Bugünlerde, acı veren bir sorumluluk duygusu eşliğinde, namuslu aydın tavrının ne olması gerektiğini düşünüp duruyorum. Değişen durum ve ideolojilere göre hep yenilenecek bir doğru duruş geliştirilmes...

Bugünlerde, acı veren bir sorumluluk duygusu eşliğinde, namuslu aydın tavrının ne olması gerektiğini düşünüp duruyorum. Değişen durum ve ideolojilere göre hep yenilenecek bir doğru duruş geliştirilmesi gerektiğini elbette biliyorum. Ama değişmeyecek tek şeyin korkulara pabuç bırakmadan, inandığı gibi yaşamanın da en doğru yol olduğuna dair görüşlerim keskinleşiyor düşündükçe. Bedeli, uğruna uykusuz kaldığımızın ve yoluna tüm masumiyetimizi döktüğümüzün bile bizi satması olsa da! Korkaklığın ve cesaretin tarihi insanlığın tarihidir. Sümük gibi yapışkan cehaletin ve bin güneşli bir gökyüzünün aynı anda insanlığın üstüne döktüğü ışıklı aydınlık düşüncenin çekişmesi de derler buna! Bu kavga bitmedi bin senelerdir, bitmeyecek de! İçimde doğru zamanda doğru tavrı vermek isteyen masum, kuşkusuz ama inatçı bir kavganın hırslandıran dürtüsüyle yatıp kalkıyorum günlerdir. Çay içiyorum kederimi azaltmak için, öyle demişlerdi bir zamanlar bana, sağ olsunlar ama yetmiyor. Ben de hem çay içip hem okuyorum; çünkü okumak kendini misli misli büyütmenin tek yolu bana kalırsa… Okudukça yalnızlığım azalıyor, bu kesin! Küflenmiş, korkusu yüzünden sıçan deliklerine saklanmış sahte dostların, kimliksiz oportünist insanların vahşetine karşı, inandığım gibi yaşamak isteyen insan yanımın üretecek dallarına daha çok sarılıyorum okudukça! Adam yerine konmak için soysuz kalabalıkların, küfrün ortağı değilim hiç olmazsa, şükür! Yaşasın aydınlık günlere olan inancımız o zaman! Tek rehberimiz inandığı uğurda eğri yolda bile doğru adım atmaya çalışan kalbimizdir, başka ne olabilir ki zaten? Bunu kalbini kiraya verenler, kredi çekerek tatile gidenler anlayamaz hiçbir zaman. Boş verin, anlamasınlar da! Ben böyle sorular içinde kıvranırken, benim küçük, küçücük sorunlarımın, karşısında cüce gibi kaldığı bir yalnız bırakılma hikâyesi okudum. Bir mektupta okudum bunu.  Mektup, İsmail Hakkı Tonguç’un o inci gibi harfleriyle Bedri Rahmi’ye yazılmış, 1 Mart 1957 tarihli bir mektup… Okudukça kendimden utandım; çevremin, kendini dünyanın merkezi olarak gören sağlıksız insanlar tarafından kuşatılmış olduğunu gördüm. Bunların bir kara algının mirasçıları olduğunu ve kalleşlik tarihinin gönüllü aktörleri olduğunu düşünüp, tarafımı büyük bir huzurla seçtim. “Diri diri yeller estikçe bir güler yüz, bir çift anlayışlı göz şevk doldururdu içimize Bir acayip tadı vardı dağların, yıldızların Bir rahatlık inerdi akşamları kırık dökük taşların, yarım yamalak işlerin üstüne. Ama bakma böyle konuştuğuma, umutlarım yine umut Kadir kıymet bilinmezmiş bilinmesin. Kara leke silinmezmiş silinmesin Bizden memleketi sevmek… Üst yanına boş vermek gerek.”  (Sabahattin Eyüboğlu) Bu yetersiz yazıda size o mektuptan bazı bölümler okumak istiyorum. Belki yazacağım, tartışmaya açacağım şeyler, birçoğu için “vız gelir, tırıs gider” cinsinden hiç birini etkilemeyecek, biliyorum. Onların aklında sürekli tatil planları, her fırsatta tayfalarıyla demlenecekleri, ağızlarının suyu aka aka düşledikleri rakı-balık sofraları ve güçlü muhalefet ihtiyaçlarını giderdikleri, küfre bulaşık bir kabalıkla sunulan sanal ağları var çünkü. Olsun, yine de yazacağım. Mektubu size okumadan önce isterseniz Bedri Rahmi, daha doğrusu Eyüboğlu ailesinin köy enstitüleriyle ilişkisinden söz edelim biraz. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, 1947 yılında Ülkü dergisinde bir yazısı yayımlanır. “Enstitülerde üç tane kardeşim var. Biri toprağın dilinden anlar, biri yapıdan, biri de dilden ve halden. Enstitülerin temeli atıldığı günden beri bu üç kardeş nöbetleşe bana, bu yuvalardan sıcağı sıcağına haber taşıdılar. Hem de ne güzel haberler!” diye yazar Bedri Reis. Ağabeyi ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Batı Edebiyatı Öğretmeni Sabahattin Eyüboğlu’dur “dilden ve halden” anlayan kardeş. (1908 – 13 Ocak 1973) Sayısız makale, 59 çeviri eser, 11 telif eser ve 11 belgesel film ile Türk aydınlanmasının tartışmasız deniz fenerlerinden biridir Sabahattin Hoca. “Yapıdan anlayan” kardeş, 8 yaş küçük kız kardeşi Mualla Eyüboğlu’dur.(13 Mart 1919 – 16 Ağustos 2009) Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde Yapıcılık Öğretmeni olan Mualla Hanım, Pazarören, Pulur, Ortaklar Köy Enstitüsü'nün de mimarıdır aynı zamanda. Hani Türkiye tarihine geçecek işleri yapmış ama oraya buraya sürülerek, işsiz bırakılarak bir türlü rahat verilmemiş olan ilk restorasyon uzmanlarımızdan olan; Topkapı Sarayı Harem Dairesi ve Rumeli Hisarı’nı restore eden Mualla kardeş… “Toprağın dilinden anlayan” kardeş ise Eyüboğlu kardeşlerin en küçüğü olan Mustafa Eyüboğlu’dur. O da tarım öğretmeni olarak Arifiye Köy Enstitüsü'nde memleketine hizmet için büyük çaba harcayanlardan... Bugün aydın geçinen deve boylu cüceler onun kim olduğunu bilmese de, Mustafa Öğretmen’in diktiği binlerce ağaç onu hiç unutmamıştır. “Köy Enstitüleriyle ilgili görüşünüzü söyleyin, sizin kim olduğunuzu söyleyeyim” diyen Bedri Rahmi de bin senelerin karanlığına karşı başlatılan bu Anadolu uyanışından uzak kalmamıştır. Evet, enstitülerde öğretmenlik yapmamıştır Bedros ama gerek yazdığı makale ve şiirlerle, gerek çizdiği desenlerle o düşüncenin doğruluğuna nasıl inandığını öyle güzel anlatmış, tarihe öyle derin izler bırakmıştır ki! Örneğin ilk aklıma gelenleri söyleyeyim: Enstitülerin yetiştirdiği usta kalemlerden Mehmet Başaran’ın “Nisan Haritası” ve “Ahlat Ağacı” adlı kitaplarındaki desenler Bedros’un çizgilerinden oluştuğu gibi, sevgili dostu, enstitünün Türk edebiyatına armağan ettiği hazinelerden biri olan Mahmut Makal’ın “Bozkırdaki Kıvılcım Enstitülüler” kitabının önsöz yazısı da, Bedri Rahmi’nin 1 Şubat 1954 günkü Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Köy Enstitüleri’ne Selam” adlı yazıdır. Dönemin karanlığına karşı Yaprak dergisinde en “delikanlı” muhalefetini yapan sosyalist Melih Cevdet Anday’ın “Telgrafhane”, “Rahatı Kaçan Ağaç”, Orhan Veli’nin “Destan Gibi”, “Vazgeçemediğim” ve “Yenisi” adlı kitaplarının kapaklarını da Bedri Rahmi çizmiştir. Büyük halk kültürü araştırmacısı Eflatun Cem Güney’in, 1953 yılında Yeditepe Yayınları’ndan basılan “Halk Türküleri” kitabının kapağındaki o muhteşem Âşık Veysel resmi de Bedri Reis’e aittir. Farkında mısınız, hep köy enstitülerini destekleyenlere vermiş o güzelim çizgi desteğini? Sonra o muhteşem dizeler, o köy enstitüsü kıyımını en iyi anlatan, o soylu ve cesur duruşun, sözcük kılığına girerek bir mermi gibi okuyucunun yüreğine saplanan o ateşten dizelerin sahibi de Bedri Rahmi’dir: “Şu dağın başında bir top gül vardı Eşi görülmemiş bir top gül katmer katmer açardı Kırk bin köyde kırk bin umut Kırk bin köyde kırk bin tomurcuk Kırk bin adet meyveye durmuş fidan Köy okullarımıza nasıl kahpece kıydılar anlatamam Hey gidi mangal yürekli Tonguç Baba Köy okullarımızı kilim misali ilmek ilmek ören Adını kaç aydın koydu acaba Mangal yürekli Tonguç Baba Sana Anadolumun her yanından Kekik kokan, keklik kokan, Cevat Şakir işi Kınından çekilen kılıç gibi bir merhaba! Bir mangal yürekli Tonguç Baba yetmedi bre şahin aman Bir Tonguç Baba daha!” Bedri Rahmi namuslu bir sanat adamı olarak yaşadı ömrünce. Namusun, sanat yapan kişiyle nasıl da ayrılamaz ilişki içinde olduğunu, onun ortaya koyduğu tutkulu inanışta ve bu inanışın çocuğu olan eserlerinde görmek, biz, ardından gelenlerin kavga bıçağını bilemektedir. Bir sanatçının bundan büyük bir görevi olabilir mi? 1 Şubat 1954’te Cumhuriyet’te yayımlanan “Köy Enstitüleri’ne Selam” başlıklı yazısında bakın nasıl seslenir Bedros: “Bir gün Ankara’nın yanı başındaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gitmiştik. Burada gördüklerimin yalnız birkaç sahnesini size anlatacağım. Okulun kocabaş hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde bir kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduklarının nasıl kavradıklarını da ertesi günü oynadıkları piyeste gördük. Ben ömrümde bu kadar güzel tiyatro seyretmedim dersem eş dost gücenmesin... Üç kardeşimin de köy enstitülerinde öğretmen olmasıyla öğünüyor, her fırsatta arı kovanı gibi işleyen yuvalara uğramak için can atıyorum...” Sadece o mu? Şöyle der edebiyatımızın çınarı Yaşar Kemal, Köy Enstitüleri hakkında: “Cumhuriyet dönemiyle birlikte kültürümüze, dilimize dönmeyi öğrendik. Halkevleri ve Köy Enstitüleri'nin kurulması bize yardım etti. Bugünkü yeryüzünün eğitim düzeni düzen değil. Böyle bir düzen olmamalı. Bugünkü eğitimle barış da olmaz. Hiroşima'ya atom bombası atılmasını imzalayan ABD başkanı da bu okullardan gelmiştir. Bu okullar zulüm okullarıdır. Köy Enstitüleri dünyadaki en iyi başlangıçlardan biriydi. İnsanlık bir gün mecbur olacak, tutacak bu düzeni. Bu, gelecekte dünyayı gerçek insanlığa kavuşturacak tek düzendir. Bugün milyonlarca insan, açlıktan, bakımsızlıktan ölüyor. Ne halt ederlerse etsinler bu böyle devam edemeyecek ya da insanlık sona erecek. Bir gün, 'Bir Türk yazar bunu söyledi' diyecekler, edebiyatım umurumda değil, namusum umurumda.” Tüm büyük sanat adamları namus diyor da başka bir şey demiyor. Ne ola ki bu namuslu olmak hali? Niye yana döne hepsinin ağzında bu söz var? “Bize gülen aydınlar! Vatan ve ulus kitaplardan okumakla sevilmez. Aydınsan, Anadolu’ya gideceksin, köylerde kalacaksın. Onlarla yer sofrasına oturup, onlarla dert çekeceksin. Birlikte çözüm arayıp, onların ağrısını sen de duyacaksın. Bu toprak o zaman bize vatan olur. Eğer sende bu istek yoksa hiç kendini yorma. Git bir gölgede kıvrıl uyu sen! Eğitim bulgur dibeği değildir ki, özünü, özetini bir yana, kepeğini öte yana ayırasın. Sakın ola ki bulgur dibeğine dönüşmeyesiniz. Çalışmalısınız, çok çalışmalısınız. Size çalışmaktan yakınmayı kim öğretmeye kalkarsa, onun suratına çamur fırlatır gibi tembelliği çarpmalısınız. Aydınları serbest okuma alışkanlığı kazanamayan toplumlarda, fikir hayatı canlanamaz. Toplumun en önemli işleri kanılarını saklayan, esen rüzgâra göre fikir değiştiren kişilerin elinde kalır. Bu gibileri asla adam olamazlar.” (Hayrettin Filiz’in 2008 yılında yazdığı ve İsmail Hakkı Tonguç’u anlatan “Delikanlı” adlı oyunun giriş tiradı) Namuslu olmak nedir, nasıl anlarız namuslu olup olmadığımızı diye düşünmeye başlayan varsa, Bedri Rahmi’nin, Makal’ın kitabına yazdığı önsözdeki şu saptamaları da okumasını salık veririm kendilerine. Bir yanıyla toplumunun öğretmeni de olması gereken sanatçıların toplum üzerinde bıraktığı izi görmek adına harika bir örnektir bu. Namuslu olmanın kaynaklarını anlatan daha güzel bir hikâye duymadım ben bugüne kadar. “İstasyonla okul kapıları (*Hasanoğlan) arasında üç dört dakikalık yol var. İstasyonda tren bekliyoruz. Trenin kırk beş dakika gecikeceğini bizden önce öğrenciler duymuşlar. Öğretmenlerden kırk beş dakika daha faydalanmak için koşa koşa istasyona gelenler vardı.” Bir başka namuslu olma hikâyesi de, Bedri Rahmi’nin, 1972 yılında, Paris’te, Hıfzı Topuz’un evinde kaldığı zamanlarda gerçekleşir. Şöyle anlatır Hıfzı Topuz: “12 Mart rejimi Türkiye’ye yerleşmiş.  Bedri hep gençlerden yana. Bir akşam Üstün’lerde  (*Üstün Üstündağ) çok sert bir tartışma oluyor. Sevdiğimiz, saydığımız bir dostumuz, “Siz bilmiyorsunuz Bedri Bey” diyor, “Bunlar hep dışarıdan örgütleniyor. Çok dikkatli davranmak gerek. Gençler askerleri, polisleri kışkırtıyorlar, onlar da ateş etmeye mecbur kalıyorlar.” Bedri “Beyefendi” diyor, “Onlar ölüyorlar, siz hiç öldünüz mü?” (…) Hava gerginleşiyor. Bedri’ye “Kalk, biz gidelim artık” diyorum ve kalkıp gidiyoruz.” Bir de Bedri Rahmi ve eşi Eren Hanım’ın, 1946 yılının Temmuz ayında, Bursa Orhaneli Çöreler köyüne yaptıkları bir ziyaret hikâyesi var ki, namuslu aydın tavrını anlatmak adına o da şahane bir hikâyedir bence. Bedri Rahmi ve Eren Hanım köye gittiklerinde kendilerini Muhtar Karadayı karşılar. Hoş beş edilir, iyi bir ağırlama yapılır. Ziyaret biter ama Bedri Rahmi’nin keskin dikkatinden kaçmayan bazı ayrıntılar onun peşinden İstanbul’a kadar gelir. Kafasının duvarında çınlar durur bazı konuşmaların yankısı. Tutup bir mektup yazar Muhtar Karadayı’ya. "Köyün sevimli, yeni sıvanmış camisinin yanı başında minicik bir okulu vardı. Ama okulun öğretmeni yoktu. Hatırlıyor musun Karadayı sana o zaman 'Sizin köyden Köy Enstitüsü'ne giden var mı?' diye sormuştum. Yüzüme tuhaf tuhaf bakmış ve 'Bizde Köy Enstitüsü'ne çocuk gönderecek göz var mı bey' demiş, arkasından 'Senin öğretmenin ölü yıkamasını bilir mi?' diye beni şaşırtmıştın. Enstitülerde yetişenler ölülerle değil, dirilerle uğraşacak, köyü kalkındıracak, kültürü sağlayacaklar demiştim sana” diye başlayan mektubun sonrasını benim 2006 yılının Ağustos ayında yazdığım “Reis-ül Nakkaşin (Bedri Rahmi)” adlı tiyatro oyunumun ilgili bölümünden okuyalım. “KARADAYI-  Teravi namazını kim kıldıracak? Ha? Cumalarda hutbeyi kim indirecek?  Hadi efendi, hadi yoluna! Siz kendi işinizle uğraşın. Devletle uğraşanları da biliyoz, damlarda heba oluyorlar her biri. BEDRİ RAHMİ -  Etme dayım, birileri de bir şey demesin mi bu rüzgârda bayır aşağı giden debdebeye? Senin yüz çevirdiğin bu enstitü okullarını dişleri, tırnakları, yürekleriyle kuranların; sağ omuzlarına sarımsak, sol omuzlarına soğan taktılar... İşi ucuzlattılar yani. KARADAYI -  Sen de elinin boyasıylan ne diye köyden, köylüden dem vurursun ki? Git şehrine, yaz, çiz, ne bok yersen ye! Elleşme benim teravime, camime. Ben sana karışıyom mu? BEDRİ RAHMİ -  Ben sana karışmaya mecburum Karadayım. Benim işim gücüm nakış, nakışın âlâsını da benim köylüm yapmış. Benim bir kanadım da şiir, şiirin ağababası da benim köyümde söylenir. Ben sana karışmaya mecburum.” Hiçbir zaman yeteri kadar anlatabildiğime inanmadığım köy enstitüleri hikâyelerini şimdi bir kenara bırakıp, Tonguç Baba’nın Bedri Reis’e yazdığı, 1 Mart 1957 tarihli olmasına rağmen sanki bugün aydın geçinenlerin namussuzluğunu gün gibi önümüze seren o muhteşem mektubu okumaya başlayalım. Namussuzlar palazlanırken aydın geçinenlerin zavallı, basiretsiz hallerine hep birlikte ağlayalım. DEVAMI VAR