Hazırladığım dada dosyasını okurken ne düşündüğünüzü ya da neler hissettiğinizi bilmiyorum ama bu anlayışın en öndeki isimlerinden Cravan,Vaché ve az so...

Hazırladığım dada dosyasını okurken ne düşündüğünüzü ya da neler hissettiğinizi bilmiyorum ama bu anlayışın en öndeki isimlerinden Cravan,Vaché ve az sonra anlatacağım Rigaut’yu seçmem bir tesadüf değildir. Cravan’ın kürsüde donunu çıkarma eyleminden, Atlas Okyanusu’na küçücük bir tekne ile açılıp geri dönmemesi neyse; Vaché’nin dostlarına sevgi gösterisi yaparak onları zehirlemesi aynı şey bana kalırsa. Yani yaşam, tüm yaşam, var olan yaşama inat benimdir ve sanat aslında istediğimi yapabilme ayrıcalığıdır. Yani dada özgürlüğümdür. Ne denir ki? Geleneksel toplumlara tuhaf görünen bu adamlara biraz anlayışlı bir yürek ve dikkatli bir gözle baktığımızda aslında kendimize bile açıklamaktan korktuğumuz bir sürü ruh sıkıntımızla karşılaşmıyor muyuz diye aynada gözümün içine bakıyorum bir zamandır. (Sakın ha genç okuyucu, sanma ki bu incelemenin yazarı intihara övgüler düzüyor. Kesinlikle hayır. Aslolan hayattır. Aslolan hayattır. Tüm çelişkileriyle hayat, mücadele gücünü de içinde taşır. Aramak, bulmak ve uygulamak bizim irademizdedir. Bizim değiştirebilme gücümüz özgürlüğümüz değil midir zaten? Ben sadece değişik yaşam formlarına biraz daha saygılı olmaktan söz ediyorum.) Toplumun İntihar Ettirdiği Üçüncü Dadacı; Jacques Rigautİnsanseverlere öğüt. Eğer intihar olaylarının azalmasını istiyorsanız öyle bir düzen kurunuz ki sadece ve sadece bilinçli, sakin, belirsizliklerden kurtulmuş bir iradeyle kendilerini öldüren insanlar olsun.” FOUCAULT Filozof Foucault yukarıdaki sözü söylerken sanki Rigaut’un intiharındaki duru bilinci incelemiş de söylemiş gibi gelir hep bana. Jacques Rigaut da (1899-1929) dadacılar içinde özel bir yere sahiptir. Onun hikâyesi de son derece sıradan, son derece iddiasızdır. (Ya da öyle görünür. Ki bana kalırsa insanoğlu doğanın mucizesidir.) O başkaldırı idealini anlatırken sadece içindeki “farklılığı” anlatmakla yetinmiştir. Rigaut’a göre hiçbir yaratım mümkün değildir. Tam olarak şöyle yazar J.Rigaut: “Bir şey yapmak istemeye başladığımdan beri yapacak hiçbir şey yok; çıldırmak üzereyim, hiçbir şey yok yapacak.” Ona göre tasarladığı roman hiçbir zaman yazılamayacaktır. Çünkü o küçücük odasında “içindeki ona ait tek şey olan ARZUSUNA” yem olmuş bir kuş gibi beklemektedir sadece. Bir tek şey vardır ona ait; arzusu… Arzu var ama eylem yok! Ne acı! O arzu öyle bir oyar ki yüreğini, o yürek öyle bir kanar ki; 5 Kasım 1929’da o kanayan yüreğe kendi tabancasıyla bir el ateş ederek ancak acısını bitirebilir Rigaut. Kendini kalbinden vurarak intihar eder. Bazı kitaplarda dadanın ardından gelen gerçeküstücü hareketin önemli bir temsilcisi olarak işaret edilen Rigaut, bence “yaşamını sanat eserine dönüştürmüş” dada liderlerinden biridir. Hatta belki de en ilginç olanlardan biri. Onun eylemlerinde de savaş başroldedir. Jacques Rigaut da çok genç yaşında savaşa katılmak zorunda kalır. Derler ki; savaşın en kanlı siper çatışmalarının biri sürerken genç asker Rigaut aniden ayağa fırlayıp “Ben her iki taraftakileri de tanımıyorum” diye bağırmaya başlar. Hem bağırmakta, hem de her iki cepheye birden ateş etmektedir. Birini vurmuş mudur ya da ona sonradan ne yapmışlardır bilmiyorum ama (Şu an sizin de yaptığınız gibi) onun deli olduğunu, delirdiğini düşünmüşlerdir herhalde. Oysa ki, onun elde kalmış birkaç çalışmasından biri olan “Genel İntihar Komisyonculuğu” adlı yazısında hiç de deli olmadığını, hatta zehir gibi bir zekâ taşıdığına tanık olacağız az sonra. Jacques Rigaut 30 yaşında intihar etti. Soranlara; “sizler şairsiniz, bense ölümden yanayım” dediği söylenir. Böyle bir ruh halini irdelemek ardından yargıya ulaşmak -hak verirsiniz ki- hiç de kolay bir iş değil. Ama anladığım şu ki; hem Cravan, hem Vaché, hem de Rigaut, ‘normal’ denen şeye karşı bir başkaldırıdan yanaydılar. Bazı yazıları elimizdeyse, bu tamamen şanstır. Onlar “sanatı” ya da “sanatçılığı” daha ziyade eylemlerinde ve davranışlarında yoğunlaştırmışlardır. Bu açıdan bakıldığındaysa onları toplumun intihar ettirdiği üç kurban olarak değil de, edebiyatın intihar ettirdiği üç sanatçı gözüyle incelemeliyiz diye düşünüyorum. Rigaut 5 Kasım 1929’da intihar ettikten sonra, dostları ona ait bulabildikleri yazıları bir araya getirerek 1934’te “Ölümünden Sonra Yayınlanan Kâğıtlar” adıyla basarlar. Ancak onun edebiyat tarihindeki yerini alması bu bir iki yazı etkisiyle olmamıştır. Daha sonra Nazi faşizmiyle iş birliği yaptığı için Fransızlar tarafından dışlanarak intihar edecek olan Fransız yazar Drieu La Rochelle’in “ Boş Valiz” , “Deli Fişek” ve üç kitap içinde en ünlüleri olan Rigaut’un adına yazılmış olan “Elveda Gonzague”yla edebiyat çevrelerinde ölümsüzleşir Rigaut... Rigaut’un intiharı, La Rochelle’de bir takıntı haline gelmiş ve (ne yazık ki) sonları da aynı olmuştur. Şimdi buyurun İntihar Komisyoncusu’na gidelim. Bakalım “tarife” nasılmış? “Genel İntihar Komisyonculuğu - Sermaye 5.000.000 Frank - Halk yararına çalıştığı onaylanmış firma. - Genel Merkez; 73. Bulvar, Montparnasse, Paris - Temsilcilikler; Lyon’dan San Fransisco’ya kadar.” İntihar Acentesi (İ. A.) elindeki en modern olanakları sayın müşterilerine duyurmakla bahtiyardır. Bu olanaklarla sayın müşterilerimiz en çabuk ve en güvenli ölümü sağlayacaklardır kendilerine … Öte yandan (İ. A.) dünyadan ayrılmak isteyenlere çok uygun yollar göstermektedir.Unutulmasın ki ölüm en kötü düşkünlüklerin içinde özür dileme imkanı olmayan bir düşkünlüktür. İşte hizmet; ekspres gömme, dost ve yakınlara baş sağlığı töreni, fotoğraf, geride kalan şuyun buyun teslimi, dini tören, cesedin gömülmesi, ıvır zıvır… TARİFE Elektrikle öldürme……………………………………200 Frank Tabanca…………………………………………….....…100 Frank Zehir………………………………………………….......100 Frank Boğulma……………………………………….......……..50 Frank Asma (Fakir fukara için)…………………………..….5 Frank *(İpin metresi 20 Frank’tan verilir. Her fazla 5 santim için 5 Frank daha ödenir. Ekspres gömme için kataloğumuzu isteyiniz. Herhangi bir intiharda bulunmak isteyenler bu konuda “J.Rigaut, yönetmen” başlığıyla mektup yazabilirler. Her mektubunuz emin olun ki, cevapsız bırakılacaktır.” Nasıl? Şaşkın mısınız? Böyle bir kara eleştiriye akıl edebilen bir zekâyı deli diyerek küçültemezsiniz. Bakın, Rigaut bir mankenin yargılandığı şu ünlü Barres Olayı’yla ilgili tuttuğu notlarda intiharı ve içinde olduğu karmakarışık ruh halini nasıl yorumluyor: “… Başkaldırı günlük iyimserlik kadar iğrenç. İnsana kıvanç verebilecek bir şeyin var olduğuna inanmıyorum. Hiçbir şey mümkün değil, hiçbir şey- intihar bile. Sonra intihar ne denirse densin bir umutsuzluk gösterisidir. İnsanın kendini öldürmesi, işin içinden çıkılmaz bir yığın engel, bir yığın korkulacak şeyler olduğunu kabul etmesi demektir. İntihar etmenin içindeki az buçuk kahramanlık (bile) doğrusunu isterseniz intiharı daha sevecen kılmıyor. Soracaksınız, yaşamak için ne yaptın? Söyleyeyim; gün be gün yaşadım. O anı yaşadım, yaşadım dediğim her anı. Sonrası biraz pezevenklik çokça da asalaklıktı…” Toplumun intihar ettirdiği üç seçilmiş dadacının kısa süren yaşantılarından şöyle bir sonuca varıyorum ben: dada ruhun diktatörlüğüdür. Ya da başka bir deyişle aklın ölümü…İşte bu yüzden ölüm (intihar) erdemdir. Biz bilincimizle ölümü seçtik, oysa ki siz bir köpek gibi geberip gideceksiniz. Hayatlarınızı başkaları yaşadığı sürece burjuvazinin oyuncaklarısınız. İşte bu yüzden geberip gideceksiniz. Dada bakire bir mikroptur ve geleceğe karşıdır.Dada budala ve ölüdür aslında. İşte bu yüzden diyoruz ki ; YAŞASIN DADA, KAHROLSUN DADA! “Sapıtıyorsunuz” dedi sevgili bir okuyucu. “Hayır, kesinlikle hayır! Sadece sonuca varalım istemiştik. Dadanın altına imzanızı atınız. Çünkü dada geri ödemeden alacağınız tek borçtur.” Bu hikâyeleri size anlatırken, aklıma nedense bizden birinin, Orhan Veli’nin şahaneler şahanesi bir yazısı takılıp durdu hep. Hadi o aklıma takılan şeyi sizin için de yazayım. Orhan Veli’nin, Varlık’ın 321. sayısında “CİDDİ” isimli bir düzyazısı yayınlanır. O kadar güzel bir yazıdır ki bu… “Birtakım insanlar dünya işlerini, “ciddi olan işler, ciddi olmayan işler” diye ikiye ayırıyorlar. Böyle bir tuhaflığı zaman zaman kendimde düşünmüş olmalıyım ki bugüne kadar o adamlara: “Hangi işler ciddidir, hangisi değildir?” yahut da “ciddiden neyi kastediyorsunuz?” diye sormadım. Ne cevap verirlerdi, kesin olarak bilmiyorum –herhalde kendileri de bilmezler- ama az çok kestirebiliyorum. Mesela bazılarına göre, ilim ciddidir, sanat değildir; nesir ciddidir, şiir değildir; tragedya ciddidir, komedya değildir; olgun adamlar ciddi işlerle uğraşır; ciddi olmayan işlerle uğraşan adamları ciddiye almamak lazımdır… Bakıyorum, bir zat, günün birinde bir hikâye kitabı çıkarıyor. Ama kendisi ciddi olduğu için, ciddi mevkiler elde etmiş olduğu için kitabının üstüne imzasını koymuyor. Öyle ya, politika işleriyle uğraşmış, yüksek mevkilere çıkmış; yakışık alır mı bu kadar önemli bir zatın hikâye gibi gayri ciddi bir esere imzasını atması? Bu memleketin yüzlerce politika adamı yetiştirip, beş tane hikayeci yetiştirmemesi mühim değildir. Mühim olan ciddiyettir. Yüz sene sonra bugünün ünlü politikacısını kimsenin bilmeyeceği, fakat gerçek bir hikâyecinin asırlarca yaşayacağı meselesi de mühim değildir. Tek, bugün ciddiyeti elden bırakmamak lazım… Bence, ciddiyet işi benimseyiştedir. Yani bir iş, o işi gören tarafından ciddiye alınıyorsa ciddidir, alınmıyorsa değildir… Sahneye çıktığı vakit tir tir titreyen bir komedi oyuncusu, çatık kaşlı insanlar karşısında bir konferans irad eden bir bilginden daha az ciddi değildir; en az onun kadar ciddidir. Demek ki ciddiyet, işte değil, işi görende; daha doğrusu işi görüş şeklinde… Ciddiyet, edebiyata, galiba lugat parçalama hastalığından miras kalmış. Nihayet o hale gelmiş ki bir edebiyat eserinin ciddi sayılabilmesi için anlaşılmaz bir dille yazılması şart olmuş. Bir makalede hiçbir fikir bulunmayabilir; ama mutlaka cafcaflı bir dille yazılmalıdır. İstediğiniz kadar fikir söyleyin, açık bir dille, halkın diliyle konuşuyorsanız beş para etmez. Satamazsınız kendinizi… Ciddi insanlar karşısında duyduğum üzüntü, bana, şairliğimi düşündüğüm zaman daha ağır geliyor. Kimi zaman da “ne olurdu diyorum, ben de onlar gibi ciddi olabilseydim!” O zaman ciddiyeti emeğimde aramayacak , şatafatlı edamla yetinip rahat edecektim. Öyle olabilseydim her halde “Rakı şişesinde balık olsam” demezdim. Ciddiyet manasında olan sözler söyler, nutuk gibi şiirler yazardım. Varsın şiir olmasın “Rakı şişesinde balık olsam” diyeceğime mesela “insanlık kan ağlıyor” der, daha çok ciddiye alınırdım.Ama değil. Ben de biliyorum ciddinin ne olduğunu. Gördüğüm işin iş olduğuna, güç olduğuna inanmak istiyorum. Şiir mi söyleyeceğim, her şeyden evvel şiir söylemeliyim. Romancı mıyım, her şeyden evvel roman. Hiçbir şey olmadan ciddi olmak! Ne yalan söyleyeyim, aklım ermiyor buna!” (Varlık, 1947, Sayı:321) Şimdi soruyorsunuzdur, bu upuzun alıntıyı niye yaptı yazarınız? Hemen anlatayım sevgili okuyucu. Orhan Veli, tuhaf bir Fransız’ın, tuhaf bir şiirini Türkçeye çevirmiş ve 19 Mart 1946’da da yayınlamıştı. Şair Charles Cros, şiir de (artık dünyanın en ünlü şiirlerinden biri kabul edilen) “Le Hareng Saur” ya da bizim dilimizle söylersek “Çirozname”ydi. “Beyaz kocaman bir duvar - çıplak mı çıplak / Üzerinde bir merdiven - yüksek mi yüksek / Duvar dibinde bir çiroz - kuru mu kuru / Bir herif geldi elleri - kirli mi kirli / Tutmuş bir çekiç bir çivi – sivri mi sivri / Bir büyük yumak da sicim – zorlu mu zorlu / Çıktı merdivene derken – yüksek mi yüksek / Mıhladı sivri çiviyi – tak tak da tak tak / Duvarın ta tepesine – çıplak mı çıplak / Attı çekici elinden – düş Allahım düş / Taktı çiviye sicimi – uzun mu uzun / Astı ucuna çirozu – kuru mu kuru / İndi merdivenden tekrar – tıkır da tıkır / Sırtında çekiç merdiven – ağır mı ağır / Çekti gitti başka yere – uzak mı uzak / O gün bugündür çirozcuk – kuru mu kuru / Mezkur sicimin ucunda – uzun mu uzun / Nazikçe sallanır durur – durur mu durur / Ben bu hikâyeyi düzdüm – basit mi basit / Kudursun bazı adamlar – ciddi mi ciddi / Ve gülsün diye çocuklar – küçük mü küçük.”Cros’un “Le Hareng Saur” adlı şiirinin tercümesini Ulus gazetesinde neşrettiğim zaman birçok kimse bunun tercüme olduğuna inanmadı. Hakları da yok değildi. Çünkü Cros, yalnız bizim memleket için değil, Avrupa memleketleri için de az tanınmış bir şairdi. Bundan aşağı yukarı yirmi sene evvel çıkmış bir antolojide ondan bahseden bir muharrir (yazar) “Fonografiyi” diyor, “Edison’dan evvel icad eden odur. Ama ne yazık ki (patent almak için gecikince) bu keşfi unutuldu. Onun (sayısız deney yapması ya da büyük bir mucit olduğunun unutulması bir tarafa; işin hazini büyük bir şair olduğunun da unutulmasıdır. Verlaine ondan “Bir deha” diye bahsediyor. Cros’un anlaşılması ve ciddiye alınması için… aradan aşağı yukarı bir asırlık bir zamanın geçmesi icap etti…” diye yazar Orhan Veli sonraları. Şimdi düşünelim; Fransızlar’ın 1977 yılında pula bastığı “tuhaf bir bilim adamı” bir şiir yazıyor ve o şiir dünyanın en ünlü şiirlerinden biri kabul ediliyor. Sonra? Sonrası yok. “Chat Noir” denen Fransız usulü kabarelerde söz cambazlığı ve laboratuarda geçirilmiş bir ömür. Uzmanlık? O da yok. İyi de arkadaş, nesin sen, ya da kimsin? Niye bu kadar alaycısın hayata karşı? Tamam anladık hayatı hafife alıyorsun ama, ama sen sanki… sanki kendini de hafife alıyorsun? Belli ki zekisin…“Deha” diyenler var sana. Tutup tek şiirle “dünyalı” olabiliyorsun da yine de hiç ciddi bir adama benzemiyorsun. “Ciddilik” ya da özgünlük, kurmacasız özgürlükle ilgili bir şey değil mi yoksa?...Kafamızı bulandırma Cros! 36 yaşında ölmeseydin daha ne ufuklar gösterecektin bize Orhan Veli? Neyse, biz yine de ciddi olup Çirozname’yi okuduğumuzda içimizden gelen gülümsemeyi ve zekâ dolu derin eleştirinin yüzümüzü aydınlatmasını kimselere göstermeden, dadacı olduğunu bilmeyen bir dadacıyı saygıyla selamlayalım. Geleneğin emzirdiği çocuklar olarak, özgürlüğü düşlemeye devam ederken, aklımızda bir kaynaşma varsa, doğru yoldayız demektir. (Charles Cros sadece 46 yıl yaşadı... 1842-1888... Uzun zamandır adına önemli sayılacak bir müzik ödülü verilmektedir. Bu ara aklımdayken unutmadan söyleyeyim; Ruhi Su ve Tülay German bu ödülü kazanmış iki değerli Türk müzisyenidir.) (DEVAM EDECEK)