ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 6

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 6 CEBERÛT II. Meşrutiyet’in ardından gelen geçici özgürlük havası, birçok alanda değişikliklere, hatta denge bozukluklarına neden olmuştur. Bu günlerden aklımızda kalan en önemli olay 31 Mart Olayı iken, yine aynı günlerde yaşanan ve Zangoç-Molla Sırat adıyla hatırlanan, Âkif-Fikret kavgası da döneme damgasını vuran önemli olayların başında gelir. Fikret, II. Abdülhamit baskısının yoğun yaşandığı günlerde, Târîh-i Kadîm adlı bir şiir yazmış, 1912 yılında Âkif; din düşmanlığı yapıldığını düşündüğü bu Fikret şiirine karşı zehir-zemberek dizelerden kurulu Süleymaniye Kürsüsünde başlıklı bir karşı-şiirle edebiyat dünyasının tüm dikkatini bu kavgaya çekmiştir. Korku imparatorluğunun kalın siyah perdesi altında kıvranan dönem edebiyatı için son derece ‘cesur’ dizelerden oluşan Târîh-i Kadîm şiiri, bugün okunduğunda da hayret uyandıracak kadar bir etki bırakmasının yanında, neden olduğu bitimsiz tartışmasıyla da incelemecilerin uzak duramadığı bir şiirdir.O zaman ey kadîd-i nahnahakâr, (*Ey soluyan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,) şimdi “ceng, ihtilâl, uhûd, uhûd, ızfâr…” (*Şimdi “savaş, devrim, anlaşma ve sefer…”) diye saydıkların kalır meçhûl; (*diye saydıkların bilinmez kalır) birer uğcûbe, yâ hikâye-i gûl. (*Birer ucube ya da korkulu bir hikâye) yırtılır ey kitâb-ı köhne yarın (*Yırtılır ey eskimiş kitap yarın) medfen-i fikr olan sahîfaların! (*Fikirlere mezar olan sayfaların) bunu kimden fakat ümid edelim; (*Ama bunu kimden umalım) bu azıym inkılâb-ı hilkati kim, (*Yaratılışın bu büyük devrimini kim) hangi kuvvet te’ahhüd eyliyecek (*Hangi güç kalkar, ben yaparım der?) sâhib-i kâ’inat… evet gerçek (!) (*Tüm evrenin sahibi mi?... Evet (!)) sâhib-i kâ’inât olan ceberût, (*Tüm evrenin sahibi olan o acımasız zorba) o tekarrübşiken lîkâ-yı samût; (*O asık yüz ki yaklaşılmaz yanına) o fakat aslı hep bu kargaların!” (*O ama aslı hep bu kavgaların!) Âkif, Fikret’in bu dizelerine karşı; şaire, Müslüman olmadığı -hatta tehlikeli ve zararlı bir dinsiz olduğu- göndermesiyle, Hristiyan dinine inananların tapınma evi olan kiliselerde çan çalan anlamına gelen “Zangoç” yakıştırması yapmış; orada da kalmayıp, onunla aynı fikirde olan diğer sanatçı ve aydınlara da “Çan” imgesi üzerinden laf atmıştır Süleymaniye Kürsüsünde şiiri üzerinden:Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan. Müslüman, fırka belâsıyle zebun bir kavmi, Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı? Ey cemâat, yeter Allâh için olsun, uyanın... Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!” Aslına bakılırsa, Âkif’in gelenekçi dindar kalemleri, -hatta sadece Tanrıya inanları bile- bu şiiriyle etkilemesi, yanına çekmesi kimseyi şaşırtmaz. Ama büyük bir olaya dönüşen Târîh-i Kadîm’i yazan Fikret’i savunan kimsenin olmaması gariptir. Öyle ya; II. Meşrutiyet geldi, özgürlük geldi; sosyalist partiler bile o günlerde kuruldu, niye kimse ağzını açmaz ki, değil mi? Bir tek ‘Feylesof’ lakâplı Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Fikret’i savunacak gibi olur; o da, tutsaklık anlaşması Sevr imzacılarından biri olarak, 150’lilikler davasından sürgün yiyecektir. Yeri geldiğinde anlatırız onu da… Gerçekten kimin kim olduğunun anlaşılmasının güç olduğu günlerdir o günler. Niye mi böyle dedim? İsterseniz, dönemin en ünlü iki yazarı üzerinden örnek vererek anlatayım bu karmaşayı. Şaşırtıcıdır; ‘Sanat sanat içindir’, ‘Zerrattan şûmusa kadar her güzel şey şiiridir’ diyen; toplum sorunlarına kör, sadece güzellik peşinde koşan, rugan ayakkabılı, parfüm kokan ‘Batılı’ Recâizâde Mahmut Ekrem’in, dönemin çok okunan dergilerinden biri olan ama sadece 39 sayı çıkabilmiş Musavver Muhit’te, II. Meşrutiyetin ilanından bir yıl sonra “Nefrîn” (*Lanet, beddua) adlı bir şiiri yayımlanır. (26 Nisan 1909, Cilt 2, Sayı: 37) Şiir; “Devr-i menhus-ı istibdada ait “ yani “Uğursuz baskı yönetimine dair” ibaresiyle yayımlanmıştır üstelik. Hürriyeti esarete tahvil kıldılar (*Özgürlüğü esarete yem yaptılar) Ulviyeti mezellete tebdil kıldılar (*Yüceliği alçaklıkla değiştirdiler) Milliyeti hamallığa tehzil kıldılar (*Ulusumuzu istemeseler de köle ettiler) Her bârı duş-ı millete tekmîl kıldılar (*Milletin her rüyasını döküp saçtılar) Kallâşlar, hükümeti terzîl kıldılar (*Kalleşler, devleti rezil ettiler) Millet ki katlanıp durur envâ-ı mihnete (*Milletimiz ki her çeşit sıkıntıya katlanıp durur) Bin türlü cevr ü şiddete her yolda zillete (*Bin türlü haksızlığa ve şiddete, her türlü rezalete) Mûrane cem-i servet eder dâr-ı devlete (*Karıncalar gibi toplanıp zengin kılar çapsız devleti) Bel’ettirir o serveti devlet şekavete (*Sanır ki o, zengin devlet kötü iş yapmaz) Nefrîn bu hâle bâis olan bed-güherlere (*Beddua ediyorum bu duruma neden olan kalbi bozuklara) Lânet, hezâr lânet o bîdad-gerlere” (*Lanet, bin kere lanet o adaletsiz zalimlere) Şaşırtıcı diyorum; çünkü şair, bu şiirini 1894 yılında yazmış; ancak nedense yayımlamamış; özgürlük günleri gelince, kenarda beklettiği çalışmasını yeniden elden geçirip, 1909’da yayımlamıştır. Aklıma ne geldi şimdi biliyor musunuz? Voltaire’in, “Hükümet hatalıyken haklı olmak çok tehlikelidir” sözü… Niye bunu hatırladım ki şimdi? (Meraklısına Not: Nefrîn şiiri, dörder mısralık elli dokuz bentten oluşmaktadır.) İkinci örneğimizi Süleyman Nazif üzerinden verelim. Hani bildiniz onu siz; Tevfik Fikret’le Servet-i Fünun hareketinde yoldaşlık yapan, sonradan, ırkçılığa varan bir milliyetçilik düşüncesine doğru evrilen, Türk dilinin sanat için yeterli olmadığını düşünen (!), Âkif’in en yakın dostlarından biri olunca da, Fikret’e sövmeye başlayan Süleyman Nazif! (1870-1927) Zangoç-Molla Sırat adıyla bilinen kavgayı, nasıl ki önce “Küfür-İman”, “İnkâr-İnanç” kavgasına dönüştürdüler; şimdi anlatacağım Nazif hikâyesinden sonra, kavganın yeni bir adı daha olacak: “Dindar-Kindar” kavgası! Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirinde ne diyordu;Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiyye... (*Bir değil ki mahvedilen İslam devleti) Girdiler aynı siyâsetle bütün makbereye. (*Girdiler aynı yöntemlerle bütün mezarlıklara) Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; (*Ayrışmazsa bir millet oraya düşman giremez ) Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” (*Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez) Süleyman Nazif de, Âkif’in şiirinde altını çizdiği ‘İslam devleti’ni, kafasındaki ‘Moskof’ düşmanlığıyla birleştirip, Turancı diye adlandırılan ırkçı bir çizgiye doğru kayar yıllar içinde. 1924 yılında, Amedi Matbaası tarafından basılan “Mehmet Âkif” adlı kitabında, son derece iddialı bazı saptamalarda bulunur Nazif. Ona göre, şairliğin iki ilham kaynağı vardır: Din ve kin!Dindar, toplumu ve kişileri eleştirme, hatta sitem ve lanetlerken de ağladığının (…) boyun eğenin hasta başını kendi göğsüne dayamış, için için ağladığının farkında değildir. Bu yaradılıştan, Fransız ise Lamartin, Türk ise Mehmet Âkif doğar. Kindar; hayırsever görünen, uyarı ve nasihatlerinde bile kaba ve çok öfkelidir. Sesinin şefkat titreyişlerinden çok dişlerinin gıcırtısı işitilir. Yaşarmayı unutmuş, daha doğrusu yaşarmaya bir türlü alışamamış gözlerinde öfke kıvılcımından başka bir şey görmezsiniz. Size uzanan ellerinden alabileceğiniz yardım nasibi, sadece yumruktur. Toprağın altında değil, üstünde de bir huzur durağı bulunduğuna onu bir türlü iknâ edemezsiniz. Bu yaradılıştan da, İngiliz ise Bayron, Türk ise hayatının son on senesindeki Tevfik Fikret, yüzlerinin en ince benzerlikleriyle, karşınıza çıkar.” (Süleyman Nazif, “Mehmed Âkif”, Cümle Yayınları, Ankara, 2015, sf.101) Nazif’in, din ve kin ilişkisini sadece Fikret-Âkif kavgasını değerlendirirken kullanmadığını biliyoruz. Evet, tam iki yüz elli sene oldu, ırk ve dînimizin bu en büyük ve en bî-aman (*Amânsız) düşmanına ölüm meydanlarında sık tesadüf ediyoruz. Bugün hiçbir Türk ve Müslüman aile gösterilemez ki bir veya müteaddid (*Birçok) evlâdını Moskof harblerinin birinde şehîd vermemiş olsun!... O ma’rekelerin (*Savaş meydanlarının) binlerce dâstân-i giryânı (*Ağlayan destanı), diyâr-ı İslâm’ın ıssız köşelerinde iki yüz elli seneden beri îkâz-ı enîn (*İnilti uyandırıyor)… İki yüz elli seneden beri îkâd-ı kîn ediyor (*Kînimizi tutuşturuyor) (…) Moskof’un sulhü muğfil (*Aldatıcı), sükûnu (*Sessizliği) akûr (*Kuduz), müdârâsı (*Dost gibi görünmesi) hâin, yardımı mühîndir. (*İhanet dolu) Ey Türkoğlu!.. Sana damarlarındaki kanı ihdâ (*Hediye) edenler, kanlarının son katrelerini (*Damlalarını) Moskof muhâberelerinde döktüler. Sen bugün ne olursan ol, fakat unutma ki o şehîdlerin ebedî bir yetîmisin!.. Bu dîn, bu devlet, bu vatan gibi, bu gayz (*Öfke, hınç), bu kîn, bu intikâm da onların sana bir mîrâs-ı mübâreğidir. (*Kutsal mirasıdır) Dünyada bir Rus kaldıkça bu hakkına ve bu vazîfene hürmetkâr ol! Hakkın öldürmek, vazîfen iktizâ ederse (*Gerekirse) hemân (*Hemen) ölmektir, Türkoğlu!” (Süleyman Nazif, “Batâryâ ile Âteş”, Matbaa-i Âmire, 1917, sf. 4-5 ) (Meraklısına Not: Süleyman Nazif’in, ‘Batarya ile Ateş’ adlı kitabı; “Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan efrâd ve akvâmın hiçbirini unutma Türkoğlu! Unutma ve affetme!” sözleriyle başlar ve benzer birçok makale içerir.) Nazif, bugün dar bir çevrenin hatırladığı edebiyatçılarımızdan biridir. Türk diline öfkesinin nedenini anlayamasak da; onun en çok hatırlanan yazılarından biri olan ve işgal altındaki İstanbul’da, 1919’da kaleme alınmış “Kara Bir Gün” başlıklı yazısını bile, Türkçe değil de, Arapça bir özdeyişle bitirmiş olması şaşırtıcıdır:Isbır feinne’d-dehre lá yesbır” (*Sen sabret; çünkü nasıl olsa zaman sabretmez!) (Süleyman Nazif, ‘Kara Bir Gün’, Hadisât gazetesi, 9 Şubat 1919) Biz yine ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ şiirine dönelim. Âkif, daha sonra Safahat’ına almayacağı 98 dize yazmıştır Fikret’in ‘dinsizliğine’ karşı… Ama önce Âkif’i öfkelendiren, Fikret’in diğer dizelerine bir göz atalım:Şimdi dehşetli bir gurîniş olan- (*Şimdi dehşetli bir haykırış olan -) Mütelâtım tevelvülâtiyle (*Çarpışmaların gümbürtüsüyle) İnliyen kubbe-i tehî söyle! (*İnleyen boş gökyüzü, sen söyle!) Söyle sen her sadâye mağkessin, (*Söyle, sen ki her sesi yankılayansın) Şu hayâhay içine hangi sesin (*Şu hayhuy içine hangi sesin) Aksi- fevkında iğtilâfermûd (*Yankısı yükselebilmiş) Olan- eyvân-ı kibriyâya su’ûd ´ (*Tanrı katına kabul-) Edebilmiş, ve söyle hangi du’â (*Edilebilmiş? Ve söyle, hangi dua-) Müstecâb olmuş?... Ey ilâh-i semâ!” (*Kabul edilmiş?... Ey gökyüzünün sahibi!) Fikret böyle derken, Servet-i Fünuncuların ‘en militanlarından biri’ olan Cenap Şahabettin, Âkif hakkında eski yol arkadaşından çok farklı şeyler söylemektedir:Hiç kimse o kadar sâf ü şeffaf bir billûr-ı beyan içinde menâzır-ı milliyeti teşhir etmemiştir. Türk ve İslâm ruhu Safahat’ın rüşeym-i ilhâmı oldu. Târîh-i edebiyat şimdilik büyük Âkif’den daha büyük bir İslâm ve Türk şairi tanımaz.” (Cenap Şahabeddin, “Millî Şairimiz”, Peyâm-ı Edebî, Sayı 45, 21 Ağustos 1919) Ne acayip değil mi; birlikte bir amaç uğruna senelerce kavga verdiklerin, sana küfür edenlere karşı hiçbir şey yapmıyor. Yapmadıkları gibi; sövenleri destekliyor. Şu edebiyat ülkesinin rengi ne tuhaf! Oysaki; daha geçen yıl, 1918’in Ağustos ayında, Fikret’in ölümünün üçüncü yılında, Galatasaray Lisesi’nden öğrencisi olan İsmail Hikmet (Ertaylan), Evkaf Matbaasının bastığı “Düşünce” dergisinde onun için bir ‘Nüsha-ı Mahsusa’ (*Özel Sayı) hazırladığında, dergide yazan, Fikret’in 14 ‘arkadaşından’ biri Cenap Şahabettin, bir diğeri Süleyman Nazif değil miydi?