ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 10

ZANGOÇ - MOLLA SIRAT KAPIŞMASI – 10 KÜFLÜ HİKÂYELERLE DOLU BİR SANDIK Tevfik Fikret’in “Gelibolu’daki Miralay” dediği Mustafa Kemal Paşa, tutku derecesinde Fikret’e hayrandır, bunu bilmeyen yok! Çoğu kulaktan dolma hikâyelerle, Paşa’nın Fikret’i nasıl sevdiği anlatılır. Ancak belgelerle sabit bir Aşiyan ziyareti vardır ki; bugün yetişmekte olan kuşaklara bu bilginin neden öğretilmediğini anlamak zor değil! O, tarihe ilginç izler bırakmış olan ziyaretten söz edeceğim size. Bilindiği gibi Tevfik Fikret; Rumeli Hisarı’nda (Bebek’te) projesini kendisinin çizdiği bir ev yaptırır ve eve de, Farsça “Kuş yuvası” anlamına gelen “Aşiyan” adını verir. 1906'dan, öldüğü 1915 yılına kadar bu evde yaşar şair. Şimdi müze olan bu evin önemli ziyaretçileri olur. Bunlardan belki de en önemlisi, 19 Ağustos 1918 günü, Aşiyan’ı ziyarete giden Mustafa Kemal’dir. Fikret’in ölümünün üçüncü yıl dönümü olan 19 Ağustos 1918 günü Paşa, Aşiyan’a gider. Yalnız değildir Mustafa Kemal. Yanında iki kişi daha vardır: Süleyman Nazif ve onun kardeşi Faik Ali (Ozansoy). Bu üç kişi, Fikret’i anmak için gittikleri Aşiyan’daki hatıra defterine bir kayıt düşerler:19 Ağustos 1918 Pazartesi,Tavaf-ı tahatturunda bulunmakla mübahi perestişkâran-ı Fikret.” (*Anısı çevresinde bulunmakla övünen, Fikret’in büyük hayranları) İmza: Faik Ali, Süleyman Nazif ve Mustafa Kemal" (Faruk Cumbul, “Mustafa Kemal Aşiyan’da”, Kardeşler Basımevi, İstanbul, 1993, s. 7) Sadece bu belgeye dayanmaz Mustafa Kemal’in Fikret hayranlığı. Atatürk Araştırma Merkezi’nin yayımladığı dergiden, bu hayranlığın farklı hikâyelerini de öğreniriz:Fikret’i “O bizden çok ilerisini gören bir insandı, ne yazık ki biz ona hâlâ yetişemedik” diye öven Atatürk, bir toplantıda, Fikret’i küçük gören birine şu sözlerle çıkışır: “O, karanlıklar içinde bir nur gören ve halkını o nura doğru götürmeye çalışan Fikret feryat koparırken, sizler nerelerdeydiniz? Niçin içinizden kimse onun gibi feryat etmedi? Onun sohbetinden istifade edemedim. Ben Fikret’e yetişemedim. Fakat onun bütün eserlerini okudum. Birçoğunu da ezberledim. O hem büyük bir şair, hem de büyük bir insandır. Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük insanlarımızı küçültmeye kalkışmayalım.” (V.Vehbi Tanfer, “Tevfik Fikret ve Atatürk Üzerindeki Etkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Ankara, 1995) Büyük güfteci ve Tevfik Fikret’in de öğrencisi olan Ali Vecdi Bingöl’ün anılarında da karşımıza çıkar Fikret-Mustafa Kemal ilişkisi.Atatürk, benim bir türkümü beğenmişler. Bu, “Çıkar yücelerden haber sorarım / Solarken dağların gümüş yıldızı” isimli “Bingöl Çobanları” idi. Bu parçayı Sadettin Kaynak okurken, “Bunun sözleri kimin?” diye sormuşlar. Sadettin Kaynak da, “Efendim, Vecdi Bingöl adında bir hocanın” deyince, “O hocayı buraya getir” demiş büyük önder. Bu hususi toplantıda Türk müziğinden, edebiyattan konuşuldu. Bu arada Atatürk, benim Fikret’in talebesi olduğumu öğrenince son derece memnun oldu. Saraya daha birkaç defa gittim. Hiç unutmam bir gün gözlerimin içine bakarak ve derinden gelen bir sesle dedi ki: “Tevfik Fikret’in o Târîh-i Kadîm’i yok mu, işte o, dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin kaynağıdır.” (Mustafa Baydar, Atatürk’le Konuşmalar, Yeditepe Yayınları, 1955, İstanbul) Ali Vecdi Bingöl, Fikret için şiirler de yazmıştır. Fikret bu toprakta örnek insandı, Nura âşık, karanlığa düşmandı. Temelden devrimci, bir heyecandı, ATA, bu davanın neticesidir.” Mustafa Kemal, Fikret’in şiirleri ve düşüncesine duyduğu hayranlığı böylesine açık yüreklilikle bildirdiğinden olsa gerek; Paşa’nın ölümüne kadar kimse Fikret’le ilgili ileri-geri konuşamaz. Ancak, Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonra, bunca yıllık öfkelerini toprağa gömenler, birdenbire, soğumamış öfke gömleklerini yeniden giyerek ortaya çıkarlar. Edebiyat tarihimizde, “1939 Tartışmaları” diye bilinen, Âkif-Fikret kapışmasının ikinci perdesi, sadece 20 gün sürse de; herkes eteğindeki taşları döktüğü için, kimin kim olduğunu görmek adına, incelemecilere iyi fırsatlar sunar bu tartışmalar. Bu kez, ringin bir tarafında Âkif’in yakın arkadaşlarından olan Sırât-ı Müstakîm dergisinin sahibi, hukukçu Eşref Edip (Fergan) (1882-1971) ve Yeni Sabah gazetesi, diğer tarafında Sabiha Sertel ve Tan gazetesi vardır. Kavgayı kışkırtmak için bahane bulmak o kadar kolaydır ki! Yeni Sabah gazetesinin 17 Eylül 1939 tarihli sayısında, Fikret’in Aşiyan’daki evinin Amerikalılar tarafından satın alınıp müze haline getirileceğine dair bir haber yayımlanır. Bu haberin yankılanması çok zaman almaz. 5 Ekim günü, Yeni Sabah okuyucularından Recep Kani isimli birinin gazeteye gönderdiği “Şâir Tevfik Fikret’in heykelini ne vakit dikeceğiz?” başlıklı bir mektubu yayınlanır. Belirtilen mektupta Kani, “Bu eşsiz vatan şairinin evinin bir Amerikan müessesi tarafından müze haline dönüştürülmesi bizim için ne hazin bir tecellidir” demektedir. Bunun üzerine, iki gün sonra, 7 Ekim’de Yeni Sabah okuyucusu olduğu iddia edilen bir başka kişinin, Kamuran Demir’in “Şâir Tevfik Fikret’in eserlerini yakmak lazım” başlıklı bir yazısı yayımlanır gazetede. Demir’in söyledikleri nedense çok tanıdıktır: “Fikret’in şiirleri, o zamana göre haiz olduğu nisbî yeniliklerden dolayı dikkat çekmişti. Bugün, bu şiirleri okurken hiç zevk duymuyoruz.” Bu mektupların ne kadar gerçek olduğu konusunda kuşku içine düşsek de; kavganın yeniden canlandırılması için yeterlidir bu kıvılcım. Eşref Edip, 1939 Ekiminin ilk günlerinde, Yeni Sabah gazetesinde, bu konu üzerinden, Tevfik Fikret ile ilgili bir anket düzenler. Ankete eski-yeni birçok tanıdık isim katılır.Fikret, şüphesiz ki, halkçı bir şair değildi. Ona milli şair vasfı verilemez.” (Agâh Sırrı Levent, Yeni Sabah, 8 Ekim 1939) “… Papaz olan oğlu Halûk, Amerika’da çoluk-çocuğa karıştı.” (Peyami Safa, Yeni Sabah, 12 Ekim 1939) (Meraklısına Not; Fikret’in, dayısının kızı Nazıma Hanım’la evliliğinden olan tek çocukları Hüseyin Halûk Fikret’in, Ethel Gill Fikret Hanım’la yaptığı evliliklerinden hiç çocukları olmamıştır.)Türk milleti için mutlak bir ideal tanımamış olan Fikret’i, bizim de bir idealist olarak tanımamız kabil değildir! Türk milletine vatan ve milliyet heyecanlarını, hürriyet zevkini aşılamak yollarını da aramış değildir (…) Yaptığı en kötü işlerden biri de ‘nazım’ı ‘nesr’e yaklaştırmaya çalışmasıdır. Şiiri öldüren bundan başka bir hareket icad edilemezdi” (Nihat Sami Banarlı, Yeni Sabah, 21 Ekim 1939)Fikret vatanperver değildir. Söylendiği gibi, Sovyetler ülkesinde heykeli dikilmişse, Türkiye’de dikilmemesi için bundan kuvvetli sebep olamaz (…) Bugünkü nesillerin Fikret’ten gıdalandığı söyleniyor. Bunların manevî yoksulluğu da bundan ileri gelmiyor mu? Aydınların çoğunluğunun Fikret’i sevdiğine inanmıyorum.” (Nihal Atsız, Yeni Sabah, 24 Ekim 1939) (Meraklısına Not: Tevfik Fikret’in Rusya’da heykeli yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır. Ancak, Fikret’in Rusya’yla ilişkisi eskilere dayanır. Fikret, ilk olarak, 1923 yılında, Moskova Şark Enstitüsü adına, Azeri çevirmen Ali Ejder Saidzade (1899-1970) tarafından Rus diline çevrilmiştir. Çevrilen kitabının adı “Müntehab Parçalar”dır. (*Seçilmiş Eserler) Kitapta; “Balıkçılar”, “Ramazan Sadakası”, “Yine Kar”, “İnanmak İhtiyacı”, “Cevap”, “Hilâl-i Ahmer”, “Halûk’un Amentüsü”, “Enîn-i Gam”, “Heykel-i Say”, “Sis”, “Sabah Olursa”, “Halûk’un Veda’ı”, “Promete”, “Yeşil Yurt”, “Bir An-ı Huzur”, “Resminin Karşısında”, “Gökten Yere”, “Tarih-i Kadim” ve “Molla Sırat” (Tarih-i Kadime Zeyl) şiirleri bulunmaktadır. Kitabın kapağında da son derece ilginç bir slogan vardır: “Bütün dünya yoksulları birleşiniz!”… Fikret, 1967 yılında bir kez daha çevrilir Rusçaya. Bu kez, “Rübâb-ı Şikeste” ve “Halûk’un Defteri” adlı şiir kitaplarından seçilmiş iki bin dizesi yer alır “Ufuk ve Hilâl” adıyla basılan kitapta.)Devrinde büyük bir sanatkâr sayılırdı. Kendi şiirlerini okurken mest olurduk (…) aynı şiirleri biz okuduğumuzda aynı heyecanı duymazdık. Haklı haksız herkesi incitmekten çekinmezdi.” (Hüseyin Cahit Yalçın, Yeni Sabah, 25 Kasım 1939) Bu serbest atışlara dayanamayan Sabiha Sertel (1895-1968), Tan gazetesinde önce “Kundakçı”, hemen ardından da “Fikret’i bir irticaa bayrak mı yapmak istiyorlar?” başlıklı iki yazı yayımlar. Sertel; özetle şunları söylemektedir: “Fikret’in dinsizliğine laik Cumhuriyette hücum edilemez. Bu ‘faşist’ saldırılar, Cumhuriyetin devrim ruhuna aykırıdır.” Nazi Almanyası’nın yükselen faşist gücü, belli ki, Türkiye’deki laik yapılanmadan hoşlanmayanların da iştahını kabartmıştır. Sabiha Hanım, 1940 yılında, sahibi olduğu Tan Matbaasından, 24 sayfalık “Tevfik Fikret – Mehmed Âkif Kavgası” adlı bir kitapçık yayımlar. Bu kitaba, Eşref Edib; 46 sayfalık, “İnkılab Karşısında Akif-Fikret, Gençlik-Tan’cılar, Kurtuluş Harbi’nin Kaynağı İstiklal Marşı mı Târîh-i Kadîm mi?” başlıklı bir kitapla karşılık verir. O da kendi matbaasında basmıştır kitabı. Sebilürreşâd kapatılınca kurmuş olduğu Asar-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı üzerinden! Kitaptan daha çok, bildiriye benzeyen bu küçük kitaplar havada uçuşmaktadır. Sertel, aynı yıl 56 sayfalık bir kitapçık daha yayımlar: “Sebirülreşadcıya Cevap”! Bunun üzerine Eşref Edip, “Pembe Kitap” olarak daha çok bilinen, 64 sayfalık, “Tevfik Fikret’i Beş Cepheden Kırk Muharririn Tenkitleri” adlı kitabını yayımlar. Bu çatışma, Eşref Edip’in, Sabiha Sertel’i mahkemeye vermesiyle biter. Zaten amaçları da gündeme gelmek olan bir algının, bu kör dövüşünü sürdürmesinin de bir anlamı kalmamıştır artık! Sertel, mahkemede bu olanların, faşizmin ülkemizdeki yansımaları olduğunu söylediği için ceza alır. Ancak, kavgasını yine bir kitapla bitirir “Türkiye tarihinin yazıları yüzünden mahkemede ceza alan ilk kadın gazetecisi” Sabiha Hanım.Türk gençleri Fikret’çiler ve Âkif’çiler diye iki gruba ayrıldılar. Birbirleriyle münakaşalara ve mücadelelere giriştiler. Milliyet, Türkçülük maskesi altında irtica’ı koruyanlar Âkif’i; Fikret’in hür düşüncesini, insaniyetçi telâkkisini, inkılâpçılığını benimseyenler Fikret’i temsil eder oldular. Atatürk inkılâbını ve ideolojisini benimseyen birçok gençler, Türkçülüğün, bu faşizm ve irtica tuzağının içine düşürüldü.” (Sabiha Sertel, “Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi”, Yurt ve Dünya Yayınları, İstanbul, 1946, s. 104) Neredeyse bir aydır üstünde çalıştığım “Türk Edebiyatının Karanlık 33 Yılı” adlı dosyanın sonuna gelmenin hüznüyle şöyle bir geriye bakıyorum da… Âkif’in;“Yar-ı kadîm ve müebbedim Tevfik’e hatıra-i muhabbetimdir” (*Eski dostum ve yaşadığım sürece dostum olacak Tevfik’e (*Neyzen Tevfik’tir bu) sevgilerimle hatıramdır) diye, imza edip verdiği Safahat, bana, ömrünün yarısını meyhanede geçiren şairin, yarı ömründen sonraki keskin dönüşünü düşündürüyor. Âkif; Nâzım’ın ‘Kuvay-ı Milliye Destanı’nın sekizinci bapında dediği gibi “Âkif, inanmış adam, büyük şair” midir yoksa Nurullah Ataç’ın dediği gibi “Din şairi, din filozofu değil, mahalle kahvesi hatibi” midir? (Nurullah Ataç, “Mehmet Âkif”, Akşam gazetesi, 30 Ocak 1937, s.3) Kurtuluş Savaşı’na canla başla koşan veteriner hekim, birinci TBMM Burdur Milletvekili, gazeteci Ayşe Hür’ün deyimiyle; İstanbul'da ‘aziz’, Ankara'da ‘mürteci’, Mısır'da ‘Hıristiyan’ olan Mehmet Akif Ersoy! İstiklal Marşının yazarı şair için, Cumhuriyet kurulduktan sonra yeni Türkiye’nin devrimleriyle anlaşamadı derler. O yüzden, 1926 yılından sonra kalmadı ülkede; Mısır’a gidip, Hilvan kasabasına yerleşti, koca Türkiye ülkesine küstüğü için gitti oraya… derler. 17 Haziran 1936'da tedavi için İstanbul’a dönen Âkif, 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybeder. Kendi şiirinden söz ederken, ne kadar da alçakgönüllüdür oysaki! “Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek / Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” O zaman, 17 Haziran 1911’de Mithat Cemal Bey’e (Kuntay) imzaladığı Safahat’ın içine neden şöyle yazdı ki:Safahât’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz; (*Safahat’ımda, evet, şiir arayan bulamaz) Yalnız, bir yeri hakkında: “Hazîn işte bu!” der. (*Yalnız, bir yeri vardır ki, hazindir) Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya? (*Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Ya ne?) Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!” (Üç buçuk nazma gömülüp kaybolmuş koca bir hayat!) Sonra Recâizâde Mahmut Ekrem; devrimci bir ruhla kavga vermiş ama gerçek kıldığı devrimi bir türlü halka yayamamış çalışkan bir adam… Muâllim Naci, kuşkusuz o da çok çalışkan ama padişah şakşakçısı… Feylesof Rıza Tevfik; Sevr imzacısı, 150’lilikler davasından sürgün yemiş ama Fikret’e gerçekten tutkun… Yoksa 1939 tartışmaları sürerken, sürgünde olduğu Lübnan’dan;Fecr-i hürriyetin infilâkında (*Özgürlük sabahının ışımasında) Türkü coşturmuştu Fikret’in marşı (*Türkü coşturmuştu Fikret’in marşı) Şimdi İstanbul’un boş âfâkında (*Şimdi İstanbul’un boş ufuklarında) Köpekler uluyor mehtâba karşı” (*Köpekler uluyor mehtâba karşı) diye yazar mıydı? Ahmet Mithat Efendi, eski tüfek; kışkırtıcı bir kalem, ne yapacağına bir türlü karar veremeyen ama ‘üstad-ı âzâm’… Malûmatçı Tahir; gerçek bir anıt adam, dalkavukluk ve adam satma anıtı! Sonra içimizi gıdıklayan, romantik ‘Elhan-ı Şitâ’nın yazarı Cenap Şahabettin; İttihatçı! Hüseyin Cahit; Servet-i Fünun hareketinin devrimci kalemi, ne kalemi, silahşörü, İttihat Terakki’den milletvekili, Bekirağa Bölüğü sürgünlerinden, Atatürk’e yapılan İzmir suikastı sanıklarından ama İnönü döneminde CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinin başyazarı… Dahası! Selden kütük kapmaya çalışanlar, adını cilalamak için pusuya yatanlar, fazla cilayı saçına sürenler, kıvrık bıyıklı sanatın, pudra ve muhallebi kokan aktörleri, kimine göre züppe, kimine göre Batılı… Sonra ne yaptığını bilmeyenler, akıl hastanesine kapatılanlar… Baş döndürücü bir dönem! ‘Kara Bir Gün’ün yazarı, vatanperver Süleyman Nazif, idamla yargılanırken, son dakika Malta sürgünü… Fikret’in dert ortağı ama onun ardından; “Şehit bir milletin cenazesini, kız kardeşinin mezarı gibi çiğnerdi” diye yazabilecek kadar acımasız! Korkunun çocukları, savaşın çocukları, erken yaşta büyümek zorunda kalan bir kuşak… Ve Şemsettin Sami! Ülkemizde çoğumuzun adını bile bilmediği, Arnavutların gurur duyduğu ‘bizim’ ilk sözlük yazarımız… Aydınlık bir öncü! Diğerleri… Dosyanın en zor bölümü bu! Nasıl etsem de, bir nehir gibi taa 1876’lardan sürüp getirdiğim Osmanlı’nın kalem savaşçılarını anlattığım bu hikâyeyi çarpıcı bir sonla bitirsem? Bir çay içerek mi düşünsem acaba? Ya da içimden geldiği gibi ‘şıp’ diye mi kessem yazıyı? Evet, sanırım en doğrusu bu! ‘Şıp’ diye kesmek! Bugün her kim isek, nerede duruyorsak, nasıl bakıyorsak; bütün bu kavgaların tanıklığında ve onların sonuçlarının belirlediği yerlerde durmuyor muyuz aslında? Bu adamların verdiği kavgaların, bize miras bıraktıkları mücadelenin çocukları değil miyiz biraz da? Bir bebek doğduğunda, onun kimliğine annesinin babasının adı yazılmıyor mu? Biz annelerine çok düşkün bir toplumun çocuklarıyız. Ben, bu yazılardan sonra; sanatsal anlamda beni doğuran şeyleri daha iyi anlıyorum, bu anlayışla da dünyayı daha büyük kulaklarla duyuyorum. Ben ne yapmaya çalıştığımı biliyorum ya; umarım siz de, benim sizi eski püskü, küflü hikâyelerle dolu bir sandığın içine sokup boğduğumu düşünmüyorsunuzdur? Amaaannnn, neden düşünüyorsam bunları! İsteyen istediğini düşünebilir. Rüzgâra karşı tükürenlere, her şeyi de açıklayamam, her şeyi de konuşarak anlatamam ki, değil mi ama? Bazen birine bir şeyi anlatabilmek için susmak da gerek!