Dada, dadaistlere göre bir sanat olmaktan çok, bir karşı sanattı. Yani sanatla sanata karşı savaşmayı seçmiş bir gari...

Dada, dadaistlere göre bir sanat olmaktan çok, bir karşı sanattı. Yani sanatla sanata karşı savaşmayı seçmiş bir garip sanat anlayışı... Sanat neyin yerine geçtiyse, o tam karşısındakini temsil etti. Sanatta estetik kaygılar arttığında, dada estetiği yok saydı. Bütün bunların üstüne denilebilir ki; dada geleneksel kültürü ve estetiği reddederek geleneksel kültür ve estetiği gidermeyi umdu. Kendi deyimiyle; ”Ahlaki krizin ve savaş sonrası ekonominin ortasında doğan bir fenomen, yolundaki her şeyi bozabilecek bir canavar, bir kurtarıcı…” Amerikan Art News’dan bir araştırmacının dada saptaması da oldukça ilginçtir: “Dada felsefesi, bir insanın beyninden çıkabilecek, en hasta, en felç edici ve en yıkıcı şeydir.” Şimdi biraz da “tuhaf yaşamlarını” bir sanat eseri gibi yaşamaları gerektiğine inanmış üç “iflah olmaz” dadacının hazin ve korkunç yaşam öykülerinden bahsetmek istiyorum. Sanat tarihçilerince “sanatsal bulunan” dadacı yazılarından örnekler vererek üçü de intihar etmiş bu tuhaf insanlara yaklaşmayı deneyelim biraz. Toplumun intihar ettirdiği birinci Dadacı; Arthur Cravan Asıl adı Fabian Lloyd olan Cravan, 1887’de Rusya’da doğmuş, 1909 yılında Paris’e gelerek yerleşmiş bir sporcuydu aslında. “Arthur Cravan” adını 1909’dan sonra kullanmıştı. Yaptıklarından çok Oscar Wilde’in akrabası olduğu ve onun mirasını yaşatmak için görevlendirildiği palavrasıyla tanındı. Oysa ki Oscar Wilde İrlandalı, Cravan Rus’tu. Nasıl akraba olabilirlerdi ki? Arthur Cravan 5 Temmuz 1914’te Paris’te bir gösteri yapacağını duyurur. “Gelin Görün, Danton Sokağı 8 numarada Şair Arthur Cravan (Oscar Wilde’nin yeğeni) box şampiyonu, kilo 105, boy 2metre 1 santim! Acımasız eleştirmen Cravan hem konuşacak, hem dans edecek. Yani Boxing-Dance… Gelin Görün…” Bu tuhaf davetiyenin içeriğini merak eden birçok insan sözü edilen Danton Sokağı 8 numaraya gider. Kalabalık gitgide artar ve sonunda salonda hiç yer kalmaz. Cravan topluluğu korkutacak şekilde havaya birkaç el ateş ederek gösterisine başlar. Sonra biraz konuşur, biraz boks yapar ve dans eder. Cravan gerçekten de dediği gibi çok sıkı bir “eleştirmen”dir.(Eleştiri dediği şey toplanan kalabalığa hakaret etmektir.) Herkes şaşkın şaşkın bakarken dört yıl sonra manifestosunu ilan edecek olan bir ölümcül bir karamsar sanat anlayışının, dadanın o salonda, o gece filizlendiğinin farkında bile değildir. 1996’da yayınlanan “Cravan, Bir Skandal Stratejisi” adlı kitabından Man’a Lluisa Borras özetle diyordu ki; “Cravan son derece huzursuz bir karakterdi. Huzursuz ve marjinal. Toplumun erdeminin ve aklın yenilgisini, tek başına göğüsleme çılgınlığına tutulmuş biri… Öyle ki Cravan, çıkardığı “Maintenant (Şimdi)” adlı dergisinin yazılarını yazmaktan ve yayımlamaktan tatmin olmamış; (Maintenant 1912-1915 yılları arasında 5 sayı çıkmıştır) bu dergileri seyyar bir sebze-meyve arabasıyla, sokak sokak satmaya çalışmıştır. Bunda bir gariplik bulmayanlar için fotoğrafı gözlerinin önüne getirmelerini öneririm. Domates, patlıcan gibi satılan edebiyat dergileri… Bence oldukça garip. Bir de satış anında seslenişleri duymayı deneyelim: “Ben sütçülerle birlikte uyanırım her sabah ve havuç bitkisi şeklinde mezarlara inanırım. Ayağımın baş parmağına basılmasına dayanamam. Eyfel Kulesi bir kuzu kulağından daha yumuşak.” Birazdan çok ünlü Maintenant’tan yapılan bir derlemeyi yorumsuz olarak aktaracağım ama önce Cravan’ın dadacı eylemlerine kısaca bir göz atalım. 1917. New York’ta ilk bağımsızlar sergisi açılıyor. Marcel Duchamp, Ball ve diğer ünlü dadaistler bu sergide… Cravan bir seminer vermek üzere New York’a davet edilmiştir. Toplanan kalabalıkta bir şaşkınlık hali ve ayıplayan seslenişler, homurtular duyulmaya başlar. Konferans görevlileri topluluğun tepkisine dayanarak sarhoş bir adamın kürsüye doğru yürürken her iki adımda bir üstündeki bir giysiyi çıkardığını fark eder. Son parça çıkmak üzereyken kürsüye bir adım kalmıştır artık. Polisler bu sarhoş adamı apar topar ve karga tulumba alaşağı eder. Doğru karakola… Kalabalıkta bir panik hali egemendir. Onlar bir konferansa geldiklerini ve konuşmacıyı beklediklerini söylerken bu sarhoşun nasıl olup da, kürsüye kadar ilerleyebildiğini açıklanmasını istemektedirler. O gün yapılan açıklamanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bugün biliyoruz ki kürsüye her yaklaştığında üzerinden bir giysisini çıkaran ve sarhoş sanılan bu adam Arthur Cravan’dir. Cravan bir anda yarattığı bu şaşkınlıkla dadacıların baş tacı olmuş, lider dadacı olarak selamlanmıştır. Sonrasını merak eden varsa onu da söyleyelim. Karakolda tuhaf tuhaf şiirler okuyup, polisleri şaşkına çeviren bu şair-eylemci, koleksiyoncu Conrad Arensberg tarafından ödenen epey yüklü bir kefaletle serbest bırakılır.Suların üzerinde salınacak bir yatağı ya da kaplanlar üzerinde uyumayı hayal edin. Unutmayın, ey müzelerin tozlu uğur böcekleri , en büyük anıtlar en tozlu olanlardır.” Cravan dada hareketine bile kafa tutmuş bir isyancıydı. O tüm yaşantısını “dadaca” yaşamayı sanat sayıyordu. Oscar Wilde’a olan tutkusu herkeste merak uyandırıyordu. O da dergisinin bir sayısında bakın bu konuya dair ne yazmıştı: ” Oscar Wilde’a hayrandım, çünkü iri bir hayvanı andırıyordu; sadece bir su aygırı gibi sıçarken hayal edebiliyordum onu; ve bu imge, doğruluğu ve saflığıyla büyülüyordu beni.” Arthur Cravan aniden Meksika’ya ya da İspanya’ya gidebilir, bunun için her yolu deneyebilirdi. Örneğin Meksika yolculuğunda, sürgün Rus lider Troçki’yle tanışmış, politik görüşleriyle onu da şaşkına çevirmişti. Bu görüşme gayet iyi ve çoğunun bürokrasi dili dediği ciddi bir görüşmeydi. Cravan’in bu konuda daha sonra yazdığı yazıyı nasıl bitirdiğine baktığımızda, o fırtınalı ruhta süren “sürekli şoku” görürüz yine: “Sapkınlık olsun diye ciddiydim.” Cravan ; ”18 yaşında iken Latince bilseydim imparator olurdum” derken, aslında ne diyordu bilmiyoruz ama bir gazeteciye edebiyatla ile ilgili görüşü sorulduğunda verdiği cevabı çok iyi biliyoruz : “Ta, ta, ta, ta, ta, ta, dada…” Bunu söyledikten sonra dönüp giden Cravan bu gün bile en azından “çok ilginç” değil mi sizce de? Asıl bomba, Cravan’in, dönemin ağır siklet boks şampiyonuna kafa tutup, onunla tüm dünyanın gözü önünde bir maça çıkmasıdır bence. 23 Nisan 1916 günü İspanya’nın başkenti Madrid’te, Avrupa şampiyonu, zenci boksör Jack Johnson ve şair/dada eylemcisi Arthur Cravan ringe çıkarlar. Şampiyon Johnson 110 kilo, Cravan 105 kilodur. Her ikisi de iki metreye yakın birer deve benzemektedirler. Bu işi, organize edenler olayı “ siyah ve beyaz “ savaşına dönüştürüp, tüm dikkati bu garip/ilginç maça yönlendirirler. ( Maçın afişine dikkatli bakarsanız “Negro ve Bianco” ibarelerini görebilirsiniz.) Neyse, maç başlar ve daha bir iki dakika geçmeden… biter. Çünkü Johnson, Cravan’a oturttuğu sıkı bir aparkatla onu yere serer. Sonuç nakavttır. Şimdi ne oldu diye sormayın. Çünkü Cravan yine başardı. Panik, heyecan, özgürlük ve hiçlik duygusu… Hatta Cravan daha sonra rövanş isteyecek ve rövanşın hikâyesi de neredeyse aynı olacaktır. Mutlu adam Cravan, dergisine şöyle bir not düşer bu maçların ardından: “Ah! Bırakın beni, bırakın da güleyim. Bırakın beni, bırakın da Jack Johnson gibi zaferle güleyim.” Ne diyelim, insanın dayak yeme özgürlüğü de olmalıdır. Şimdi Cravan’ın dergisinden yaptığım bir derlemeyi alt alta yazıp, toplumun intihar ettirdiği diğer dadacıların hikâyelerine geçelim. Diyordu ki Maintenant’da Cravan; -Sayın Andre Gide, kusura bakmayın, rahatsız ettim ama boksu edebiyata yeğlediğimi size açıklamam gerekiyordu. -Hemcinsim olduğunu söyleyen gelsin de yüzüne tüküreyim. Kimse benim sanatıma eşlik edemez. Çünkü kendisine tapındığım ve içine sıçtığım için benim sanatım sanatların en güçlüsüdür. -Dünyanın bütün lokomotifleri aynı anda düdük çalsalar, çaresizliğimi dile getirmezler. Ben, belki de hiçbir şey olamamışların kralıyım. Çünkü herhangi bir şeyin kralı olduğumdan adım gibi eminim. -Ben ki biri keman çalsa yaşama hırsıyla dolar taşarım; kendimi zevkten öldürebilirim; bütün kadınlar için aşktan ölebilirim; bütün şehirler için gözyaşı dökerim. Buradayım, çünkü hayat için bir çözüm yolu yok. -Şunu iyice bilin ki sanat burjuvalarındır. Burjuva derken şunu anlıyorum: imgesiz bir adam. -Ve kalbim, tutkusundan taş devri çıplaklığını yaşıyor. Ehlileşmek istemiyorum. Çünkü aralıksız heyecanlıyım. (Çeviri; Selahattin Hilav) Cravan’ın tuhaf ve kısa hikayesi (1887- 1918) yine esrarengiz bir şekilde bir dadaist gibi şokla son bulur: Cravan yalnız başına ve motorsuz küçük bir tekneyle Atlas Okyanusu’na açılırken görülür en son. Yazıları “ Ben Puroydum” başlığıyla kitap olarak toplanır sonraları. “…İşte cehennemin çıngırakları eşliğinde, kaçış halinde yalpalamakta olan bir dünya, öte yanda ise kaba, yerinde duramayan, gözyaşlarının üzerinde ata binen yeni insanlar. İşte sakat bir dünya ve iyileştirme ihtiyacındaki şarlatan edebiyat hekimleri… Size söylüyoruz; başlangıç yoktur ve biz hiçbir şeyden korkmuyoruz. Duygusal değiliz… Yıkımın, yangının ve çürümenin büyük gösterisine hazırız.” (Dada Manifestosu’ndan, 1918) Toplumun intihar ettirdiği ikinci Dadacı; Jacques Vaché Türk okuyucusu Vaché’yi pek tanımaz. Tanımaz, çünkü ne sanatsal bir eseri vardır, ne de “Savaş Mektupları” adıyla (özellikle) Fransa’da ünlü olan kitabının çevirisi yapılmıştır dilimize. Peki Jacques Vaché ne yaptı da bu makale setinin içine girebildi? Az sonra anlatacağım kısacık hikâyeyi öğreneli beri kanımdaki yanma, Vaché her hatırıma düştükçe vücut ısımı artırır. Vaché’nin hikâyesi; hayatını tam bir “dadacı eser” gibi yaşamış bir karşı eylemcinin, onlar için şaşırtıcı olmayan ancak geleneksel kültür kalıbında, sınırlandırılmış özgürlük ve kutsal imgelemler bombardımanında yetişmişler için sarsıcı bir intihar hikâyesidir. Vaché (1895-1919) yazı yazmış, ancak hiç yapıt vermemiş bir yazardır. (!) Jacques Vaché Fransız ordusunda askerdir. Birinci Dünya Savaşı’nda cephede fiili çarpışmada yaralanır ve Nantes Hastanesi’ne kaldırılır. O hastanede, kafasında yeşermek ve ilan edilmek için artık gün sayan karamsarlığın çocuğu dada fikrinin ateşli savunucularından Andre Breton’la tanışır. Breton, Vaché’nin isyancı karakterine ve kıvrak zekasına hayran olur. Neyse, bu tanışma her iki tarafı da derinden etkileyen bir dostluğa dönüşür ve Vaché iyileşip cepheye döndüğünde bile Breton’la ilişkisini kesmez. Ona mektuplar yazar. Breton’la yoğun görüştüğü o ilk günler, Breton aracılığıyla tanıştığı Louis Aragon ve Téodore Fraenkel’e de savaşın insanın duygularını nasıl yerle bir ettiğini ve ne için, kimin uğruna savaştığını hiç anlamadığına dair muhteşem mektuplar yazar. Dört mektup Fraenkel’e, bir mektup Aragon’a ve on mektup da Breton’a… Sonra? Sonrası yok. Önemli, kayda değer, ilginç hiç bir şey yok. Savaş ve kıyım... Düşlerin iğfali ve dipsiz karanlıklara dair… Tutunmak lazım. Bi’şey yapmak lazım… (Sanat, her daim tutamaktır) Sahneye çıkar Vaché; “Tiresias’ın Memeleri” adlı oyunda, sırtında İngiliz üniforması, elinde tabancayla, yenemediği karamsarlığın bir parçası olarak “kaymaya başlar”. Sonra dert ortağı, fikir yoldaşı Breton’la bir iki buluşma daha… Sonra uzuuuun bir sessizlik. “Sanat da çözümsüzlüktür ve savaş hâlâ alkışlanmaktadır. Hayatın gerçeği ölümün şiirini okuyorsa… hayatın da canı cehenneme…” Askerlikten ayrılır. 6 Ocak 1919 günü Vaché Nantes’da bir otel odasında yapayalnızken aklının bir yıldız gibi parıldadığı bir an en sevdiği üç arkadaşını arar. İçindeki savaşın açtığı derin yara izlerini unutmak için onlarla bir kahve içmek, söyleşmek ister. Vaché’nin derin kederini bilen dostları onu böyle bir günde yalnız bırakmayacaktır elbette. Hemen Vaché’nin yalnız yaşadığı otel odasına gelirler. Vaché’nin yüzü gülmektedir; hatta neredeyse yüzü, gözleri ışıl ışıl parlamaktadır. Şaşkınlıklarını belli etmek istemez dostları; ne de olsa karamsarlığın prensi Vaché’nin o hüzünlü yüzü gülmektedir ya! Nedeni ne olursa olsun, değil mi? Hoş beş, selam, esenleme derken Vaché “kahveleri yapayım” diyerek izin ister. Az sonra da elinde tuttuğu dört fincan kahve ile geri döner. Kahveler de ne güzel olmuştur; sıcak, telveli ve acı. Dört dost höpürdete höpürdete içerler kahvelerini. Hepsi tatlı bir sarhoşluk içinde gibidirler. Sanki o an doğmuşlar gibi… Yüzlerindeki huzur, dünyanın bütün sıkıntılarının dışarıda bırakıldığı ve zamandan çalınmış dakikalardır sanki. Birden Vaché “nasıl,kahveleri beğendiniz mi dostlarım?” der. Önce anlamazlar bu soruyu, saçma hatta tuhaf bulurlar. Kahve işte,ne olacaktı ki? Vaché, bir daha sorar: “Beğendiniz mi?”… Kırık dökük cevaplar… ”İyi” der Vaché, “beğendiğinize çok sevindim. Çünkü hiç olmazsa giderken mutlu olmanızı istedim dostlarım. Madem bu dünya pis bir savaşın elinde, erdemlerinin kanını içerek yaşıyor ve madem siz de benim gibi düşünüyorsunuz sevgili dostlarım… sizi bu pis yerde bırakmak istemedim. Kahvelerinize zehir koydum. Hep birlikte kurtuluyoruz bu dünyadan.”… (Uzun ve aynı tınıda öten bir siren sesi duyar gibi oldunuz mu?) Vaché, 6 Ocak 1919 günü, zavallı bir otel odasında ve henüz 24 yaşındayken çok sevdiği üç dostunu da yanında götürmek kaydıyla bu dünyayı terk eder. Breton’a göre “hareketlerin önemi” üstünde ısrar eden ilk sanat adamı Vaché’dir. O bir lümpendir, bir “dandy”… Ve ölümü bile alaya alacak kadar zeki, eğlendirici deneyimlerin adamıdır. Breton, Vaché’nin intiharından hemen sonra onun yazdığı on beş mektubu “Savaş Mektupları” adıyla yayınlar. Oysa ki bu mektuplar bir kucak tuhaf, alaycı ve dada anlayışına temel oluşturan yazım fantezileridir sadece… Karamsarlığın, ölümün bile ciddiye alınmamasını dayatan bir ruh halinin “uçuk” paradigmaları… Huzurlu bir son için kendine son vermek… Tuhaf! Breton 1949’da Jacques Vaché’nin kız kardeşine yazdığı bir mektupta şöyle seslenir: “Saygıdeğer Madam Marie-Louise Vaché, kardeşiniz, benim dünyada en çok sevmiş olduğum insandır ve hiç kuşkusuz beni çok etkilemiştir.” Hakkında çok fazla kaynak olmayan bu “dada filozofu”, dadaistlerin bir çoğunun yapmaya çabaladığı şeyi ilk yapan kişi olarak dada tarihine geçmiştir: Yaşamlarının tümünü bir sanat yapıtına dönüştürmek ve ölümleriyle efsane olmak! (DEVAM EDECEK)