ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 3 “ARTIK YETER OLSUN BU ZULM Ü CEHÂLET!” Târ...

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 3ARTIK YETER OLSUN BU ZULM Ü CEHÂLET!” Târîh-i Kadîm şiiri üzerinden büyük bir vaveyla kopar. Fikret, din düşmanı bir sosyalist olmakla suçlanmaktadır. Oysa ki şiir henüz örgütlenmemiştir bile! Fikret’in sosyalistliğini en iyi kim değerlendirir? Dünya çapında sosyalistliği onanmış biri değil mi? Şimdi dünya çapındaki en ünlü sosyalist yazarlardan birine, Nâzım Hikmet’in bu konuda yazdıklarına bir göz atalım. Nâzım, ‘Süleyman’ takma ismiyle, 1930 yılında, Resimli Ay dergisinde bir yazı yayımlar. Yazının başlığı “Tevfik Fikret”tir. O yazı üzerinden koparılan bu yaygarayı anlamsız bulduğunu, Fikret’in neden sosyalist olamayacağını madde madde anlatır sosyalist şair. “Fikret tam manasıyla inkılâpçı, cezrî (*Radikal) bir küçük burjuva münevveridir (*Aydınıdır). Bu iddiamızın en bariz delillerini bizzat büyük şairin eserlerinden ve hayatından misaller ve vakıalar alarak gösterebiliriz. İnkılâpçı, cezrî bir küçük burjuva münevverinin, numunelik, klasik manevî vasıfları nedir? Bu vasıflar bilhassa şu suretle hûlasâ edilebilir: 1- Cezrî bir küçük burjuva münevveri her şeyden evvel ferdiyetçidir. 2- Neşeden yeise, ümitten ümitsizliğe, nikbinlikten bedbinliğe, tevazudan gurura velhasıl mütezat haleti-ruhiyelere, küçük bir sebeple süratle ve birdenbire geçer. Bir küçük burjuva münevverinde, inanmakla inanmamak birbirini mütemadiyen takip eden iki ruhî halettir. 3- Bir küçük burjuva münevveri, giriştiği kavganın en keskin anında tabir-i mahsusuyla “gavura darılıp derhal oruç yiyebilir”. 4- Küçük burjuva münevverinin metotlu, bazen iğneyle kuyu kazar gibi, yavaş bir tempoyla ilerleyen herhangi bir mücadele hareketine tahammülü yoktur. O her şeyin bir anda tahakkukunu ister. Ve bir anda tahakkuk vakıası olmazsa, ya kılıçbalığı gibi küser, yahut da nefsini feda ederek işin içinden bu suretle sıyrılmak ister. 5- Küçük burjuva münevverinde ekseriya ahlakî mefhumlar, mutlak mefhumlar halindedir. Ve eğer içine girdiği hareket bu, mutlak addettiği mefhumlardan bazılarını hırpalayarak ilerlemesini temin edecekse, küçük burjuva münevveri, vaktiyle içinde bulunduğu harekete karşı mücadeleye kadar varabilir.” (Süleyman (Nâzım Hikmet), “Tevfik Fikret”, Resimli Ay, Eylül 1930, Sayı: 7, sf. 34-35) Ancak bunları söyleyen Nâzım, Tevfik Fikret’in şair olarak ne kadar büyük biri olduğunu da söylemekten geri durmaz. Koşulları içinde Fikret’in en iyisini yaptığının altını çizer. “Fikret yarı müstemleke olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, on dokuzuncu asrın ortalarından yirminci asrın ilk on yıllarına kadar yaşamıştır, bu yarı müstemleke şark memleketinde orta sınıftan gelmiştir ve bu devirde bütün dünyada artık kendini kuvvetle göstermeye başlayan sosyal adalet kavgalarına (bilhassa Fransa kanalıyla memleketine sızan) memleketinde de zayıf bir burjuva sınıfının yerli derebeyliğe karşı mücadeleye başladığına, muzaffer olunca da hürriyeti sırf kendine tahsis ettiğine şahit olmuştur. Fikret hayatının bir devrinde Allah- ü Ekber diye şiir yazmış, sonra: “Göçüyorsun da arş ü ferşinle/ yok tabiatta bir inilti bile” diyen bir inkılâpçı fakat metafizik materyalist olmuştur. Fikret hürriyet için yazılarında döğüşmüş, fakat hürriyeti ele geçiren burjuvazi bunu yalnız kendi güç ihtirasları için kullanınca: “Yiyin efendiler yiyin” diye feryada başlamıştır. Fikret’in bu şiiri yeryüzündeki bütün burjuva inkılâplarından sonra iktidara geçen sınıfların yüzüne hâlâ bir tokat gibi inebilecek kudrettedir. Fikret ütopik bir sosyalizme hasret çekmiş -başka türlü de o zaman olamazmış, memleketimizde henüz gerçek sosyalizmin bayrağını taşıyacak proleter sınıfı pek zayıfmış- ve bizzat Fikret sosyal menşei bakımından menşeinin, yani küçük burjuvazinin bütün zaaflarını ve kuvvetini tevarüs etmiştir (…) Nitekim, İttihatçılar iktidara geçtikten sonra, Fikret’in düşündüğü büyük hürriyet yerine, temsil ettikleri zümrelerin menfaatlarını koruyunca, Fikret bir yandan onlara saldırırken, bir yandan da dünyaya küsmüş, dağın tepesine çekilmiştir. Fikret mücerret ahlâka, mücerret iyiye ve kötüye inanmış, bunların zamanla, mekânla öz ve kalıp değiştiren konkre şeyler olduğunu anlayamamıştır. Dünyada ve kendi memleketinde her şeye rağmen insanların ileriye doğru atıldıklarını görmüş ve bundan dolayı insana inanmış, güvenmiş ve ana hattında hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamıştır. İçinde yaşadığı dünya ve öz memleketinin şartları onu mücadeleci yapmıştır (…) Hülâsa Fikret’de ikilik vardır. Fakat bu ikilik gitgide ilerinin lehine, gerinin, sallantıda, tereddütte olanın aleyhine bir birliğe doğru inkişaf etmiştir. Öz bakımından söylediklerimizi, yazısının tekniği, dili, şekli bakımından da söyleyebiliriz. Türk şiirine Avrupalı insanı ilk getiren odur, insanı veren en uygun şekillerin Türk şiirine girmesi onunla başlar. Son devirlerinde yazdığı, bilhassa çocuklar için yazdığı şiirlerde dil de gitgide temizlenir. Hasılı Tevfik Fikret, Türk edebiyatının on dokuzun sonu yirminci yüzyılın başındaki en büyük dağıdır. Fikret’i anlamadan, Fikret’i okumadan bugün şiir yazanlar varsa bunlara acırım.” (Nâzım Hikmet, “Cezaeviden Memet Fuat’a Mektuplar, Oğlum, Canım Evladım Memedim”, De Yayınevi, İstanbul, 1968, sf.47-49) Fikret’in sosyalist olmadığını, olsa olsa bir anarşist olduğunu söylemektedir Nâzım. Anarşisttir; çünkü anarşistler de devrimcidir ama bireycidir aynı zamanda. Bu da en fazla, radikal bir küçük burjuva devrimcisinin refleksidir şaire göre. Nâzım, Fikret’in sosyalist olmadığını söylese ne çıkar? Sosyalist düşüncenin küfür sayıldığı bir yerde bunun ne anlamı olabilir ki? Ha sosyalist, ha anarşist! İkisi de vatan hainliğidir diğerlerine göre. Tevfik Fikret; tarihi, biraz filozofa, biraz sırtlana benzetir şiirinde ama en çok berbat suratıyla bir hortlaktır tarih. Karşısına alıp konuşur ‘Târîh-i Kadîm’le, yani eski çağ tarihiyle. “Muhtenik pash bir talâkatle (*Boğuk, paslı bir sesle) Bana başlar birer birer nakle (*Başlar teker teker anlatmaya) Mütevâlî şüûn-i edvarı: (*Çağların sürüp giden olaylarını) Hep felâket, elem yığıntıları! (*Hep felaket, hep acının yığıntıları) Ne zaman geçse bir ketıbe-i şân, (*Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu,) Dâima rehgüzâra hun-efşân (*Sürekli çevreye kan saçan) Bir bulut sâye-bâr olur: mutlak (*Çöküverir ağır gölgesi bir bulutun) Başta, en başta kanlı bir bayrak: (*Başta, en başta kanlı bir bayrak) Onu bir kardı tâc eder tâkıb (*Kanlı bir taç gelir arkasından) Sonra hunin vesâil-i tahrîb: (*Sonra işleri yıkmak olan kanlı araçlar sökün eder: ) Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta, (*Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta) Mancınık, top tüfek, sapan... (*Mancınık, top tüfek, sapan... ) Arada kanlı amirleriyle cünd-i vega: (*Kanlı komutanlar ve savaş birlikleri) Sonra artık alay alay üserâ... (*Sonra artık alay alay esirler…) Mutlaka bir muzaffer, on mağlûb; (*Mutlaka yenen bir kişi, on yenik) Çiğneyen haklı, çiğnenen mâyûb.” (*Çiğneyen haklı, çiğnenen kabahatli) Fikret buraya kadar, savaş karşıtı, insandan yana bir kalem olarak kabul görür ancak ne zaman ki; “Bir hakikat: Hakîkat-i zencîr: (*Bir gerçek var: Eli kolu bağlayan zincir.) Bir belagat: Belâgat-i şemşîr. (* Bir tek şey var sözü geçen: Kılıç) Hakk kavinin demek, şeririndir; (*Hak güçlünün, demek kötünündür) En celi hikmet: Ezmeyen ezilir! (*En açık hikmet: Ezmeyen ezilir!) Her şeref yapma, her saadet piç; (*Her şeref yalancı, her mutluluk piç;) Her şeyin ihtidası, âhîrı hiç. (*Her şeyin başı da sonu da hiç) Din şehîd ister, âsümân kurban; (*Din şehit ister, gökyüzü kurban) Her zaman her tarafta kan, kan, kan! (*Her zaman her yerde kan, kan, kan!) diye yazmaya devam eder ve bu dizeler elden ele dolaşır; büyük bir fırtınanın bulutları kaplamaya başlar göğü. Şiiri parça parça okumaya devam edeceğiz ama büyük kavga öncesinde bilmemiz gereken birkaç destekleyici bilgiden söz edelim şimdi. 1905 yılında yazılan Târîh-i Kadîm, gizliden gizliye herkese ulaşırken ve yedi yıl sonra, 1912 Ağustosunda büyük bir kavgaya neden olacakken; Osmanlı’da neler olmuş ve bu arada Fikret ne haldedir, ona bakalım kısacık da olsa! “Koca bir âlem içinde yalnızım (…) En yakın arkadaşlarımın arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle titriyorum (…) Herkes hiç olmazsa üniformalarla ne mal olduğunu gizliyor; herkes zamanın gösterişli alçaklığına bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezil ortamda nefes alabilme olanağına sahip (…) Üzüntümün derecesini düşünemezsin kardeşim! Kendimi taşlara çarpacağım geliyor; fakat hani benim samimi kanımla kirlenecek bir temiz taş?” Fikret, 2 Şubat 1899 tarihli mektubunda böyle yazar dostu Süleyman Nazif’e kendisini anlatırken! Patlamak üzere olan bir bombaya dönüşmüştür şair. Fikret’in bu dönemi, o günlerde yazmış olduğu birkaç şiiriyle açıklanır genelde: ‘Sabah Olursa’, ‘Mâzî-Âti’ ve ‘Bir Lahza-i Teahhur’! Bu şiirlerde Fikret, ‘karşı çıkan’ adamdır yine: II. Abdülhamit’in bıktırıcı baskısına, basına ve edebiyata dayattığı sansüre, dalkavukluğa, yalnızlığa, günden güne eriyen Osmanlı’ya, her şeye, her şeye… Aşiyan’da sessizliğe çekilmiş, sadece Robert Koleji’ndeki derslerine gidip gelmektedir şair. O denli bunalmıştır ki; II. Meşrutiyet’in ilanından sadece 16 gün önce, 8 Temmuz 1908 günü, en ünlü şiirlerinden biri kabul edilen “Millet Şarkısı”nı yazar. Şiir, boğazı yırtılırcasına bağıran birinin haykırışından farksızdır: “Çiğnendi yeter, varlığımız cehl ile kahre, (*Çiğnendi yeter, varlığımız cehaletle, kahırla) Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz (*Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz) (…) Zulmün topu var, güllesi var, kabası varsa; (*Zulmün topu var, güllesi var, gücü varsa) Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır. (*Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır) Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa, (*Gözünü ayırma güneşten, ne kadar ışığını yitirse de) Sönmez ebedî; her gecenin gündüzü vardır. (*Sönmez sonsuza kadar; her gecenin gündüzü vardır) (…) İnsanlığı pâmâl eden alçaklığı yık, ez; (*İnsanlığı çiğneyen alçaklığı yık, ez) Billâh yaşamak yerde sürüklenmeye değmez. (*Yeminle, yaşamak yerde sürünmeye değmez) Haksızlığın envâını gördük. Bu mu kanun? (*Haksızlığın her çeşidini gördük; bu mu kanun?) En gamlı sefaletlere düştük; bu mu devlet? (*En kederli yoksulluklara düştük; bu mu devlet?) Devletse de, kanunsa da artık yeter olsun; (*Devletse de, kanunsa da artık yeter olsun;) Artık yeter olsun bu denî zulm ü cehâlet.” (*Artık yeter olsun bu alçakça zulüm ve cehalet) Bu baskı günleri, deprem büyüklüğünde bir sarsıntıyla kaybolan heyecanını geri getirir Fikret’e ve onun gibi düşünen aydınlara: 24 Temmuz 1908 günü, II. Meşrutiyet ilan edilir. İşte şairin beklediği bayram gelmiştir; beklenen aydınlık günlere ulaşılmıştır en sonunda. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği günün ertesinde, “Rücu” (*Vazgeçiş, cayma) şiirini yazar Tevfik Fikret. Sis şiiriyle nefret duyduğunu söylediği İstanbul şehrinden özür diler gibidir şair. “Düşün; bugünkü adımlar hazırlıyor yarını” gibi muhteşem dizeler vardır şiirde. “Hayır, hayır, sana râci’ değil bu tel’înât, (*Hayır, hayır, bu lanet etmeler sana değil,) Bütün bu levm ü te’ellüm, bu ibtikâ-yi hayât (*Bütün bu kınama ve kederler, hayattan yakınmalar) Hayât'i milleti ta’zib eden, muhakkar eden, (*Milletin hayatına azap veren, hakaret eden,) Çamurlıyan ne kadar levs varsa hep birden (*Onu çamurlayan ne kadar kir varsa hep birden) Kucaklamış taşımış bir muhite aiddi; (*Kucaklamış, taşımış bir çevreye aitti;) O mel’ânet gecesinden uzaktayız şimdi. (*Şimdi o kötülük gecesinden uzaktayız. ) Karıştı leyl-i musîbet leyâl-i nisyana, (*O uğursuz gece unutulmuşlara karıştı ) Açıldı gözlerimiz bir sabâh-ı rahşâna (*Açıldı gözlerimiz pırıltılı bir sabaha) Ancak bu bahar uzun ömürlü olmayacaktır. Devamı Var