ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 4 ‘ZORBALARA EN İYİ SIĞINAK GECEDİR’ 17 Aralık 1908 günü, Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılması, basının ve sanatın serbestisi büyük bir heyecan yaratmış olsa da; İtt...

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 4 ‘ZORBALARA EN İYİ SIĞINAK GECEDİR’ 17 Aralık 1908 günü, Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılması, basının ve sanatın serbestisi büyük bir heyecan yaratmış olsa da; İttihat ve Terakki Partisi militanları tarafından, 6 Nisan 1909 günü vurularak öldürülen muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey suikastı her şeyi darmadağın eder. 31 Mart adıyla bilinen gerici isyan patlar 1909’un 13 Nisan günü. İsyancılar, gazetelere saldırır; bazı milletvekillerini ve subayları linç ederler yolun ortasında. İsyan, 24 Nisan 1909 günü, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından bastırılır. Ayaklanmadan sorumlu tutulan II. Abdülhamit Selanik’te, varlıklı bir İtalyan’a ait olan Alatini Köşkü’ne sürgüne gönderilirken; yerine İttihatçıların güdümündeki V. Reşat padişah koltuğuna oturtulur. 33 yılın karanlık padişahı gider ama İttihat ve Terakki Partisi’nin zulmü başlar bu kez. Birkaç yıl içinde Osmanlı kana bulanır. 1912’de Arnavut isyanı ve ardından başlayan Balkan Savaşlarındaki yenilgiler, Makedonya, Batı Trakya ve Selanik’in kaybı; bu yetmezmiş gibi Almanların yanında Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenen bir Osmanlı gerçeği; 19 Ocak 1912’de, Fikret’in büyük bir öfkeyle ‘Doksanbeşe Doğru’ şiirini yazmasına neden olur: “Bir devr-i şe’âmet: Yine çiğnendi yeminler; (*Bir uğursuz dönem: Gene çiğnendi yeminler) çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i bülendi. (*Çiğnendi, yazık, ulusun yüce umudu!) Kânun diye, topraklara sürtüldü cebinler; (*Yasa diye topraklara sürtüldü alınlar;) kânun diye, kânun diye, kânun tepelendi... (*Yasa diye, yasa diye, yasalar tepelendi...) Bîhûde figanlar yine, bihûde enînler! (*Boş yere bunca çığlık, boşuna bu inilti!) Eyvah! Otuz-üç yıl o zehir giryeleriyle, (*Eyvah! Otuz üç yıl o zehirli ağlayışlarla,) hüsranları, buhranları, ehvâli, melâli, (*Yenilgiler, bunalımlar, korkular, üzüntülerle,) âmâl i devâhîsi, ve sulh u seferiyle (*Dilekleri belâları ve barış utkusuyla) bir sel gibi akmış, mütevekkil, mütehâli... (*Bir sel gibi akmış, boyun eğmiş, boşu boşuna... ) Yazsın bunu târih-i iber hatt-ı zeriyle! (*Yazsın bunu altın yazısıyla öğretici tarih!) Hâlâ o şebin zeyl-i temâdîsi bu ızlâm; (*Hâlâ o gecenin devamıdır bu karanlık;) hâlâ o cehâlet, o tecâhül ve o techîl; (*Hâlâ o cahillik, o bilmezlik ve yüzsüzlük) hâlâ vatanın hıssası bir tûde-i âlâm; (*Hâlâ vatanın payına düşen bir yığın üzüntü) hâlâ düşünen başlara hep latme i tenkil; (* Hâlâ düşünenlere hep tokatla ceza) hâlâ sırıtan dişlere hep lokma-i in’âm. (*Hâlâ sırıtan dişlere hep sus payı, nimet lokması) (…) Millet yaşamaz, hakka tahassürle solurken (*Millet yaşamaz hakka özlemle solurken) «Sussun!» diye vicdânına yumruklar inerse; (* Sussun diye vicdanına yumruklar inerse) millet yaşamaz, Meclisi müstahkar olurken (*Millet yaşamaz Meclis’i aşağılanırken) iğfâl ile, tehdîd ile titrer ve sinerse; (*Aldatılıp korkutulup titrer ve sinerse) millet yaşamaz, mahşer-i millet boğulurken! (*Millet yaşamaz milletin özü boğulurken!) (…) Düşsün sana - meyyâl-i tahakküm - eğilen ser; (*Düşsün sana -zorbalık uğruna- eğilen baş) kopsun seni - bir hakk diye - alkışlıyan eller!.. (*Kopsun seni - bir hak diye- alkışlayan eller!) Tozun dumana karıştığı bu heyecanlı günlerde çok kan akar. 1908-1912 yılları arasında, ilerici bir kimlik taşıyan İttihat ve Terakki Partisi, 1912 sonrasında Osmanlı’nın felaketini hazırlayan, “Teşkilat-ı Mahsusa” örgütüyle bir suç çetesine dönüşür. Uzun, kırmızı bir hikâye… Biz konumuza dönelim. Fikret’in 1900 yılında yayımladığı tek kitabı Rübâb-ı Şikeste, 1910 yılında yeniden basılır. Bir yıl sonra, “Haluk’un Defteri” ve “Rubabın Cevabı” adlı iki kitabı daha basılır şairin. Zaten bunlardan başka, 1914 yılında basılan çocuk şiirleri “Şermin”den başka kitabı da yoktur Fikret’in. Osmanlı’nın baş aşağı devrildiği bu günlerde birçok siyasi görüş sarar ülkeyi. Türkçülük, İslamcılık, zayıf da olsa sosyalist hareketler, bu akımların birbirine karıştığı görüşler, diğerleri… Bu debdebe içinde, Fikret’in hiçbir kitabına almadığı Târîh-i Kadîm şiiri, yeniden gündeme gelir. Demek ki geçici serbesti şiirin edebiyat dünyasında dolaşımını hızlandırmıştır. İlk tepki, genç bir yazar olan, 23 yaşındaki Emin Hakî Bey’den gelir. (1889-1921) Son derece cılız bir karşı çıkıştır ama Fikret’e saldıracaklara yol açması adına önemli bir görevi üstlenir Hakî’nin makalesi. Emin Hakî Bey, 22 Mayıs 1912 günü ölen Şair Eşref’le ilgili yazdığı ancak makalesinin içinde Fikret’i ve Târîh-i Kadîm’i de eleştiren yazısında şöyle seslenir Fikret’e: “Eşref istibdat aleyhindeki şiirleri sayesinde, insanların hafızasında sonsuza dek yaşayacak, ölmeyecektir (…) Tevfik Fikret’e gelince, onun 1308 (1891) yılında İsmail Safâ’nın reisliği altında yayımlanan Mirsâd edebî dergisinde “Mehmed Tevfik” imzasıyla neşrettiği eserleri gerçekten okunup incelenmeye değer (…) Hele “Sis” ve “Rücû” manzumeleriyle Rübâb’ın nağmeleri şevk artırıcı olmuştur. Ne zaman ki “Târîh-i Kadîm” yayımlanmıştır, işte Tevfik Fikret o gün ölmüştür! Fakat bu ölüm, tabii olarak gelen bir ölüm değil, bir intihardır. Çünkü o bir eser değil, Hakk’a karşı bir isyan-namedir (…) Hele ‘Göçüyorsun da arş ü ferşinle / Yok tabîatda bir inilti bile’ beytiyle kopardığınız fırtınalar, emin olunuz Tevfik Fikret Bey, şöhret geminizi bir yokluk girdabına doğru sürüklemiş; sizi bütün edebî varlığınızla o unutma denizinin diplerine gömmüştür.” (Emin Hâkî, “Mütâlaât-ı Edebiyye: Eşref mi Öldü? Tevfik Fikret mi?”, İnkılâb-ı Edebî, 23 Temmuz 1912, Sayı: 1, sf. 4-8) Çok güçlü bir karşı görüş yazısı olarak kabul edilmese de, en azından terbiye sınırlarında bir yazıdır Hakî’nin yazısı. Aynı günlerde, Fikret’in Târîh-i Kadîm’ine eleştiri getirenlerden biri de, Erzurum Kongresi’ne Sivas temsilcisi olarak katılmış, Sivaslı Mehmed Fazlullah Bey’dir. (1876-1942) Fazlullah Bey, 32 sayfalık bir risale (kitapçık) yayımlar 1912 yılının Temmuz ayında: 269 beyitten oluşan ve Arapça bir isimle piyasaya çıkan kitapçık “Şihâbü’l-Kudret fî Recmi’l-Fikret” adını taşır. (Yazarın kitabı, Türkçe söyleyişle: “Fikret’in Taşlanması Konusunda Kudretin Kıvılcımı” anlamına gelir.) Merzifon’da basılan risalenin Fikret’e karşı bir öfke içeriği taşıdığını söylemeye gerek var mı? Ancak sanat kavgalarında pis bir gelenek halini alan, terbiye duvarının yıkıldığı bir bölüm var ki kitapçıkta, bunu anlatmalıyız bence. Prof. Dr. Âdem Ceyhan’ın sunumunda dikkatimi çeken ‘terbiye duvarının aşıldığı’ bu bölümde, Fazlullah Bey’in bir çeşit bulmacasından söz eder araştırmacı. Fazlullah Bey, bir beyit yazmış ancak beyitin bazı bölümlerini boş bırakarak, okuyucunun kafasına girerek Fikret’e sövmektedir: “Sende ….. var fakat nâmı …….n nâ-becâ ve pek ‘âmî” Bu beyiti şöyle okur incelemeciler: Beyitin birinci dizesinde boş bırakılan yere “Tevfik”, ikinci dizesinde boş bırakılan yere ise “Fikret’in” kelimesi, kullanılan aruz ölçüsü ve anlam bakımından uygulanırsa; ortaya çıkan anlam şöyle olur: “Sende tevfîk, (*Allah’ın yardımı) var, ama sadece adı (*var, kendisi yok) Fikret’in (*Düşüncen) yersiz ve pek sıradan, çok cahilce” Her sanatsal kavga neden hemen ahlâksal çöküşe doğru evrilir ki? Fazlullah Bey, 106 beyitlik Târîh-i Kadîm’e karşılık olarak yazdığı 269 beyitlik risalesinde, açar ağzını, yumar gözünü sonra: “Mihri görmezse dîde-i huffâş / Ne kusûr âfitâba ey ayyâş” (Ey ayyaş, yarasanın gözü güneşi görmezse, güneşin bunda ne kusuru var?) “Hangi kuvvet ki fevk-ı kuvvet-i Hak / Hakk’a çalsın galebe ey ahmak!” (Ey ahmak! Allah’ın kuvveti üstünde hangi kuvvet var ki, ona galip gelsin?) “Ne tedeyyün tefennün etmişsin / Âdetâ sen tecennün etmişsin” (Ne dinini sakınmışsın, ne de bir ilimde beceri sahibi olmuşsun... Sen âdeta delirmişsin) “Herze”(*Boş, saçma sapan lâf),“kâfirâne söz”, “fezâhat” (*Edepsizlik, alçaklık), “âteşîn gayz” (*Ateşli kızgınlık), “küfr-i turfanda” (*Günyüzü görmemiş küfür), “türrehât-ı pür-hande” (*Çok gülünç, saçma sapan sözler) gibi sözler ve benzetmelerle yüklenir Tevfik Fikret’e. Ona göre Fikret; “müşevveşü’l-efkâr” (*Fikirleri karışık, düzensiz), “çocuk”, “ayyâş”,“bî-hûş” (*Akılsız) ve “câhil”dir. “Aklı varsa” hemen pişman olur ve Müslümanlığa geri döner. Fikret’in Müslümanlığa dönmesini istemek mi? Bu ne demek şimdi? Fikret’in yazdıklarına bakalım mı? “Yere geç satvetinle ey serdâr! (*Ey savaşçı, gücünle yere bat!) her zafer bir harâbe, bir medfen; (*Her zafer bir yıkım, bir gömü alanı) ey cihangir, utan şu makbereden! (*Ey savaşçı, utan şu mezarlıktan) yıkıl ey köhne taht-ı istiklâl; (*Yıkıl ey eskimiş bağımsızlığın tahtı) zîr-i kahrında inliyor ensâl! (*İnim inim inliyor insanlar) parçalan, ey şikestefer iklîl, (*Parçalan, ey kararmış taç) şu yığınlarla ihtiyâc-ı sefil (*Şu yığınlarca insanın yoksulluğu) hep senin, işte hep senin eserin! (*Hep senin yüzünden, senin eserindir bu) göz yaşından yapılma incilerin (*Göz yaşından yapılma incilerin) görsen artık nasıl yosunlanmış… (*Görsen artık nasıl yosunlanmış…) size mâzî ne hisle aldanmış? (*Eski çağlar nasıl kanmış size?) bilsem, ey kargalar ki, âkil-i hûn, (*Bilsem, ey kan içen kargalar,) her karanlık sizinledir meşhûn. (*Bütün karanlıklar sizinle dolu) fikre artık yeter tahakkümünüz; (*Artık yeter fikri susturduğunuz,) yaşanır pek güzel tegallübsüz, (*Zorbalık olmadan da pek güzel yaşanabilir ) sizi târih eder himâye, gidin, (*Hadi gidin, tarihe sığının) gece hemrâzıdır hayâdîdin. (*Zorbalara en iyi sığınak gecedir) ve o matmûre-i tebâhîde (*Ve siz de o mezarlıkta) boğulun…işte en güzel müjde (*Boğulun… işte en güzel müjde) mutasavver dühûr-i âtiyeye; (*Düşümüzdeki gelecek çağlarda) işte hürriyet-i hakıykıyye: (*İşte gerçek özgürlük) ne muhârib, ne harb ü istîlâ; (*Ne savaşan, ne savaş, ne işgal) ne tasallut, ne saltanat, ne şekâ; (*Ne saldıran, ne saltanat, ne alçaklık) ne şikâyet, ne kahr-ı istibdâd; (*Ne yakınma, ne de baskı zulmünün kahrı) ben benim, sen de sen, ne rabb, ne ibâd! (*Ben benim, sen de sen, ne Yaratan, ne ibadet!) “Ne rabb, ne ibâd!”… Ne Tanrı olsun, ne de ona tapınan! Bu son derece tehlikeli sözler, elbet karşılık bulacaktır. Bunun vicdanî bir konu olduğunun düşünüldüğü günlerden uzakta yazılan bu dizeler, Fikret’in karşısına “küfürbaz, dine dil uzatan münkir (*İnkârcı)” suçlamalarını çıkartır. O kadarla da kalmaz; ona kilisede çan çalan anlamına gelen “Zangoç” denir. 1912 Ağustosunda, Recâizade Mahmut Ekrem’in peşinde, yeniliğe doğru giden Tevfik Fikret’in karşısına, Muâllim Naci’ye ‘üstat’ diyen Mehmet Âkif çıkar bu kez. Kavgaların en serti yaşanır ya; kavga, bildiğimiz o aynı kavgadır yine, sadece oyuncular değişmiştir. Âkif, Tevfik Fikret’in Târîh-i Kadîm şiirini ne düşünsel ne de felsefi boyutta kabul etmez. Ona göre bu bir eser değil, Müslümanların kutsal değerlerine “bir kuduz ilhâd (*Dinsizlik), Doğu ve Batı ülkelerinde benzeri görülmemiş şekilde iğrenç bir saldırı”dır ve “henüz çocuk denebilecek yaştaki bilgisiz gençlerin dinî inançlarını yıkacağından” sessiz kalınmamalıdır. Teşkilat-ı Mahsusa’da da görev yapmış bir edebiyatçının hışmına uğramıştır bu kez Fikret’in şiiri: Mehmet Âkif, 22 Ağustos 1912 tarihli, Sebîlürreşâd dergisinin, 207. sayısının, 476. sayfasında yayımlanan “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiirindeki bir bölümde, “Dine sövdüğünü” iddia ettiği Fikret’e çok aşağılayıcı sözlerle yanıt verir. Bu, kapışmada patlayan ikinci mermidir.