Zemzeme-Demdeme kapışması– 3 “

Zemzeme-Demdeme kapışması– 3Yenilen bir galip, muzaffer bir mağlup” Muâllim Naci, 15 Şubat 1886 günü, çalıştığı Saadet gazetesinin 335 sayılı nüshasında, Zemzeme ile aynı vezinde olan “Demdeme” (Gürültü, zırıltı) başlığıyla Recâizâde Mahmut Ekrem’e yanıt niteliği taşıyan bir dizi yazı kaleme alır. Bu ardı ardına gelecek yazıların ilkidir. Muâllim Naci’nin ne kadar kızgın olduğu, alayla karışık kullandığı “Sa’adetlü Mahmud Ekrem Beyefendi Hazretleri” diye başlayan seslenişinden bellidir. Kılıçlar; uzun süre kınına girmemek üzere çekilmiştir artık.Şûrâ-yı devlet âzâsından sâhibü’t ta’lim ve’z Zemzeme-i câlibü’t tefhîm ve’d Demdeme-i edîb ve şâir-i meşhûr Recâizâde Sa’adetlü Mahmud Ekrem Beyefendi Hazretleri “Takdîr-i Elhân” ünvânıyla yazdığı bir risalenin neşrine cüret etmiştir. Mîr-i müşârün-ileyhin bu eserinde kendine mahsus şîve-i (…) İle îrâd eylediği ta’rizâtın bir takımı bana müteallik şeyler olduğundan mukâbeleten biraz söz söylemek lâzım gelmiştir (…) Ekrem Bey’in ne türlü maksada mebnî ise bu risâlede dahi hakkımda izhârından çekinmek istemediği tecâvüze karşı sukût-ı âcizânede bulunmayı tecvîz edemem. Zîrâ henüz kalemim elimdedir. Binâenaleyh bu vech ile Demdeme’ye başladım.” Muâllim Naci’yi yaralayan en büyük saldırının, Takdîr-i Elhân’da, Gark-ı Nûr gazeli hakkında yazılan acımasız sözler olduğu o kadar bellidir ki! Recâizâde neredeyse vahşi bir dille saldırmıştır gazele: “Münasebetsiz, adi, letafetsiz, laubali, fesahat ve belagatçe eksik, edebiyatımız için bâtıl!” Gark-ı Nûr (Işığa boğulmak), Ekrem’in yazdıklarından sonra Gark-ı Cîsad’a (Kana boğulmak) dönmüştür Naci için. Bunun karşısında, Recâizâde’nin fikirlerini söyleme biçimini ‘gülünç’ bulduğunu bildirir şair ve sözü edilen gazeli bir kez daha yayımlar Saadet gazetesinde. Meydan okumayı görmüştür Muâllim Naci.Çok mudur olduysa mihrinden süveydâ gark-ı nûr (Çok mudur güneşinden kalbimin ışığa boğulması) Sen kesel-dem ben ne var olsam ser-â-pâ gark-ı nûr (Sen kesildim ben, ışığına boğuldum baştanbaşa) Azm-i sahrâ eyle olsun Vâdî-yi Eymen gibi (İstersen çölleri kutsal vadilere çevirirsin) İntişâr-i pertev-i hüsnünle sahrâ gark-ı nûr (Yayılan göz kamaştıran / güzel ışıklarınla çöller ışığa boğulur) Şevk-i ru’yetten nasıl berk-i cehân olmaz kelîm (Dünyayı aydınlatan şimşek çakması gibi bir sevinçle görürüm seni) Sine pür âteş, nazar-gâhında Sînâ gark-ı nûr (Sînâ’nın ışığına boğulurum senin göğsündeki sonsuz ateşle) Feyz-i hüsnünden gönüller nûra gark olmaktadır (Güzelliğinin huzuruyla tüm yürekler ışığınla dolmaktadır) İn’ikâsından olur mâbın merâyâ gark-ı nûr (Ağzına kadar doldurduğun ışıkla dünyadaki bütün dişi develerin sütü çoğalır) Gözlerim hâriçte seyr eyler misâlin gönlümün (Gözlerimin görmediğini gönlümde sen diye seyrederim) Her şeb-i meh-tâbta oldukça deryâ gark-ı nûr” (Karanlık gecenin mehtabı oldukça denizler senin ışığına boğulur) (Muâllim Naci’nin “Şerâre” (Kıvılcım) adlı kitabından) Sonra da fokurdayan kazanın altına odun sürmeye başlar Muâllim Naci:Bu gazeli âlem beğense Ekrem Bey beğenmez. Çünkü benimdir. Buna birçok şairler tarafından vaktiyle nazireler söylenilmiş idi. Ekrem Bey o adamları sevmez. Çünkü benim gazelimi tanzir (*Örnek alınarak yazılan şiir) etmişlerdir.” Zemzeme’yi biliyoruz, şimdi sıra onun karşısına çıkan Demdeme’de! 15 Şubat 1886’da, Saadet gazetesinde, Demdeme başlığıyla ilk yazısını yayımlayan Muâllim Naci, orada durmaz; parça parça yayımlamaya devam eder yazılarını. Dönem’in bütün gazeteleri ve ‘edebiyat udebâsı’ Zemzeme’ye karşı Demdeme kapışmasını izlemeye koyulur. Recâizâde saldırmayı sürdürürse, Muâllim Naci de, Demdeme’yi yazmaya devam edeceğini açıklar.Recâizâde Mahmud Ekrem Beyefendi Hazretleri tarafından tahrîr ve neşrolunan Takdîr-i Elhan’a karşı yazılmış bir risâledir ki lüzum görüldükçe eczâsı teksîr olunacaktır.” Menemenlizâde Tahir’in, Muâllim Naci’nin gazeline yazdığı nazireyi kitabına almaması, hatta kitabının kopyasını Recâizâde Ekrem’e sunacağı sırada bu nazirenin üstünü çizmiş olması, Muâllim Naci’yi yaralamıştır. Kızgın şair, Saadet gazetesinde kaleme aldığı Demdeme yazılarından birinde, Tahir’e kızmadığını, -kendi tanımı olduğunu söylediği- ‘gözleri sürh hokkasına dönmüş’ (*Sürh hokkasının anlamı, ‘kırmızı mürekkep’ olsa da; bence Muâllim Naci, buradaki ‘sürh hokkası’ sözüyle, ‘gözlerini kan bürümüş’ demek istemektedir) Recâizâde Mahmut Ekrem’e kızgınlığından dem vurur:Eğer Tahir Bey böyle bir ihtiyât-ı meşreb-şinâsânede bulunmayıp da mecmuasını hâvi olduğu Gark-ı Nûr naziresini çizmeksizin takdîm etmiş olaydı kendi ta’bir-i vechiyle gözleri “sürh hokkasına dönmüş olan” Ekrem Bey’den kimbilir ne çîn-i cebîn görürdü.” Türkçesiyle; “Menemenlizâde Tahir, eğer benim gazelime yazmış olduğu nazireyi kitabına koysaydı, ümit beslediği öğretmeninden yüz bulamayacak, “çîn-i cebîn” (alnı kırışmış) birini görecekti” der Naci. Zemzeme üçlemesine karşı Demdeme yazılarını yazmaya başlayan Muâllim Naci, her ne kadar savunma / kavga yapıyor gibi görünse de; bu zaman zaman bizi güldüren, zaman zaman karşılıklı saygı kaybıyla üzen kapışmanın, edebiyatımızın gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Kuşkusuz, sanatçıların birbirlerine, ağızlarına doldurdukları kurşundan beter çirkin sözlerle saldırmaları örnek alınacak bir davranış değildir ama her şeye karşın, küfürleri ayıklandığında, Zemzeme-Demdeme kapışmasının güzel bir yanı da vardır: Herkesin gözü önünde, dönem edebiyatının muhasebesini ortaya dökmek! Örneğin, Demdeme yazılarından birinde, ortalığı birbirine katan, ağır sözlerle hakarete uğrayan Gark-ı Nûr gazelini, Recâizâde Ekrem’in, 1871’de yayımlanan ilk kitabı Nağme-i Seher’deki (*Sabah Ezgisi) gazellerle karşılaştırır Muâllim Naci. (*HF çevirisiyle)Habâb-ı bâdeden oldukça şekl-i çerh-i dûn peydâ (Yaralarım kabarır, şarabın üstündeki hava kabarcığı gibi) Eder mevc-i safâsı dilde sad dâg-ı derûn peydâ (Gönlüm dağlanmış gibi titrer coşkudan) Te’âla’ilah ne vasi’pûye-gehtir âlem-i tecrîd (Yaratan ne, koşarak dünyadan koparım) Eder her Kays-ı bî-pervâsı bir deşt-i cunûn peydâ” (Apaçık, korkmam umman gibi çöllerde aklımı kaybetmekten) diye başlar Recâizâde’nin, Nağme-i Seher kitabındaki ilk gazeli ve şöyle biter:Olurken pertev-efşân âleme hurşîd-i dîdârın (Güneş gibi güzel yüzün dünyaya ışık saçarken) Ne mümkün eylesin bir zerre-i hâkim sükûn peydâ (En küçük zerremi bile susturmam mümkün değildir) Nihânî bir nigâh-ı kem-terîm-fitne-engizin eder (Gizli bir bakışın beni karıştırır, darmadağın eder) Ekrem gibi sad âşık-ı zâr u zebûn peydâ” (İnan, aşkından inleyen ve güçsüz kalan herkes, Ekrem gibi olur) Muâllim Naci, verdiğim örnekten çok daha fazlasını taşır gazetedeki köşesine. Birçok beyitten örnekler verir ve hem şiirleri hem de şiirleri yazan Recâizâde’yi yerden yere vurur. Örnek verdiği gazellerin, kendi yazdıklarından hiç de farklı olmadığını, hatta bunların düpedüz kötü olduğunu söyler. (Bunu söylerken dikkatten kaçmasını istemediğim bir şey var: Nağme-i Seher’i, Recâizâde henüz 24 yaşında olduğu 1871’de, çömez bir yazarken kaleme almıştır. İlk kitabıdır. Oysa bu kavganın yapıldığı yıl 1886’dır. 15 yıl geçmiştir Nağme-i Seher’in üzerinden. Örnek alınan gazel köprüsünün altından çok sular akmıştır yani, bu biraz haksızlık gibi geldi bana) Beni boş verip kavgaya dönelim biz. Naci o kadar sinirlidir ki, gazel örneklerine çuval giydirmekle kalmaz; o gazellerin yazarı Ekrem’e de yapıştırır sözcükten yumruklarını. Yazısının sonunda da şöyle bir soru sorar kavgayı izleyenlere: Siz söyleyin şimdi: Gark-ı Nûr, Nağme-i Seher’den daha değersiz, münasebetsiz, bîhûşâne (*Dağıtmış, kendinden geçmiş), ma’yub (*Ayıplanacak kadar kötü), küstâhâne, fesahat ve belagat yönünden aşağı, saçma, galat ile memlû (*Yanlışlarla dolu) ve divânece (*Aklını yitirmiş gibi) midir? Nağme-i Seher’e savurduğu mızraklar içini rahatlatmaz Muâllim’in. Sıra Zemzeme’dedir şimdi. Sövülen kitabın adı değişmiştir ama sövgüler ve en sonunda sorulan soru aynıdır gene: “Gark-ı Nûr, Zemzeme’den daha soğuk, iğrenç, zelîlâne (*Aşağılık), afyokeşâne, hacâlet-bahş (*Utanç verici), yâve (*Anlamsız, saçmasapan), mugayir-ı şîve (*Şiveye uygunsuz) midir?” Muâllim Naci, en sert yumruğunu, iki yazar arasında buz gibi bir gerilim yaratan Ta’lim-i Edebiyyat kitabı üzerinden atar. Hatırlayacağınız gibi o kitap; Recâizâde Ekrem’in yazmış olduğu bir edebiyat kuramı kitabıydı ve Ekrem, Muâllim’in iki gazelini (Kuzu ve Feryad) kitabına almıştı. Beğenmemiş olsa, neden gazellerini kitaba aldığını sorar Naci ve şöyle devam eder sözlerine:Ekrem Bey bu gazelleri beğenmiş demek olur. Zirâ insanda takdir etmediği bir gazeli -hiçbir mecburiyet olmadığı halde- tahmis etmek külfetinde bulunmayacağı gibi onu kendisince müntahab olan âsârı meyânında bulundurmaya dahi kat’a lüzum göremez (…) Demek ki Ekrem Bey’in nazarında bir iki sene evvel ashâb-ı hüsn-i tabîatdan (*Onun beğendiği arkadaş) imişim. Sonradan ne olmuşum? Bir müellif-i hâkirin (*Seviyesizliğin yazarı) bin türlü tahkîrâtına sezâ bir yâve-serâ (*Bütün saldırılarına katlanan saçma sapan biri) öyle mi? Benim mâhiyetim (*Değerim) Beyefendi’nin keyfine mi tâbidir ki o türlü tahavvülâta (*Keyfine göre değişime) uğrasın? Madem ki benim “Gark-ı nûr” redifli ve “Rütbe-i ulviyyetin fikret dil-i bîdârımın / Arş-ı istignâ tenezzülgâhıdır efkârımın” (*Uyanan dilim, düşüncemin en yüksek rütbesinde / İstemesem de; düşüncelerimin dolaştığı yer Tanrı katındadır) matlalı gazellerim gibi bütün sözlerim -Ekrem Bey‟in itikâdınca- mânâsız ve bâtıl şeyler imiş, mademki benim sözlerim değil, anlara nazîre yollu yazılan âsâr bile Tahir Bey’in (…) mecmûa-i eşârında dahi (*Söz edilecek kadar değerli şeylerden değil) imiş Ekrem Bey bâlâdaki gazeli niçin hem tahmîs, hem de kendisinin en güzîde eşârını câmi olan Zemzeme’ye derc eylemiş?” Edebiyatın gri havasında şimşekler çakarken, ardı ardına yağan şiir kılığındaki bu göktaşı yağmuru, izleyenlere eğlenceli gelse de; Recâizâde bu durumdan çok rahatsızdır. Tartışma sokak kavgası seviyesinde, sövgü yarışına döner ve Naci’nin yazdıkları en sonunda Ekrem’i çileden çıkarır:Yine birinci “gıdgıdak”da -Afv buyurulsun. Sehv ettim. Gıdgıdak değil, Zemzeme diyecek idim-” (…) Hâsılı, Ekrem Bey tarafından takdîr edilmesi matlûb olan bir eser mutlaka benim olmamalı yâhud o eser benim olsa bile beyefendi onun benim olduğundan kat’a haberdâr bulunmamalıdır.” (*Naci‟nin ‘Birinci Gıtgıdak’ dediği şey, Recâizâde Ekrem’in Zemzeme- l adlı eseridir.) Pandoranın kutusu açılmıştır bir kere. Muâllim; Recâizâde’nin ne çekememezliğini bırakır, ne fesat karakterini. İşi o kadar ileri götürür ki; Ahmet Mithat Efendi’nin en güzel şiirinin altına kendi imzasını atıp götürse, Ekrem Bey’in o eseri de çürütmeye kalkışacağını yazar. Terbiye sınırlarının aşıldığı bu durum artık tüm edebiyat çevresini rahatsız etme noktasına gelmiştir. İyi de nasıl duracaktır bu kavga? Kan içinde kalmış iki kızgın boğa, burunlarında öfkeli dumanlar; gel de çık karşılarına! Kimsenin gücü bu kavgayı ayırmaya yetmez. En sonunda; kalemiyle yanıt vermek yerine, Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) üyesi olan yüksek bürokrat Recâizâde Ekrem, bu ‘saçmalığın’ bitmesi için İçişleri Bakanlığı’na başvurup; kendisine yapılan bu kişisel hakaretlere bir son verilmesini ister. Bakanlığın ilgili birimi de, Muâllim Naci’nin üst üste yayımladığı “Demdeme” yazılarına yayın yasağı getirir. Kavga bir anda, şıp diye kesilir. Dönem incelemecilerinden Hüseyin Avni (Şanda)’nın, 1932 yılında, Kanaat Kütüphanesi tarafından yayımlanan 35 sayfalık “Muâllim Naci” kitabına göre bu tartışmada, “Muâllim Naci yenilen bir gâlib, Ekrem ise muzaffer bir mağlub”dur. Sanatsal ifadesi oldukça bulanık çıkan bu fotoğrafı daha derin incelemek gerektiğini düşünenlerdenim ben. Kavga bir anda, şıp diye kesilir deyişime bakmayın siz. Hangi kavga şıp diye kesilmiş ki bu da kesilsin? Evet, kanatları toprağa değecek kadar alçak uçan bu kırmızı gözlü, çirkin yüzlü kavga kuşu, şimdilik hükümetin belirlediği bir dala zorla da olsa kondurulmuştur ama çok yakın bir zamanda kanlı tüylerini dökecek, gagasını taşlara sürterek yeniden bileyecek ve dönem edebiyatının, söndürülmesi hayli zaman alacak, cayır cayır yanan ormanları üstünde yeniden uçacağı günleri beklemeye başlamıştır bile. Onun beklediği ters esecek bir rüzgârdır sadece. Devamı var