ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI-1

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI-1 BİTMEYEN GECEYE NEFRET Dekadanlar tartışması, Servet-i Fünuncuların belirgin üstünlükleriyle bitmiştir bitmesine ya; kavgayı kazanan yenilikçilerin kafasındaki karışıklık bir türlü bitmemiştir nedense. Herkes kazanç-kayıp muhasebesi yapıp, kendi ölüsüne ağlarken, sular fokur fokur kaynamaya devam etmektedir. II. Abdülhamit’in karanlıklar içinde geçen 33 yıllık baskı dönemindeki son kavga, Tevfik Fikret ve Mehmet Âkif arasında yaşanan ve tarihe “Zangoç - Molla Sırat Kavgası” adıyla geçen kavgadır. Bu kavganın kökü, Fikret’in 1905 yılında yazdığı; elden ele dolaşan ama kitap olarak basılmayan “Târîh-i Kadîm” adlı şiirine, 1912 yılında Âkif’in yanıt vermesiyle gerçekleşir. Kavgada sadece üç el silah sesi duyulur: Birincisi, Fikret’in yazdığı “Târîh-i Kadîm” şiiri, ikincisi, 1912’de Âkif’in “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiirinde Târîh-i Kadîm’e yanıt veren dizeleri ve son patlama da, iki yıl sonra, 1914’te, ölümünden dokuz ay önce Fikret’in yazdığı, zehir-zemberek “Târîh-i Kadîme Zeyl” adlı şiiridir. Sadece üç şiir üzerinden kopan fırtına, günümüzde bile bitmemiş bir kavganın fitilini ateşler. Çünkü “Zangoç - Molla Sırat” diye başlayan kavga, başkalarının işin içine girmesiyle “İman-Küfür” ve sonunda da “Dindar-Kindar” adıyla anılan kavgaya dönüşür. Bu kavgayı daha rahat anlayabilmek için bazı temel bilgilere gereksinim duyarız. Şimdi yavaş yavaş dönemin son kavgasının nedenlerine ve oluşum koşullarına bakarak yolculuğumuzu başlatalım. 1901 yılında, Servet-i Fünun evinde sert kardeş kavgaları başlamıştır. Derginin, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tevfik Fikret, yol arkadaşı Ali Ekrem Bolayır’ın “Şiirimiz” başlıklı yazısını ‘sansürleyerek’, daha doğrusu tam olarak yayımlamadığı için ciddi bir sürtüşme yaşanır iki şair arasında. Her ikisi de dergiden ayrılırlar. Derginin başına Hüseyin Cahit geçer; ancak o da çok kalamaz derginin başında. Dergi, 553. sayısında yayımlanan “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı Fransızcadan çeviri bir makale yüzünden, sarayın hışmına uğrar ve altı hafta yayın yapmama cezasına çarptırılır. Bunca kavgaya nefes yetiştirenlerin nefesi, saraya karşı, derginin camına buğu bile bırakamayacak kadar gücünü kaybetmiştir. “Kelebeklerin uçuştuğu, içkilerin içilip, güzelliğin sevildiği şiirlere alkış tutan”, bunun yanında; bu güzellik uğrunda bütün çirkinliklerini gösteren, uluorta ağız dolusu sövüşen ‘udebaya’ sesini çıkarmayan saray, hukuk sözü geçen bir yazı yüzünden dillerini koparmıştır hepsinin. Sarayın baskısı o denli yoğunlaşmıştır ki; üstünde II. Abdülhamit’in adı yazılı olan tramvay biletlerini yere atmak bile suç sayılmaya başlamıştır artık. Koca imparatorluk, korkunun karanlık örtüsü altında kımıl kımıl kımıldanmaktadır. Sadece ‘güzellik ve zevk’ için yaşayan Servet-i Fünunun, bıyıkları göğe kıvrık, pudra kokan, şık ama kederli yazarlarından bazıları, bu karanlık içinde, gül dalına lavanta kokulu dantelli mendiller bağlayıp, ah vah ederek dizlerini döverken; 1901’de 34 yaşında olan ama 300 yaşında birinin yorgunluğunu taşıyan Tevfik Fikret de çekilir köşesine. Çağından iğrenmiş, umudunu yitirmiş, kafası karışmış ve tam bir ‘mizantrop’ olmuştur. Şöyle anlatır “Haluk’un Veda’ı” şiirinde o günlerde içinde olduğu ruh halini şair:Ben (…) nâzende Bosfor'un köhne, (*Ben nazlı Boğaziçi’nin köhne) Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr, (*Köhne, serseri, habersiz, bıkkın) Belki cennet kadar tarâvet-dâr, (*Belki taptaze cennet kadar) Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel (*Fakat uyuşuk ve yorgunluk bulaşmış) Bir kenarında münharif, muğfel (*Bir kenarında sapmış ve aldatılmış) Bir hayâtın firâs-ı uzletine,— (…)” (*Bir hayatın yalnızlık şiltesine) (Meraklısına Not: 16 Eylül 1909 tarihinde yazılmış olan bu şiirden alıntı yapmamın nedeni, şairin o dönemki ruh halini yansıttığını düşündüğüm içindir. Şiirin geri kalanı son derece umut yüklüdür. Okumadıysanız okuyun derim ben, seveceğinizden eminim.) Fikret’in bu sessizliği onu kökünden değiştirir. İçinden geldiği ve sadece ‘bohem bir zevk peşinde koşan’ sanat anlayışından, o anlayıştaki; tutarsızlıklardan, çıkmazlardan, adam satmalardan; hani deyim yerindeyse ‘mahalle yanarken, komşusunun yanan evinin ateşinde yumurtasını pişirmeye çalışan gözü yaşlı bencillikten’ uzaklaştığını görürüz şairin yavaş yavaş. Artık şiirlerinde uçuşan kelebekler, arılar, şiir perileri, ilkbahar dalları yoktur; onun yerine yoğun bir nefret sarmıştır şairi. Padişahlığın baskısı ve onun sonucu oluşan halkın, acımasız, vicdansız, vahşi bir hayvanın elinde acı çekerken çıkardığı sesleri, çekildiği sessizlikte duymaya başlamıştır sanki Fikret! Elbette birçok nedeni vardır bu değişimin. İncelemeciler, “şairin ruhsal bunalımı” dedikleri bu dönem için, Fikret’in yaşantısını etkileyen bazı nedenlerden söz ederler. Bu nedenlerden biri, annesi Hatice Refia Hanım’ın 1879 yılında hacca gitmesi ve orada koleraya yakalanarak ölmesidir. Şair, 17 Ekim 1902 tarihli “Hemşirem İçin” adlı şiirinde hem annesini, hem de zalim bir koca elinde genç yaşta ölen kız kardeşi, -ablası- Sıdıka Hanım’ı içi acıyarak anar:Biz çocuktuk, seni defn eylediler (*Biz çocuktuk, seni gömdüler) Bi-vefâ kumlara bî-kayd eller (*Vefasız kumlara, kayıtsız eller) O zamandan beri müştak-ı zebûn (*O zamandan beri özleminle güçsüz) Ne zaman kıbleye dönsem dil-hûn (*Ne zaman kıbleye dönsem yüreğim yanık) Seni bir mahfede pûyan görürüm; (*Bir deve sırtında seni dalgın görürüm;) Sonra kumlarda perişan görürüm. (*Sonra kumlarda perişan görürüm) Bir diken belki delîl-i kabrin, (*Bir diken belki kanıtı mezarının) Develer belki ziyaretçilerin; (*Develer belki ziyaretçilerin) Kim bilir, belki de pâmâl-i gubâr, (*Kim bilir belki de altında tozların) Ne diken var ne ziyaret ne mezar; (*Ne diken var, ne ziyaret, ne mezar) (…) Fikret, ‘Hemşirem İçin’ adlı şiirinde, kız kardeşini anarken, bugün hepimizin ezbere bildiği o ünlü dizeleri de yazar. Daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal’in defalarca kullanacağı o ünlü dizeleri hatırlayalım mı? Elbet değil nasibi mezellet kadınlığın (*Elbet değildir horlanmak kadınlığın payına düşen) Elbet değil melekliğin ümmidi zulm u şer (*Elbet değildir melekliğin ümidi zalimlik ve kötülük) Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer (*Elbet sefil olursa kadın, alçalır insanlık ) Lâkin bugün hep onlara ait yığın yığın (*Ancak bugün hep onlara düşmüştür yığın yığın) Endişeler, kederler, ezziyetler, iğneler!” (*Endişeler, kederler, eziyetler, iğneler) Annesinin hac yolunda ölmesi, üstüne 1902 yılında, üç çocuklu ablasının ölümü yetmezmiş gibi, 1904 yılında da; -neden gönderildiğini kimsenin bilmediği- ve 19 senedir sürgünde olan babası Hüseyin Efendi’nin ölüm haberi gelir bu kez. Hüseyin Efendi, Abdülhamit’in hafiyeleri tarafından uzun süre izlenmiş; ardından da önce Hama’ya, oradan Nablis, Akka ve Halep’e sürülmüştür. Son olarak sürüldüğü Ayıntap’da hayatını kaybeder Hüseyin Efendi. Bu şair için tam bir yıkımdır.Bunalım nedenlerinden bir diğeri, Servet-i Fünun dergisindeki gerilimler ve ardından da derginin kapatılmasıdır’ der incelemecilerin çoğu. Akla yatkın bir neden bence de. Malûmat, İrtika gibi gazeteler üzerinden geleneği destekleyen saray, Avrupadaki gelişimlerin önce süsünü-püsünü alan ama orada durmayıp ‘hukuk, eşitlik, özgürlük, sosyoloji, haklar’ gibi toplumsal dönüşüm hareketlerine doğru eğilim gösteren sanatsal girişimlerden hoşlanmamaktadır. Servet-i Fünun dergisinin neden kapatıldığını hatırlasanıza! Bunca ters giden şeye bir de karamsar ve yorgun ruhunu eklediğimizde, Fikret’in neden bu denli öfke dolu olduğunu daha rahat anlarız bence. 2 Aralık 1897 günü Mütâlâa’da yayımlanan “İnanmak” şiiriyle başlayan değişim, 1902 yılında, ateş gibi sıcak dizelere dönüşür şairin kaleminde. Artık, şiir yazmaz Tevfik Fikret; mumdan bir kâğıt üzerine ateşten harfler bırakır. Serin bir mart günü, Aşiyan’dan İstanbul’un ufuklarına bakar şair. Gördükleri karşısında kendisiyle konuşmaya başlar. Ufukta tüm İstanbul’u kaplamış, yoğun, bembeyaz bir sis görmektedir şair, inatçı bir sis! Başka hiçbir şey görünmez koca İstanbul’dan gözüne.Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, (*Sarmış yine ufuklarını inatçı bir sis,) Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. (*Bir beyaz karanlık ki, gittikçe koyulaşan) Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, (*Ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,) Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; (*Tozlu bir yoğunlukla örtülü bütün görüntüler;) Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar (*Tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakışlar) Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! (*Onun derinliğini iyice kavrayamaz, korkar!) Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, (*Ama lâyık sana, bu derin karanlık örtü;) Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! (*Lâyık bu örtünüş sana, ey zulüm sahnesi!) Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, (*Ey zulüm sahnesi... Evet, ey ışıldayan sahne,) Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! (*Ey fâcialarla süslenmiş ihtişamlı sahne!) Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı (*Ey gösterişin ve ihtişamın beşiği ve mezarı) Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; (*Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi!) Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret (*Ey kanlı muhabbetleri nefretle titremeden,) Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; (*Büyütüp besleyen zevk düşkünü sîne) Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde (*Ey Marmara’nın mavi kucağında) Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; (*Sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın) Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, (*Ey köhne Bizans, ey koca büyücü bunak,) Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir” (*Ey bin kocadan arta kalan bakire dul) (…) Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; (*Örtün, evet, ey facia… Örtün, evet, ey şehir) Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr! (*Örtün ve sonsuz uyu, ey dünya kahpesi!) 3 Mart 1902’de yazılan ve Fikret’in en ünlü şiirlerinden biri olan ‘Sis’, ilk olarak, Tanin gazetesinin, 2 Ağustos 1908 tarihli, birinci sayısında yayımlanmış; daha sonra, Rübâb-ı Şikeste’nin ikinci baskısına alınarak kitaba girmiştir. Sis şiiri, II. Abdülhamit dönemine, başka söyleyişle -payitahtın başkenti olan İstanbul üzerinden-, sarayın yarattığı korku dolu, bitmeyen bir geceye benzeyen, çürümüş sistemine duyulan nefretin şiiridir. Sis şiirini değerli kılan diğer bir özellik ise, Fikret’in imge ve duyguya dayanan, karamsarlıktan kurtulamayan ‘bireyci’ Servet-i Fünun dönemini ardında bırakarak, belirgin bir şekilde ‘toplumcu’ şiirlere yöneldiği anlayışın ilk örneği olmasıdır. Bu noktada, Tanin’den de söz etmekte yarar var bence. Tanin; Tevfik Fikret, Hüseyin Kâzım (Kadri) ve Hüseyin Cahit’in birlikte çıkardıkları bir gazetedir. II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra yayın hayatına girmiş olan Tanin; İttihat ve Terakki Partisi’nin yayın organı durumuna gelmeye başlayınca, Tevfik Fikret ve Hüseyin Kâzım Bey gazeteden ayrılırlar. Hüseyin Cahit, yanına Aka Gündüz, Falih Rıfkı, Fazıl Ahmet gibi kalemleri alarak yoluna devam eder. Kısa süre sonra da Hüseyin Cahit, İttihat ve Terakki Partisi’nden İstanbul Milletvekili seçilir. Bir yıl geçmeden patlayan 31 Mart Olayı’nda, Tanin gazetesi basılıp, yağmalanır. Gazete bir kapatılıp, bir açılır. Tanin diye yayın hayatına başlayan gazete; ‘Cenin’, ‘Renin’, ‘Senin’, ‘Hak’ gibi isimlerle, üç dönem halinde ve 17 yıl yayın hayatında kalmayı başarır. Fikret’in ‘Sis’ şiirine yıllar sonra bir şair, kendi penceresinden bakarak yanıt verir. Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Kendi Gök Kubbemiz” adlı kitabında yer alan ‘Siste Sesleniş’ adlı şiiri, Fikret’e yanıt gibidir. Beyatlı İstanbul’u savunmaktadır. Kime karşı? Fikret’e karşı!Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri; Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri. Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis'i. Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi. Hulyâma bir eza gibi aksetti bir daha; -Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua... Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın; Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın. Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl. Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın, Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.” (Yahya Kemal Beyatlı, “Kendi Gök Kubbemiz”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1974) Fikret’teki değişimin çok belirgin bir şekilde ilk kez görüldüğü şiiri, Sis şiiridir. Bu yüzden üstünde bu kadar durdum. Oysa ki Tevfik Fikret, belki bir sosyalist değildir ama ütopist düşleri ve ‘insancıllığıyla’ daha önce de toplumsal sancıları konu yapmıştır şiirlerine. Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmış olsalar da; bir ‘Balıkçılar’, bir ‘Valide’ ya da bir ‘Verin Zavallılara’ şiirleri, hiç de Servet-i Fünun kibrini taşımaz örneğin…