın çok sonraları farkına vardım ki Grimm Kardeşler’in (Jacob Grimm-Wilhelm Grimm) yazdığı masallardan biri olan Bremen Mızıkacıları. İlginç olanı nenem bir adım köyünün dışına çıkmamış okuma yazma bilmeyen bir kadın, Alman da değil, üstelik sanırım ona da nenesi, nenesine de onun nenesinin nenesi anlatmış, işte böyle bir masal kutusuydu nenelerimiz. Beni en çok bu “fabl” türü masallar etkiledi diyebilirim. Ha bu arada ilk radyo tiyatroları ve yıllar önce radyolardaki geç saatlerde okunan o güzelim sesle okunan kitap okumaları hiç hatıramdan çıkmaz. Tabii sonraki yıllarda Samed Behrengi, Muzaffer İzgü zaten bana yön veren dilin ve çocukluğun sahibiydi… Bir de o yıllarda sanırım lise ya da ortaokuldaydı, Ümit Kaftancıoğlu hatırımda en çok kalanlardı. -Masalların ve anlatıcılarının akıllı telefonlar ve internet etkisiyle ortadan kalktığı bir çağda masalların çocuklara, çocukların da masallara ulaşması için ne yapmamız gerekir? İlkokulda radyo dinlerdik, pillerin bitirilmesi uğruna, babamın bizi azarlamasına rağmen “Delta” marka radyodan radyo tiyatrosu, “Tarla Dönüşü”, “Ocak Başı” gibi programları ve gece kitap okumalarını radyodan yıllarca dinledim, en son Bingöl Karlıova’da öğretmen iken dinlerdim… Bunlar kitap ve bilinçaltımı dolduran şeylerdi. Şimdiki dönemde ise olanaklar daha fazla ama dönem kendi masallarını kendi fabrikasyon üretiyor, sipariş üzerine temalar yazılıyor, teknoloji doğadan kopardı çocuğu, AVM masalları yazılmaya başlandı. Bunu “insan ve doğa”, “çocuk ve hayat” eksenli çocuk politikaları ve alternatif atölyelere, çocuk sokakları, çocuk köyleri ve çocuk kanalları oluşturarak ulaştırmamız mümkün. Ama bana göre, öncelikle çocukları şu teknolojinin zulmünden kurtarmamız gerekiyor. -“Mavi Bisiklet” öyküsünde, “Mavi Bisiklet/Mavi Bisiklet/İçimdeki heyecansın bisiklet/Her yer kaza/Her yer kazı bisiklet” dörtlüğü dikkatimi çekti. Kalabalığın, iç içe olmanın bize verdiği zararları sanırım epey idrak ettik. Bisikletin çocuklarda ve tabii ki yetişkinlerin de hayatında yer alabilmesi adına bu süreçte ders çıkarabildik mi? Dikey mimarinin suçlu görüldüğü bir uygulama silsilesi söz konusu. Oysa yatay mimari dedikleri şey de kanallar açmak üzerine bir algının parçası, yabancılaşma, kentlerde aşırı nüfus kalabalığı oluşması, para eksenli yerleşim yerleri oluşturmak mantığı bisikletin en büyük düşmanı, çocuğun da düşmanı. Oysa her sabah büyükler de dahil işlerine, okullarına, alışverişlere bisiklet ile gitmeleri mümkün değil mi? Kaç kişi şu memlekette bisiklete biniyor ve bisikletin bir sevinç aracı olduğunu kaçımız biliyoruz ve kullanıyoruz. Üç tane otomobil olan evde bir tane bisiklet yok. Maalesef dünya bu evlerde başka dönüyor, bu evlerdeki çocukların dünyası da… -Her kitapta başkahraman “Mu” çıkıyor karşımıza. Nasıl bir kahraman bu? Nasıl oluşturdunuz? Mu bir kısaltma aslında; Muharrem’in ilk hecesi. Muharrem oğlum benim. İnsanın çocuğunun ilk hecesi başkadır! Arada hikâyeler yazarken oğlum o zaman ilkokul ikinci sınıfta idi, ondan da destek aldım, öğrencilerimden de. Kahramanımız Mu da böyle çıktı ortaya. -Son olarak, “Bilgisayardan Çıkan Kurbağa” öyküsünden yola çıkarak çocukların teknolojiyle bağının nasıl olması gerektiğini anlatır mısınız? Bana kalsa insan ve insan olma özelliğimizi bu derece zorlayan bir teknolojiyi çocuklardan uzak tutmalı. Başarabilir miyiz? Hayır tabii… Ama bu çılgınlık, bu hayatı deşen, adına ne derseniz deyin, bunca dünyadan, topraktan ve hayattan bizi koparan bu teknolojinin de sınırlarını nükleer silahlar gibi yasal kurallar ile belirlemeli, bir yerde artık “Dur!” diyebilmeliyiz. Tabii bu hikayede anlatılan bir dünya var, teknolojiyi o anlattığımız dünya ile bütünleştirebilirsek çocuklar da kurtulur, bizler de…