(Erkan Cılak’a Armağan) “

(Erkan Cılak’a Armağan)Çocuk - Kimsin sen? Neyzen - Ben… Ben çocuk, şu sonsuzluğa giden geminin kaptanıyım. Çocuk – Peki, nereye gider bu gemi? Neyzen - Bilinmeze… Erişilmeze… Sonsuza! Çocuk – Peki, gemine bineceklerden ne ücret istersin kaptan? Neyzen- Sadece ve tamamen kendileri olmalarını isterim, hepsi bu. Çocuk - Yolcuların kimlerdir peki? Neyzen - Her şeylerini bir hiç uğruna feda edenler… Çünkü gönülleri erişilmezin özlemiyle tutuşan ezeli mağluplar için dünya tahammül edilmez bir gurbettir. Çocuk - O ezeli mağlupları nereye götürürsün peki? Neyzen - İnsanın içinde yapayalnız ne varsa, hatta ondan da derin bir bilinmeze; kendi öz varlığına! Çocuk - Oraya gitmek kolay mıdır Kaptan? Neyzen - Dünyada oraya gitmekten daha zor bi’şey yoktur. Ama o yolun yolcuları için, o yolculuktan daha değerli, daha uğruna ölünesi bir şey de yoktur. Çocuk – Peki, Kaptan… o yolcunun… oraya vardığını nasıl anlarsın? Neyzen - (Eğilip, çocuğun yüzünü avuçlarına alır. Bir süre gözlerinin içine bakar) Nasıl mı anlarım? İnsanın bakışlarının içindeki o uzak, o güneşten parlak ışığı görünce anlarım. O artık… oradadır. Cismi dünyada misafirdir, ruhu ölümsüz… Çocuk – Peki, sen şair misin yoksa bir deli divane mi? Neyzen - İkisi de aynıdır aslında çocuk. Yalnız şair bir hummanın ateşinde sayıklayan adamdır; deli de böyle sayıklar amma… şairin deliden tek farkı düzgün sayıklamasıdır. Çocuk - Kaptan… Kaptan kimsin sen? Neyzen - Ben… ben senin alın yazınım çocuk.” (Hayrettin Filiz’in henüz yayınlanmamış olan “Rabbülney” adlı oyunundan alıntı – Ağustos 2012) 8 Ağustos 2022 günü, Ayvalık’ın çalışkan karıncası, genç dostum Erkan Cılak ve ekibi, Ayvalık Amfi Tiyatro’da yine Erkan’ın yazıp yönettiği ve Neyzen Tevfik’i anlattığı “Neyzen Ya Yaşıyorsa?” adlı oyunlarını sergileyecekler. İzmir’deki sorumluluklarım yüzünden yanlarında olmayacağım için bu yazıyı yazıyorum. Bu yazı gösteriden iki gün önce yayımlanacağı için belki uzaktaki dostlarım için bir moral kuvveti, benim için ise bir parça hasret tesellisi olur umudundayım. 27 Haziran 1934 günü, Neyzen kim bilir kaçıncı kez, Bakırköy Emrazı Asabiye (Ruh ve Sinir Hastalıkları) Hastanesi’ne yatırılır. Her zamanki yerine, hastanenin 18. Koğuşuna! Neyzen’in gelişi hastanedeki “diğer deliler” tarafından çılgın bir sevinçle karşılanır. Çünkü sanatına saygı göstermeyenler için neyini kılıfından bile çıkarmayan Neyzen, oradaki ‘deli’ dostları istediği zaman hiçbirini kırmadan neyini üfleme konusunda çok cömerttir. İnsan dostları için ne yapmaz ki!Hastalar ney sesinden fevkalâde hoşlanıyorlar. Hatta işin dikkate değer tarafı birçok asabî hastalar da Neyzen’in ney konserlerini dinleye dinleye kendilerinde bir sükûnet bile görülmektedir. Neyzen hastanede sadece bir hasta gibi değil, o tesirli neyi ile adeta bir doktor vazifesini görmektedir.” (Akşam, 28 Haziran 1934, Perşembe, Gazete yayın no: 5645) Neyzen hastaneye geldiğinde hastanenin havası değişir sanki, bahar gelir durup dururken… Odası deli-akıllı bir sürü insan tarafından dolar taşar. Herkesin ondan ve muhabbetinden alacağı bir şeyler vardır çünkü. Bir çağlayan, engin bir deniz, bir tan sökümüdür varlığı… İki örnek vermek isterim bu durum için. Biri kendisine “Şiir Kralı” adını vermiş olan Eşref adlı akıl hastası dostunun, diğeri de doktoru Ekrem Bey’e anlattığı kuş hikâyesi olsun. Eşref; “Delilerin Destanı” ve “Bisküvi Yiyen Kız” adlı iki şiir yazmış, bunları hastanenin başhekimi olan Mazhar Osman’a vermiş; Mazhar Osman da Eşref’i yüreklendirince, Eşref bir anda “Şiir Kralı” ilan edivermiş kendini… İşte bu “deli”, Neyzen Tevfik hastaneye gelince, doğruca onun odasına gidip, büyük üstadın elini öpüp başına koyduktan sonra: “Üstad, sen bu çatı altında oldukça ben kendime “Şiir Kralı” diyemem. İstifa ediyorum” demiş. Neyzen soylu, insan ruhunu içmiş bir devdir sanki: “Estafurullah Eşrefim, sen gene eski şairliğine devam et. İstifa ederek şiirimizi öksüz koma! Ben gördüğün gibi âciz bir şairim. Hatta şair bile değilim” diyerek onu sevindirecek kadar yüce gönüllülük yapmıştır. Oysa ki biliyoruz ki; Neyzen’in ilk şiiri henüz 19 yaşındayken, ‘Muktebes’ dergisinde yayımlanacak kadar değerli bulunmuş bir şiirdir ve “Gazel” isimli bu şiirde Neyzen’in insanlığın gaddarlığına karşı sezinlediği keskin zekâsı ışıldamaktadır. O aşkın peşindedir, o yaşında bile!Dilşikârım! Sen esir ettin dil-i nâşâdımı Şîvekârım! Levha-i hüsnün gönül sayyâdı mı? Düştüğüm günden beri gafletle hüsnün dâmına Eyledin eflâke i’lâ âhımı, feryâdımı Hançer-i hicrinle cânâ sinemi çâk eyledin Âşık incitmek acep cânânların mu’tâdı mı? Gözlerin mir’ât-ı İskender gibi yaktı beni Tığ-i cevrin etti vîrân hâne-i âbâdımı Hak seni Tevfik’e mazhar eylesin ey bîvefâ! Eyledi aşkın perîşân fikr-i isti’dâdımı!” (Muhtebes dergisi, 30 Nisan 1315 (1898), Sayı: 18, Sayfa: 139) Şiirin üstündeki imzada ise şöyle yazar: “Urla Mekteb-i Rüştiyesi Muallim-i Evveli Hasan Efendinin Mahdumu Tevfik” Anlayışsızlık, düşüncesizlik ve oportünizmin her silahıyla vurup vurup da öldüremediğimiz, bu yüzden aralıksız kırıp dökmek için sonsuz bir çaba harcadığımız yüreklerimize söz geçiremeyiz ya bazen; üstüne üstlük bir de haklı olmak dünyanın en önemli şeyiymiş gibi böbürleniriz ya… ne yazık bize! Hep hasta, yaşlı, yorgun ya da ihtiyaç sahiplerine iyi davranmak, yardım etmek üzere kurgulamışız kendimizi. Diğerleri için vahşetimiz yasal ve doğaldır. Oysa ki Neyzen’in hikâyesinden anladığımız o ki; sağlam ve her şeyi yolunda olan (!) hayatlar da bakımsız ve ilgisiz bırakılırsa, hasta, yaşlı, yorgun ve ihtiyaç sahibi olurlar. Kuyruğunu yakalamak için ömrünce saçmasapan bir koşuya mahkûm olan köpekten bir farkımız olmasın mı? Bazılarına müstehaktır diyeceğim, için elvermiyor; hadi ver elini diyeceğim, dişleri dillerinden uzun! N’apmalı bilmem ki? Tüm mücadele yolları kapanınca, sövmek hakka dönüşüyor galiba! En azından Neyzen için öyle olduğunu düşünüyorum ben:Bir topatan kavun aldım, bir de kestim, kelek çıktı Konuştuğum ukalânın birçoğu dümbelek çıktı Ben şapkamı ceket sandım, fakat o da yelek çıktı Konuştuğum ukalânın birçoğu dümbelek çıktı” (Vakit gazetesi, 10 Ağustos 1939, Sayı: 7753) Diğer hikâyemizi, Neyzen Tevfik’in doktorlarından biri olan Doktor Ekrem Perk anlatıyor… Neyzen’in son günlerinde yaşanmış bir hikâyedir bu! “… bir sabah erkenden odasına gittim. Neyini alıp üfledi, üfledi… Fakat nedense bir türlü istediği sesi çıkaramadı. Bir gün evvel bizlere güzel bir musiki ziyafeti veren, rast, mâhur, nihavend, sâba, ferahnâk makamlarından ancak üstatlara yakışır bir olgunlukla dolaşan o değil miydi? Neyinden istediği sesleri çıkaramadığını farkedince bıraktı.
  • Olmayacak evlat, olmayacak. Bugün izin yok. Ben bu sazı elime aldığım zaman ufuklardan bir ışığın yandığını, adeta tren hatlarında (yol açıktır) işaretini veren semaforlar gibi, bana (müzik yolun açıktır, üfle) diyen bir işaret verildiğini görür, işte o zaman coşarım. Artık (…) aşkım kalmadı ki meşkim olsun. Yaşamak bile bana fuzulî geliyor.
Bunları dedikten sonra pencereden görünen Karacaahmet Mezarlığı’na doğru bakar Neyzen… Duyulur duyulmaz bir sesle ekler:
  • Orada beni bekliyorlar, sabırsızlanıyorlar.
Doktor Ekrem Perk ne yapacağını şaşırır. Telâşını yine Neyzen sakinleştirir.
  • Doktorum, kuşların su içişine dikkat ettiniz mi hiç? Bütün kuşlar su başında durur, gagalarını suya sokarak doya doya, kana kana içerler. Fakat kırlangıç bunlardan hiçbirine benzemez. Olanca hızı ile gelir, suyun sathına yaklaşır, bir yudum alır kaçar. Yine gelir, bir yudum daha alır, yine kaçar. Onun ruhu saatlerce su başında durmaya müsait değildir. İşte ben de ömrümce zevk âlemlerinden bu kırlangıç gibi birer yudum aldım ve kaçtım. Fakat şimdi anlıyorum ki bu ruh, zavallı bedeni o kadar yormuş ki artık ne onda uçacak hâl ne de bedende koşacak tâkat kaldı. Artık bu beden bu ruhu taşıyamıyor Doktorum. Kırlangıçın düz bir hat üzerinde uçmayıp, daima iniş ve çıkışlar yaparak uçtuğunu görünce sormuşlar.: “Neden böyle uçuyorsun?” … Cevap hazırmış: “Ben belanın kâh altından, kâh üstünden kaçarım.” Bilmem ki, belki biz de böyle yapmışızdır (…) Doktorum, vesselam, *hayat zişuur ve müntakimdir.” (Türk Musikisi Dergisi, Şubat 1950, Sayı: 28)
(Meraklısına Not: *Hayat, her yaptığını bilerek yapar ve intikamcıdır.) Neyzen bu sancılarla çok yaşamaz. 1953 yılının Ocak ayında göçüp gider aramızdan. Bazı devirler dâhiler yaratır, bazı dâhiler de devirlere mühür basıp gider ya, Neyzen mühür basanlardandı. Elbette öyleydi; sizin adınıza şarkı bestelendi mi hiç? Kaçımız bu onura sahip olabildik ki? 5 Kasım 1954 tarihli Vatan gazetesinde ilginç bir haber yer alır: “Almanya’da Neyzen için beste yapıldı”… Bugün (bile) sarhoşluğu ve küfürlerinden başka bir şeyi yokmuş gibi davranılan, aykırı/özgür/kimseye benzemeyen ve filozof yanı görmezden gelinen Neyzen için -bildiğim kadarıyla- Türkiye’de tiyatro oyunları ve -son yıllarda- birkaç yerde heykelini dikmek, birkaç sokağa adını vermek dışında böyle bir şereflendirme yapılmamıştır. Meşhur Alman bestecilerinden Kurt Striegler Münih’te, bir İstanbul gazetesinin muhabirine verdiği demeçte, yarın “Orijinal Bir Türk Melodisinin Varyasyonları” adlı eserinin bir şehir radyosunda çalınacağını bildirmiştir. Atatürk hayranı ve “Türk İzmir” bestesinin de sahibi olan Alman besteci bu hususta izahat vererek demiştir ki: Türkiye’de bulunduğum sıralarda Neyzen Tevfik ile birkaç kere buluştum ve neyini dinledim. Yürekten üflüyordu neyini bu adam. Birkaç parçanın notasını aldım. Tevfik’in öldüğünü duyunca çok üzüldüm. Hem onu yaşatmak, hem de Türk dünyasını gönüllere duyurmak fikriyle 66 numaralı eserimi besteledim. Münih Radyosunun yayınlayacağı konser budur işte.” Kurt Striegler, Neyzen’in ölümünden bir yıl önce Büyükada’da, Adalı Avni’nin evinde tanışmıştır üstad ile… Neyzen’in dost meclisinde verdiği konserden çok etkilenmiş; bazı taksimleri ve parçaları notaya aktarmıştır. Özellikle de “Esselât” ve “Şükranname” Alman besteciyi çok etkilemiştir. Ruhuma bu heyecanı sunmuş olan Neyzen Tevfik’e kendimi borçlu addediyorum… Neyzen’in neyinde tecelli eyleyen sanatkâr ruhu, şayanı takdis büyüklüğündedir. Neyzen büyük ruhunu daima berrak olmayan sularda tecelli ettirmekle iktifa eyleyen bir sanatkârdır.” Belki ilk anda, ondan habersizce yaşayıp, onu merak (bile) etmeyen Türkler yerine, bir Alman olup da Neyzen’e sahip çıkmak için çabalayan Kurt Striegler’i hatırlayamadınız. Bilmeyenler için birkaç hatırlatma yapalım o zaman. Saksonya (Dresden) Devlet Orkestrası Şefi olan besteci, 1923 yılında “Türk İzmir” marşını bestelemiş; 9 Eylül 1927 günü de, bu bestesini, İzmir’de, Atatürk’ün de bulunduğu salonda, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı bizzat şef olarak yöneterek seslendirmiştir. Marşın sözleri, günlük bir İstanbul gazetesinin Almanya muhabirliğini yapan Mustafa Mermi Bey’e aittir. Mustafa Kemal bu heyecanlı marşı dinledikten sonra, Striegler’e, bir fotoğrafını imzalayarak armağan etmiş; o fotoğraf ölümüne dek, bestecinin evindeki piyanosunun üstünde durmuştur. Karanlıklar üzerinden çekilince Ak bir tan müjdeledi ulu bir günü Hür uyandın, arkanda kanlı bir gece Gördün güzel İzmir kurtuluş gününü (…)” Bir insanın kalbinde sevgi olmadıkça sanat manat üretilemeyeceğine inanan ve “emeğe vefayı” başköşeye koyan Neyzen, kendisini yücelten ve emek harcamış hiç kimseyi unutmadığı gibi Alman besteciyi de unutmaz. Gerçek sanat insanları öyle yapar çünkü! Bir müzisyen geldi, Alman Striegler’miş adı Öyle kudret var ki idrâkinde, aklım oynadı Anladıkça gönlünü Türk’ün, muhabbet kaynadı Garbin asrî dimağınca sazın varmış tadı Kısmet oldu çok şükür dnletmesi bidâra Türk” (“Türke İkinci Öğüt” şiirinden) Bu her yanıyla kısıtlı yazıyı, birçoğunun “Tımarhanede sayıklayan sarhoş / küfürbaz şair” diyerek bir kenara ittiği Neyzen’in, bana her zaman ilginç gelen ve Atatürk’e yazdığı bir şiirle bitirelim. Bunda ilginç olan ne var ki, değil mi? Her şair Atatürk’e şiir yazmıştır tarihimizde. Evet, herkes Atatürk’e şiir yazmıştır, doğru. Ama işe bakın ki; sanatçı geçinen ukalâlar, basiretsizlikleri yüzünden düğmelerini bir köre ilikletenler, o körün yanlış iliklemesine ses çıkarmayanlar, yalakalar, düzenbazlar, kendine az çalışıp çok kazanacağı işler arayanlar, koltuklananlar, koltuğunu alınca duman olup havaya karışanlar sürüsüyle kenarda beklerken; toplumun sevgisizliğinden ve duyarsızlıklarından yoruldukça Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne “sığınan” bir “sarhoş ”un şiiri, bütün dünya ile birlikte, Atatürk’ün ölümünden sadece üç gün sonra ulusal yayın yapan gazetelerde yayınlanmıştır:Tanrı ölmez, o dilerse görünür bir müddet Kaybolunca onu kalbinde bulur her millet Biliyordu kaderin cilvesini evvelce Bütün ecramı sema yasla büründü o gece Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu Ay tutuldu diyemem, gökyüzü matem tuttu.” (Kurun gazetesi, 15 Kasım 1938, Sayı: 7490-1590) Sevgili dostum Erkan Cılak, benim kalbim sizinle ya, hiç kuşkum yok; namuslu sahnenizde Neyzen’in kalbi de sizinle olacak. Başarılar dilerim hepinize , hadi sallayın sahneyi!