Zemzeme-Demdeme kapışması-4

Zemzeme-Demdeme kapışması-4 Kapışma sonrası elimizde kalan Her ne kadar Zemzeme-Demdeme kapışması, bakanlık eliyle bitirilmiş gibi görünse de, derin mağarasında uyuyan dev uyanmıştır bir kere. Zaten sanatta devrim yapmak, bugünden yarına olacak bir iş değildir. Belki bu durulmayı, moladan saymamız gerek! Kapışmanın sövgülerini ayıkladığımızda son derece önemli ve ciddi bir tartışmayla yüz yüze geliriz: Şiir nedir ve nasıl olmalıdır? Kavgayı dilim döndüğünce açık bir şekilde anlatmayı denedim; belki bazılarınız, bu kapışmayı kişisel sürtüşme, birbirinden hoşlanmayan iki sanat adamının çatışması kalıbından çıkaramamıştır diyerek; bu kez, her iki yazarın sahip olduğu ve asıl boğuşma nedeni olan şiir anlayışlarından söz etmeliyim. Eski ve yeninin onlar için ne anlama geldiğinden! Şiir denince, Recâizâde’nin söylediği şey çok açıktır:“Zerrattan şumûsa kadar her güzel şey şiir”dir. Yani, sanat sanat içindir ona göre. Muâllim de, sanat sözü geçince hemen ‘güzellik’ lafını eklemektedir ardından. Ancak, şairin taşıması gereken bazı nitelikleri ve şiirin bazı kuralları olmalıdır. Muâllim’e göre, bir sözün şiir olması için, vezinli ya da vezinsiz, nazım (*Koşuk) ya da nesir (*Düz yazı), uyaklı (kafiyeli) ya da uyaksız olmasına gerek yoktur. Ama şiirin, insanın ruhunu yakalayan, onu derinden etkileyen “en beliğ (*Açık, düzgün, sanatsal ) söz” olması şarttır. Bu anlamıyla şiiri şiir yapan şey, ruhumuzda bıraktığı etki ve söyleniş güzelliğidir. Yalnızca şekil ya da yalnızca içeriğinin güzel olması, şiirin güzel olması için yeterli değildir, ancak ikisi bir arada olduğunda güzel bir duygu yaratılabileceğini iddia eder Muâllim Naci. Şiirde hayâle de yer verilebilir ona göre; ancak hayâl, gerçeği daha güzel göstermek için kullanılan bir araç olabilir ancak, o kadar! Uyaklı şiirin, yarattığı cazibeyle kulağa daha hoş geldiği için nazma meyletmesi de, şaire göre doğaldır. Nazımdaki cazibenin, “tabi’at-nüvâz aheng-i mahsûsdan” (*Doğaya özgü okşayıcı uyumdan) ileri geldiğini söylemektedir Muâllim.Edebiyatta hakkıyla muttasıf bulunan, latif ve yüce manaları insanın vicdan levhasına nakşedecek derecede tesirli beliğ sözleri söyleyebilen herkes şairdir” Muâllim Naci’ye göre. Bu şairin / ‘üstün insanın’ taşıması gereken niteliklerse şunlardır: İnsanlara numune-i sefalet göstermeyecek, ders-i ulviyyet verecek, ahlâk-i milliyyeyi tazhîbe çalışacak, mensub olduğu milletin günden güne âlî olduğunu görmek isteyecek, dünyanın bir saadet-âbâd kesilmesi arzusunda bulunacak, haliyle, lisanıyla, kalemiyle bu maksadı tervîce sa’y edecek. Hâsılı şair muhyî-yi fezâil (*Üstün ve güzel işler yapmayı canlandırmak), mü’mit-i rezâil (*Utandıran ve yok edici) olmak fikrinden hiçbir vakitte hâli kalmayacak.” Yani ki; İnsanlığa sefalet örneği göstermeyecek, yücelik dersi verecek; milli ahlâkı güzelleştirmeye, vatandaşı olduğu milleti her zaman yüceltmeye çalışacaktır şair. Dünyayı, mutlu bir yer yapma arzusuyla; tavır ve yazılarıyla bu erdemleri canlandıracak, kötülükleri yok edecektir. Toplumun örnek aldığı büyük ve değerli bir kişi olacaktır. Ama sanatın da, sanatçının da temeli illâ milliyetçi olacak. Benim anladığım bu! Her ne kadar özünde ırkçı bir canavar saklayan milliyetçilik, belki siyasetçi için iyi bir malzeme olarak kabul edilebilir ama konu sanat olunca bunu kabullenmek mümkün değildir. Sanat tüm evreni güzelleştiren, umudu ve direnci yükselten becerisiyle dünyanın en güçlü kaynağıdır; onu bir ulusun payandası yapmak kadar akıl dışı bir görüşe inanmak, dünyanın en saçma şeyidir bence. Muâllim Naci, Batının yenilikçiliğini, ulusal geleneklerimizle kaynaştırmadan, olduğu gibi kabul etmekle suçlamaktadır Recâizâde Mahmut Ekrem ve onun peşinden gidenleri. Onları yeni sözcükler kullanacağım derken saçmalamakla, neredeyse ‘millet düşmanı olmak ve soyunu yitirmekle’ eleştirmektedir. Varacakları yer için de çok kısa bir söz kullanır: Taklitçilik!Yeni sayılan şiirlerimiz içinde manasızları o kadar çoktur ki bunları herkes görmüş olacağı cihetle şurada bir iki misal vermeğe lüzum görmekte mana yoktur. Bu bele pek fenâ! Gide gide yâve-gûluk (*Saçmalık) hepimize sirâyet (*Bulaşma) edecek olursa biz ediplerin eslafa (*Bizden öncekilere) ne derecelerde üstün geleceğimizi hayâl ediniz.” Bu saptamasını da bugün beni gülümseten bir şiirle edebiyat tarihine sabitler. Cehl ile kendi lisânından değilken bâ-haber (*Kendi öz dilinden haberin yokken) Dîgerin tahsîle kalkışman tuhaftır zor ile (*Başkalarının dilini zorla öğrenmeye kalkışman tuhaftır) İftihâr etmekte fi’l-vâki verirdim hak sana (*Gerçekten seninle övünür, hak verirdim sana) Olsa tahsîl-i lisân pardon ile bonjur” (*Dil öğrenmek pardon ya da bonjur demek olsaydı) (Söylemezsem çatlarım cinsinden özel bir not: Bu şiir; sokakları değil, caddeleri değil, artık şehirleri dolduran ve kendi dilinin rezil edildiğini görmeyen, ona sahip çıkmayan; aktüelin ezberlettiği, her biri birbirinin aynı olan, tuhaf, köksüz sesler çıkarmayı konuşmak sanan günümüz insanlarının büyük ve gürültülü kalabalığını hatırlattı bana. Bunu yazmak zorunda kaldığım için mi yoksa Türkçeye sahip çıkan ve artık bir avuç kalmışların sesini kimselere duyuramadığına mı daha çok üzüleyim, bilemedim?) Zemzeme-Demdeme kapışmasının ardından çıkarılan savaş sonu bilançosunda, Muâllim Naci’nin, dil konusunda ileri sürdüğü görüş ve önerileri gerçekten çok önemli ve dikkat çekicidir. Türkçeyi doğru kullanabilmenin tek yolu, dilin bir an önce düzen altına alınmasıdır şaire göre. Bu görüşünü de, o dönem henüz bir yazım kılavuzumuzun olmadığı gerçeğiyle destekler. Her ne kadar edebiyatımızın akışını değiştirecek bu sağlam görüşe paralel sağlamlıkta eserler veremese de; bugün bile geçerli olan bir sorunu ilk kez dile getirerek edebiyatımıza büyük bir katkı sağlamıştır Muâllim Naci. Onun savı: “Kavâid-i lisânı” (Dilin kurallarını) saptamak ve bunu bir kurum güvencesi altına almak gerekliliğidir! Bir milletin lisânı intizam altına alınmadıkça maârifçe ilerlemesi mümkün olamayacağı hakîkati ortada parlar durur.” Farkındasınız herhalde, Naci, edebiyatımızın gelişme göstermesi için ulusal bir dil kurumunun gerekliliğinden söz ediyor. (Meraklısına Not: Bu kuruma ulaşmak için, 12 Temmuz 1932 günü Mustafa Kemal’in öncülüğünde kurulan Türk Dil Kurumu’na kadar bekleyecektir edebiyat dünyamız.)Araplar, ‘nakd, tenakkad, intikad, tenakkud’ kelimelerini aynı anlamda kullanıyorlar. Fakat tenkîd kelimesini kullanmıyorlar. Bu duruma vakıf olanlardan dilimizi Arapça açısından değerlendirenler bizim de tenkidi kullanmamamız gerektiğini söylerler. Tenkid kelimesi bizim lisanımıza intikâdden daha tatlı geliyor. Arap beğenmiyorsa biz beğeniyoruz. Biz Arab’ın keyfine tâbi olacak olur isek elimize kalem aldıkça pek çok ezilip büzülmeye mecbûr oluruz.” Muâllim Naci dilimizin gelişmesi adına, başka dillerden sözcükler almaya karşı çıkmaz; ancak, alınan sözcüklerin, kendi ‘millî’ dilimize uydurulması gerektiğini söyler. Bu görüşünü savunmak için de; Arap ve Fars edebiyatlarından aldığımız sözcükleri değiştirmeden, dilimize uygun hale getirmeden kullanmamızı eleştirir. Bunu yapmaya devam edersek Arap edebiyatının etkisinden hiçbir zaman kurtulamayacağımızı söyler. Sadece Doğu dillerinden değil, yenilikçilerin bayıldığı Fransızcadan da sözcükler dilimize girebilir şaire göre; ama bu kelimelerin bizde karşılıkları varsa onları kullanmak kaydıyla! Naci, Fransızca “dikté” ve “statico” kelimelerini örnek vererek bunların yerine “imlâ” ve “hâl-i hâzır” kelimelerinin, “Alafranga meşrebliler” diyerek alaya aldığı Recâizâde Mahmut Ekrem ve onun peşine takılanlar tarafından tercih edilmemesini de, onların ‘Fransızca bilir görünme’ isteklerine bağlar. Gülünç değil mi sizce de? Şimdi hakkını verelim Muâllim’in, haklı mı? Bu konuda haklı! Dilimiz en değerli varlığımızdır. Türkçeyi doğru yazmak için bir kurallar kitabı ve bir sözlük oluşturulması gerektiğini; bunun da ancak dilin kullanış şekillerini gösteren örneklerin bir araya getirilmesiyle yapılabileceğini de söyler Naci. Çünkü dil, kurallarla oluşan bir şey değil, kurallar dilin kullanılışından elde edilen bir şeydir. Muâllim son derece önemli bir noktayı yakalamıştır bence: Dilimizi herkes kullanır ama kuralsızca! Bu kuralsızlık, dilimizin -dolayısıyla da- edebiyatımızın gelişmesinin önünde en büyük sorundur. Peki, bu görevi kim üstlenmelidir? Her eli kalem tutan bu işi yapmaya kalkışırsa dil sorunu, daha da içinden çıkılmaz bir duruma gelir. Bunu yapabilecek tek kuvvet, ‘muktedir’ (*Bir şeyi yapmaya gücü olan) bir edebiyat topluluğudur Muâllim’e göre.Her eli kalem tutan bu hizmeti îfâya kalkışacak olursa lisân bütün bütün herc ü merc (*Allak bullak) olur. Islâh edelim derken ifsâd (*Bozmak) etmiş oluruz.” Bugün bile üstünde durulması gereken bu düşüncelerini gerçek kılmak için kolları sıvar Muâllim Naci. Lûgat-ı Naci (Naci’nin Sözlüğü) ve Istılahât-ı Edebiyye (Edebiyata Ait Kelimeler / Terimler) adlı kitaplarını yazmaya başlar. Her ne kadar Lûgat-ı Naci, şairin ani ölümü üzerine; “F” harfinde, “Fetva” sözcüğünde kalmış olsa da; bu sözlük daha sonra, Müstecâbizâde İsmet Bey tarafından, Muâllim’in aldığı notlara dayanarak tamamlanır. Istılahât-ı Edebiyye ise; “Divân şiiri belagat kurallarını ve edebi sanatları açıklayan bir eser” olarak tamamlanıp, edebiyat tarihinde yerini alır. Bu kitabın en büyük özelliği, sadece Divân edebiyatı kurallarına bağlı kalınarak kaleme alınmış olmasıdır. Sıkılmayacağınızı bilsem, daha sayfalarca yazarım dil konusunda ama burada durmalıyım. Çünkü bir bebeğe mama yedirmek için yapılan ‘A-a, cambaza bak, cambaza bak!’ kandırmacası yapmak istemiyorum sizlere. Benim derdim başka! Her olayı, her duyguyu, anlatacağı her şeyi -bir kâbustan hiç de farkı kalmayan- “Aynen” sözcüğüyle ifade eden bir topluluk içinde, ben size dilin zenginliğinden söz etmeye çabalıyorum. Sosyal genimize girmiş ve bizi ağzımızın içinden kırt kırt kemiren öldürücü bir mikroptan! Derhal kurtulmalıyız! ‘Aynen’ ve onunla benzer karakter taşıyan sevimsiz ailesinden bir daha bulaşmamak üzere, çarçabuk kurtulmalıyız. Durduk yerde sinirlendim şimdi. Çay, evet, çay iyidir. Benim için çay zamanı! Siz de alın, karşılıklı içelim, çay iyi gelmez böyle anlarda, çok iyi gelir… Ohhh, yaşasın çay! Şimdi kapışmanın sonrasını anlatalım biraz. Muâllim Naci, büyük bir olgunlukla; “Bu lüzûmu müteessifen görüyorum. Çünkü meşarün-ileyhe böyle bir mukâbelede bulunmaya mecbûr olmak istemezdim” diye başladığı Demdeme yazılarının; etik değerlerin yerlerde süründüğü, kimi zamanı gülünç, kimi zamanı da hüzünlü ve zaman zaman da nefret dolu olan böylesi bir kapışmaya neden olacağını bilseydi, yine de yazar mıydı diye düşünmeden edemiyorum? Ya da Recâizâde’nin, yenilik getireceğim diye Muâllim Naci’ye acımasızca saldırması, yapmak istediği edebiyat devrimine istediği gücü kattı mı? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Öyleyse, savaş sonrası elimizde kalan belgelerin bize söyledikleri gerçeklerle yetinelim.Şıp diye’ biten kavgadan sonra, ne yaptı Recâizâde Mahmut Ekrem, ne yaptı Muâllim Naci? Bir kenarda öyle sus-pus oturduklarını düşünmüyorsunuz, değil mi? Muâllim; “Mecmua-i Muâllim” adıyla, haftalık bir edebiyat dergisi çıkardı; hem de tek başına! İlk sayısı 12 Ekim 1887’de çıkan dergi, 15 Kasım 1888’de yayımlanan 58. sayısına kadar yayın hayatında kaldı. Dergisi kapandıktan sonra, 1890’da bir süre Mürüvvet gazetesinde yazılar yazdı Muâllim. 6 Nisan 1891 günü, “Gazi Ertuğrul Bey” adlı manzumesini Padişah II. Abdülhamit’e sununca, padişah Naci’yi, Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirdi; rütbe ve nişanlara boğdu; yetmedi, maaş bağladı şaire. Muâllim de bunun karşısında boş durmadı; ilk elli dört beyiti II. Abdülhamit’e methiye olmak üzere doksan beyitten oluşan “Mesnevî-i Muâllim Naci” adıyla bilinen son eserini yazdı. Hiç beklenmeyen bir zamanda, henüz 44 yaşındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu, 12 Nisan 1893 günü, Fatih’teki evinde öldü ve ertesi gün Divanyolu’nda II. Mahmud Türbesi’nin hazîresine defnedildi. (Meraklısına Not: Muâllim Naci’nin defnedildiği bu türbeye, Sultan Abdülaziz ve Osmanlı’nın 34. padişahı II. Abdülhamit de gömülmüştür. Abdülhamit’in yaptırdığı mezarın taşında: “Hakperestim, arz-ı ihlas ettiğim dergâh bir / Bir nefes tevhidden ayrılmadım, Allah bir” yazılıdır.) Recâizâde Mahmut Ekrem’in öfkesi hiç dinmedi Muâllim Naci’ye. Şairin ölümünü duyunca dişlerinin arasından belli belirsiz bir söz işitildi: “Onun vücudu zaten zaid (*Gereksiz) idi.” Muâllim Naci’nin Galatasaray Lisesi’nden öğrencisi olan Tevfik Fikret de çok iyi şeyler söylemedi eski öğretmeninin arkasından:Hiç unutmam, ilk derse geldiği gündü. Boyunbağı bir tarafa gitmiş, ceket yerine giydiği sof (*Ham ipekten yapılmış astarlık kumaş), birkaç renk olmuş, sakalı bıyığına karışmış, geniş bir gülümseme ile kapıdan girince soğuk bir duş yapmıştık. Derslerimiz eski canlılığını kaybetti, sınıf bir ölü halini aldı.” 1893’de, Muâllim Naci’nin aniden ölmesi, gelenekçilerle yenilikçiler arasındaki kavgayı bir süreliğine durdursa da; her iki taraf, bu beklenmedik ölüm karşısındaki afallamalarını, yeraltına inerek yeni kapışmaya hazırlık yaparak geçirirler. İlk hamle, gelenekçilerin yeni kalesi olan Malûmat gazetesinden, saray yanlısı gazete sahibi, Babanzâde Mehmet Tahir’den, nam-ı diğer “Jurnalci Malûmatçı”dan gelir. Malûmatçı Tahir; 28 Kasım 1895 tarihli gazetesinde, Recâizâde Mahmut Ekrem'in “Şemsa” adlı uzun hikâyesini, kendisinden izin almadan yayımlar. Ekrem, Servet-i Fünun dergisine gönderdiği bir şikâyet mektubuyla bu ‘edepsizliği’ protesto eder. Bu kadarla kalmaz; kalkıp, Servet-i Fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan (Tokgöz)’le konuşmaya gider. Bunun bir kışkırtma olduğu o kadar açıktır ki! Bu sataşmaya karşı, Ahmet İhsan Bey’e bir teklifi vardır Recâizâde’nin: Dişe diş! Recâizâde, 27 Mart 1891 günü yayınlanmaya başlayan; Batı edebiyatından çevirilerin de yayımlandığı, ancak ağırlıklı olarak; fen, sağlık, sanayi, magazin ve genel kültür dergisi olan Servet-i Fünun’un, kendi görüşlerine sempati duyan, 27 yaşındaki genç sahibi Ahmet İhsan (Tokgöz)’ü etkileyerek, derginin yeni edebiyatı savunan bir edebiyat okuluna dönüşmesini sağlar. 7 Şubat 1896 tarihli, 256. sayıdan sonra da, yetenekli öğrencisi Tevfik Fikret’i Servet-i Fünun dergisinin başyazarlığına getirince, güçlü bir edebiyat dergisi çıkar ortaya. Halit Ziya (Uşaklıgil), Mehmet Rauf, Cenap Şahabeddin, Ali Ekrem (Bolayır), Hüseyin Cahit (Yalçın), ağabeyi Hüseyin Suat (Yalçın), Cemal Reşit Rey’in babası Ahmet Reşit (Rey), Süleyman Nazif gibi yenilikçi genç edebiyatçılar hiç zaman kaybetmeden Servet-i Fünun çatısı altında toplanırlar. Bütün yazarlar ölüm sessizliği içinde kalemlerini bileylerken; biz kavganın yeni taraflarını tanıyalım: Servet-i Fünuncular ve karşısına “çıkarılan” saray beslemesi Malûmat gazetesini! Devamı Var