Abes-Muktebes kapışması - 2 Tartışma bütün şiddetiyle sürerken, Re...

Abes-Muktebes kapışması - 2 Tartışma bütün şiddetiyle sürerken, Recâizâde birkaç soru sorar Malûmatçı yazarlara. Kafiyenin şiire sağladığı yarar nedir? Ya da yokluğunda şiir ne kaybeder? Kafiyenin içeriği nedir?” Malûmatçı yazarların bütün ezberi bozulur bu sorular karşısında. Kem-küm etseler de, cehaletin doğurduğu her çirkinin sıkıştığında yaptığı şeyi yapar onlar da: Çarpıtma ve hakaret! İmzasız bir şiirle Recâizâde’ye saldırırlar: Acz ile bahiste düşmana kıyam eylersin (*Yetersiz olduğun konuda düşmana diklenirsin) Biliriz âdetini bizce mücerrebsin sen (*Seni biliyoruz, daha önce denenmişsin sen) Öyle beyhude telaş etme ki mahiyetini (*Öyle boşuna yaygara yapma, içini biliriz senin) Hak bilir halk bilir cehl-i mürekkebsin sen” (*Allah bilir, halk bilir, cehaletin karışımısın sen) Bu kadarla da kalmazlar. Ekrem’in sanat-bilim ilişkisi ve eleştiriye dair görüşlerini; “Bir hayli efkâr -ı aliye ve Victor Hugo pesendane” (*Victor Hugo’nun beğeneceği bir sürü yüksek düşünce) , “Her nağmesi bir sada- yı ninni” (*Her sözü ninni sesi) olduğunu söyleyerek, sözüm ona Recâizâde’yi eleştirmeye devam ederler. (Eleştiriye bak! Bu düpedüz küfür yahu!) Yetmez; üstüne de Ekrem’e ahlâkçılara ait birkaç kitabı okumasını önerirler. Cahille cız-bız yiyeceğine, bilgeyle aç otur” der annem zaman zaman, çok haklı! Bir çeşit ahlâksızlıkla suçlanan Recâizâde; onlara göre, kendi yapmak istedikleri edebiyat önderliği özelliğinden uzak bir ‘lafazandır’ sadece. Kimi model gösterecektir birkaç Fransız’dan başka? Oysaki Malûmatçılar, kendilerini öğretmen yerine koyup, hevesli edebiyatseverlerin yolunu açmakta olduklarına inanırlar. Küfürler savururken bir şey daha çıkar ağızlarından; eleştirinin onlar için (de) artık önemli olduğu!Biz idarehanemize gönderilen âsâr -ı hevesandan neşri kabil olanların bazı nekayis-i lafziyesini göstererek hiç olmazsa kavaid-i lisaniyemizi kendilerine öğretmek istiyoruz. Yani biz, mir -i üstad-ı muaheze-mutadın muaheze, bizim tenkit dediğimiz şeyi elfazda icra ediyoruz. Yoksa zat-ı âlî-yi edibaneleri de dâhil olduğu halde içimizde hâlâ “Marsey” gibi “Boileau” gibi bir münekkid-i edep zuhur etmemiş olduğunu cümlemiz itiraf ederiz. Bunu istikbalde beklemelidir. Bununla beraber tenkidat-ı lafziye icrası bugün bizim için o kadar lazım, o kadar müfittir ki.” Bir yandan yepyeni bir tür olan ‘eleştiri’ edebiyat dünyasına girerken; bir yandan havada uçuşan küfür-hakaret, devlet bürokratı Recâizâde’yi usandırmıştır. Yazar, yanıt vermeyi kesip, ‘kişisel haklarına saldırı yaptıkları’ gerekçesiyle, Malûmat gazetesini mahkemeye verir. Mahkeme, Malûmat’ın bazı sayılarını toplatıp, gazetenin künyesindeki “Gazete” ibaresinin düşürülmesine karar verir. Bir gazete için bundan daha aşağılayıcı ne olabilir? Baba Tahir küplere biner. Servet-i Fünun’ un bu hareketinin “hayırhahane” (*İyi niyetli) değil “bed-düşmanane” (*Düşmanca) bir tavır olduğunu söyleyerek Malûmat’ın susturulmaya çalışıldığını bağırıp durur her yerde. Ağzından alev çıkmaktadır:Malûmat adalet-i seniye önünde masumdur ve Ekrem Bey’in meziyet ve edeb-i şahsiyeti ileri sürülerek ezdirilmeye çalışılmaktadır. Hem “ne olmuş Şemsa, Malûmat ’a dercedilmekle haysiyet-i aslisini mi kaybetmiş Ekrem Bey?” Ekrem Bey önce bir zat-ı âli-kadre sonra Maarif nezaret-i celilesine adeta meded umar gibi başvurmuştur. Hem nezaret-i celilenin hiçbir karara dayanmadan Malûmat’ a reva gördüğü hiç de münasip düşmeyen bu gayretinde Malûmat’ın hukuku ayaklar altına alınmakla birlikte devlet nizamı Ekrem Beyefendinin hizmetçiliğine soyunmuştur. Diğer dergi ve gazetelerde “enva-i türrehat ve tahkirat mevcutken onlara ihtara bile” lüzum görülmemiştir. Adalet mi bu?” Malûmatçı Tahir’in haktan, hukuktan söz etmesi güldürdü beni. Demek ki, sıkıştığı zaman hak-hukuk diye bağıranların, kaybetmeden önce bunun değerini bilmesi ve yalnız, herkese eşit üleştirilince, o herkesin arzu ettiği güzel günlere ulaşılabileceği gerçeğini unutmamaları gerek. Malûmatçı bu, ne kadar güvenilir ki ona? Ağzıyla bunu söylerken, kim bilir içinde intikama yeminli kaç kurt aynı anda aya doğru ulumaktadır? Anlaşılan o ki; edebiyat tarihine “göz-kulak tartışması”, “Abes-Muktebes tartışması” gibi isimlerle geçen atışma, “abes-muktebes” kelimeleri etrafında şekillenen bir tartışma değildir sadece. Bu sözcükler ve kafiyenin göz ya da kulak için sayılması durumu, kapışma içinde sadece bir ayrıntıdır. Daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde; asıl konunun, kafiyenin kulak ya da göz için değil zevk için olduğu, eleştirinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği, edebiyatın bilim ve sanatla ilişkisinin tartışılması olduğu sonucuna varılacaktır. Sonradan, bu kavga sırasında yazılan yazılar incelendiğinde; Türk edebiyat tarihinde ilk kez ‘eleştiri’ türünün örneklerini taşıyan karşılıklı yazılarla, kesin kes bir ilerleme sağladığını yazar incelemeciler. Eleştiri, her şeyin ilerleme sigortası olduğu kadar, edebiyatın da ilerleme şartlarının en önemlisidir kuşkusuz. Tartışmada yapılan eleştiriler; sadece karşı tarafı çürütmek için yapılmamıştır üstelik. Gelenekçiler bunu yapmasa da, yenilikçiler, kendi içlerinde de bir hesaplaşmaya girişir. Örneğin; aynı cephenin askeri olan Ahmet Hamdi Tanpınar, cephe komutanı kabul edilen Recâizâde Mahmut’un kaleme aldığı bazı çalışmaları bir kenara ayırarak, onun hiçbir zaman kendisini şiire veremediğini ve “yazarı daima bir amatör olduğunu hatırlayarak okumak gerektiğini” söyleyecektir. Bunu da; Recâizâde Ekrem’in ön ayak olduğu Servet-i Fünun şairlerinin de şiirlerini aruz ölçüsüne göre yazmaları ve çoğu zaman Divân edebiyatının şekil kalıplarını kullanmalarına bağlar Tanpınar. Aniden ortaya çıkan ‘Bürhan-ı Kudret’ şiiri üzerinden kopan fırtına, edebiyatımızda büyük bir sıçramaya neden olmuştur vesselam: Servet-i Fünuncular, Recaîzâde Mahmut Ekrem’in öncülüğünde şiirimizdeki uyak uygulamasının Türkçeleşmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardır. Bunun anlamı; şiirdeki uyağın, halk edebiyatındaki gibi, göze göre değil, kulağa göre düzenlenmesidir. Yeni, bir yolculuk başlamıştır artık. Bu yolculuğu başlatan Servet-i Fünuncuların, arzu ettikleri hedefe vardıkları söylenemez ama edebiyatımızın bavulunda, eleştiri kumaşından yapılmış yeni bir giysi vardır artık. Kim giyse, onu güzelleştirecek tertemiz bir giysi! Bu giysiyi üstüne giyen yenilikçiler, ilk kez şiirde konu bütünlüğünü sağlarlar. Hiç olmazsa bunu! Aruz ölçüsü kullanıyor olsalar da; kafiye kulak içindir anlayışı şiirimize bambaşka bir pencere daha açar. Edebiyat-ı Cedideciler, şiirde üç değişik biçim kullanırlar bu dönemde. Bunlar; Batıdan aldıkları “Sone” (*İki dörtlük ve iki üçlükten oluşan şiir biçimi),“Terza Rima” (*Üçer dizelik bentlerle yazılan, dizelerin birer atlayarak birbiriyle kafiyeli olduğu (A-B-A, B-C-B), İtalyan edebiyatından alınan bir şiir biçimi) ve Divân edebiyatından aldıkları ve yapısını değiştirdikleri “Müstezat” (*Her dizeye ekli bir küçük dizeden oluşan şiir biçimi). Bu yenilik, Türk şiirinde bir dönemin kapanıp, yeni bir dönemin başladığının muştucusudur. Ancak, kuramın eyleme dönmesi biraz zaman alacaktır. Servet-i Fünuncular, omuzlarına aldıkları düşünce kazmalarıyla, edebiyat dağını eşelemeye başlarlar. Dönemin baskıcı tutumunun yarattığı karamsarlık, toplumun gerçeklerinden kopuk olma halleri, asırların alışkanlıklarından biri olan Arap ve Fars sözcükleriyle yüklenmiş, ağır Osmanlıca dili, önlerine çıkan dağ şeytanlarından bazılarıdır. İşleri zordur ama onları asıl heyecanlandıran şey; kafalarındaki devrimin artık bir mucizeyle değil, ancak çalışmakla gelebileceğine dair inançlarının güçlenmiş olmasıdır. Osmanlıca sözcüklerin yanında, Fransızca sözcükler ve yeni tamlamalar da kullanmaya başlarlar. Ancak yol çooookkk uzun ve dikenli, cam gibi parlayan rugan ayakkabılarının altında da Beyoğlu pastanelerinin muhallebisi yapışıp kalmıştır. Dili değiştirmek kolay mı? Sadelikten uzak, ağdalı bir dil kullanmaktan kurtulamazlar. Belki de bu yüzden bu dönem sanat anlayışını anlatırken bazen “Salon Edebiyatı” da derler. İyi niyetli ama tam olarak ne yapması gerektiğini bilmeyen dar bir çemberin insanlarıdır Servet-i Fünun’un yazarları. Osmanlı’nın diğer ülkelerce “hasta adam” olarak nitelendirildiği bir dönemde yazmaya çabaladıklarını düşündüğümüzde; toplumsal konulardan çok, bireysel konulara yönelmiş olmalarını anlamamız gerektiğini iddia eder bazı incelemeciler. Bence bu doğru bir bakış açısı değildir. Ne yani, siyasal baskı görülen her ülkede, edebiyatçılar içine mi kapanacak? Tanzimat dönemi yazarları niye korkup kaçmadı Beyoğlu pastanelerinin pudra kokan şık salonlarına? Niye, neredeyse tamamı sürgünlerde öldü? Korkanın, kendisine inancı eksiktir, bitti! Benim görüşümü saldırgan ya da sert bulabilirsiniz siz ama Tevfik Fikret, daha içinde bulunduğu yüz yıl bitmeden, topu topu beş sene sürecek Servet-i Fünun döneminin tam da ortasındayken; 1897 yılında, benim görüşümü destekleyen dizeler yazmaya başlar:Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre ; İnanmak... işte bir aguş-i ruhani o gurbette Hakikat zahir olmaz dide-i idrake bir zerre (…) Bu vehmalud bir zulmet ki, benzer zulmet-i kabre ; İnanmak... işte şehrah-ı nurani o zulmette” (Şairin ‘İnanmak İhtiyacı’ adlı şiirinden alıntı, 1897) (Meraklısına Not: Bu şiiri çevirmeyeceğim. ‘Meraklısı’ çevirecektir zaten.) Servet-i Fünuncular bununla uğraşırken; Divâncıların bütün tartışma boyunca söyledikleri neredeyse hiç değişmemiştir. Yenilikçi diye ortaya çıkanlar, tamamen Fransız edebiyatının kopyası bir edebiyat yapmaktadır ve bu yüzden millî değillerdir onlara göre. Kullandıkları dil de yanlış ve ağdalıdır; çünkü halkın konuşma dilinden ve geleneksel olarak yerleşmiş Türk yazı dili ve yöntemlerinden uzak, çeviriden gelen yapay bir dil kullanmaktadır Edebiyat-ı Cedideciler. Bunları söylerken; edebiyatımızın gelişmesi için gereken dildeki değişim konusunda bir önerilerinin olmaması da ilginçtir. Geleneksel Türk edebiyatından hemen hemen bütün bağlarını koparıp, tamamıyla Batılı anlayışta bir edebiyat ortaya koymaya çalışan Servet-i Fünuncular ne yaptı yeni görüşlerini kabul ettirmek için peki? Çeviriler yaptılar bol bol. Şiir, hikâye, roman yazdılar. Ama Türk edebiyatına yaptıkları en önemli katkı, bunları yaparken, diğer yandan da sanat anlayışlarının kuramını açıklamaya çalışmak oldu bence. Kavganın kalitesini yükseltmek için daha doğru bir savaş aleti kullandılar. Ama çok ciddi bir sorunu halledemediler yine de: Halkın anlayacağı dilden edebiyat yapmayı! Servet-i Fünun yazarları, içinde toplandıkları evde, edebiyata eleştiri türünü kazandırmışlardır kazandırmasına ama bu işi biraz da ileri götürmüşlerdir bence. Evin çatısını yıkacak kadar ileri! Servet-i Fünun’un dağılması, -çok isteseler de- Malûmatçıların elinden olmaz. Evin çocuklarından biri olan, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem(Bolayır), dergide yayımlanmak üzere “Şiirimiz” adlı bir yazı dizisi hazırlar. Derginin, 15 Kasım 1900 tarihli 505 numaralı sayısından başlamak üzere, 9 Aralık 1900 tarihli 508 numaralı sayısına kadar yayımlanan yazı serisi, bir özeleştiridir. Ali Ekrem yazısında, başta Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Halit Ziya (Uşaklıgil) olmak üzere, Süleyman Nesip, Süleyman Nazif gibi pek çok Servet-i Fünun şair ve yazarını eleştirmektedir. Ancak derginin yazı işleri sorumlu müdürü olan Tevfik Fikret, Ali Ekrem’in bu yazı dizisinin kimi yerlerini değiştirerek, kimi yerlerini de kırparak yayımlar Servet-i Fünun’da. Bunu kabul etmeyeceğini söyleyen Ali Ekrem, Servet-i Fünun dergisinden ayrılır. Menemenlizâde Mehmet Tahir, Samipaşazâde Sezai gibi arkadaşları da onun peşinden gider. Peki, nereye gider kırgın Servet-i Fünuncular? Gitmeyi düşünecekleri en son yere; II. Abdülhamit’in gözdesi, Baba Tahir’in Malûmat’ına giderler. Ali Ekrem, intikam duygusuyla, “Şiirimiz” başlıklı yazısını, 27 Aralık 1900 tarihli Malûmat’ta yayımlar. Hadi bakalım, bu kez, iki eski dost üzerinden bir kapışma başlar: Tevfik Fikret ve Ali Ekrem Bey birbirine girer. Edebiyatın ovası, Servet-i Fünun ve Malûmat’a dar gelmektedir. Ne zaman yan yana gelseleri tabak-çanak sesleri! 1901 yılında karşılıklı tartışmalar alevlenir. Bu tartışmalar üzerine Ali Ekrem Bey’in dergilerde yazması, saray tarafından yasaklanır. (*Bu yasaklamada etkili olan kişi kimdir sizce, aklınıza kim geldi?) Tevfik Fikret de, bu ara derginin sahibi Ahmet İhsan’la bozuşup, yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Servet-i Fünun’dan ayrılınca ortalık gene toza dumana boğulur. Derginin başına Hüseyin Cahit (Yalçın) geçer. 1901 yılına kadar edebiyata yenilik getirmek için çabalayan Servet-i Fünun dergisi, 553. sayısında, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı makalenin dergide yayınlanması ve dönemin padişahı II. Abdülhamit’in bu makaleyi kışkırtıcı bulması nedeniyle kapatılır. Malûmat da çok yaşamaz bu tarihten sonra. 23 Mayıs 1895 günü başladığı yayın hayatı, 20 Ağustos 1903 tarihinde çıkardığı 423. sayıdan sonra biter. (Meraklısına Not:54 yıl boyunca yayımlanan ve 2464 sayıyla, Türk edebiyat tarihinin en uzun ömürlü dergisi unvanını taşıyan Servet-i Fünun (*Bilimlerin Zenginliği ) 1901’de kapandı. Bir süre sonra yeniden açıldı ama artık edebiyat dergisi değil, genel kültür dergisi olarak yayınına devam etti. 1909’dan itibaren Fecr-i Âticilerin ve Millî Edebiyatçıların yayın organı oldu. 1922’de bir süre kesintiye uğradı. 1924’te tekrar çıkmaya başladı ve bu sefer sonraki süreçte Yedi Meşalecilerin yayın organı oldu. 1928’de yeni Türk harflerine geçilince adı “Uyanış-Servet-i Fünun” oldu. 6 Aralık 1928 tarihinde, 1686. sayıdan sonra adı “Resimli Uyanış” olarak değişen ve latin harfleriyle basılan dergi, 26 Mayıs 1944 tarihindeki, 2464 numaralı son sayısından sonra yayın hayatından çekildi.) Bu hiç bitmeyen kavgalar, sarayın, hem Servet-i Fünun’u, hem de Malûmat’ı kapatmasıyla sona erer. Türk abecesinin benimsenmesinden sonra “göz için uyak-kulak için uyak” ayrımı geçerliliğini tümüyle yitirir. Yazımızı Recâizâde’nin ‘ağlayan’ dizeleriyle kapatalım.Gül hazin… Sümbül perişan… bağ-zârın şevki yok (*Gül hüzünlü, sümbül perişan, bahçe neşesiz) Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok (*Bin şarkı olsa da hepsi kederli, şarkılar keyifsiz) Başka bir hâletle çağlar cûy-bârın şevki yok (*Başka bir biçimde çağlayan nehir isteksiz) Âh edip inler nesîm-i bî-karârın şevki yok (*Kararsız esen yel iç çekmekte, hevessiz) Geldi amma neyleyim sensiz bahârın şevki yok! (*Geldi ama neyleyim, sensiz gelen baharın tadı yok) Devamı var