“DEKADANLAR” TARTIŞMASI – 2 DOKTOR CENAP ŞAHABETTİN SAHADA Ahmet Mithat Efendi, “Dekadanlar” makalesiyle, Servet-i Fünun edebiyatını taklitçi bir edebiyat olara...

“DEKADANLAR” TARTIŞMASI – 2 DOKTOR CENAP ŞAHABETTİN SAHADA Ahmet Mithat Efendi, “Dekadanlar” makalesiyle, Servet-i Fünun edebiyatını taklitçi bir edebiyat olarak suçlayınca, 1800’lerin son yıllarında, Türk edebiyat denizinde dalgalar yeniden kabarır. Süleyman Nesip’in makalesinin mürekkebi kurumadan; bu kez, Mütalâa dergisinin, 25 Mayıs 1897 tarihli sayısının üçüncü sayfasında Tevfik Fikret’in “Temsal-i Cehalet” adlı bir şiiri yayımlanır. Şiirin dili zehir gibidir ve her ne kadar ismi geçmese de, büyük ‘otorite’ Ahmet Mithat Efendi, “bağırıp çağıran, ablak yüzü ve süpürgeye benzeyen sakallarıyla” topa tutulmaktadır. “Merkûz idi leylin nazar-ı hadşe-nisarı          (*Saplanıp kalmıştı vesveseli bakışı) Âfâk-ı şühûda;                                                    (*Bakışı sarmıştı ufukları) Olmuştu bütün lem’aların ma’kes-i târı         (*Güneş gibi parlayan ne varsa yansıtan köprüsü olmuştu) Emvâc-ı gunûde                                                  (*Kıskançlık dalgalarında) Bir samt-ı siyeh-reng ile meşbû’-ı hayalât      (*Hayâller kara bir suskunlukla dolmuş ) Dağlar dereler sanki birer mahfil-i emvât;      (*Dağlar dereler sanki birer ölüler yığını) Yalnız koca bir fem                                               (*Yalnızca koca bir ağız) Bir dağ gibi âdem                                                  (*Dağ gibi bir adam) Dikmiş nazar-ı gayzını, bî-havf u mübâlât         (*Dikmiş hınç dolu bakışlarını endişesiz, dikkatlice) Eylerdi o boş âleme irâd-ı makâlât…                  (*Boş âleme söz söylerdi…) Kükrer, bağırır; dağlara çarpar da sadâsı          (*Kükrer, bağırır; dağlara çarpar da sesi ) Bî-fâide, eylerdi bütün kendine avdet;                (*Faydasız, kendisine hep geri gelirdi) Ablak yüzünün lihye- i cârûb-nümâsı                   (*Ablak yüzündeki süpürgeye benzeyen sakalı) Enzâr- ı temâşâya verib sıklet ü vahşet,              (*Bakanlara ağırlık ve ürperti verirdi) Titrerdi civârındaki, pîşindeki eşyâ                       (*Etrafındaki her şey titrerdi) Nutkundan uçan zehr-i bürûdetle; o hâlâ            (*Nutuklarından uçan o soğuk zehirlerle; o hâlâ) Pürcür’et ü nahvet                                                    (*Cesaret ve kibirle) Eylerdi hıtâbet;                                                          (*Yüksekten konuşurdu) Eş’âr u fünûn hep o dudaklarda müheyyâ             (*Şiirler ve bütün bilimler hep o dudaklardaki) Çirkâb- ı taaruzdan ederlerdi tehâşâ…                    (*Çirkin saldırılardan korkar ve çekinirlerdi) İnsanlığı muhtâc idi şâyân ı tefekkür                        (*İnsanlığı, kanıtlanamazdı düşünebilen) Binlerce güvâha;                                                           (*Binlerce şahitle) atmışdı bu manzar beni hem-reng- i teneffür          (*Bu manzara beni nefret renginde) bir havf -ı siyâha!”                                                         (*Kara bir korkuya bürümüştü!) Tevfik Fikret, Dekadanlar kavgasına çok karışmaz ama karıştığında da çok sert konuşur. Bu şiirin ardından bir yıl sonra yazacağı “İki Söz” başlıklı makalesine kadar kavgayı izlemekle yetinir Fikret. Bu dönemdeki çatışmanın liderliğini Doktor Cenap Şahabettin üstlenir daha çok. 1870 doğumlu Şahabettin, babasını Osmanlı-Rus Savaşı’nda yitirmiş bir öksüzdür. Askeri Tıp okumuş, bu ateşli kavgaya girdiği 1897 yılında, Sağlık Müfettişi olarak gönderildiği Cidde’den, İstanbul Merkez Müfettişliği görevine tayin edildiği için dönmüştür. Cenap Şahabettin bu kavgada çok önemli bir yerde durur; çünkü asıl yaygara onun bir şiirinde kullandığı ve gelenekçileri çılgına çeviren bir tamlama yüzünden kopmuştur. Şahabettin’in, 1896’da, “Mektep” dergisinde yayımlanan “Terane-i Mehtâp” şiirinde kullandığı “Sâât-ı semen-fâm” (*Yasemin renkli zamanlar) tamlaması, fitili ateşleyen kıvılcım olur. “Evraak üzerinde           (*Yapraklar üzerinde) Pervâne-yi meh-tâb       (*Mehtap kelebeği) Mestâne perende,          (*Kanat açmış) Evraak ise şâd-âb.           (*Yapraklar ise çok hoşnut) Artık uyan ey mâh           (*Artık uyan ey ay) Ey mâh-ı dil-ârâm,           (*Ey gönül alan ay) Zîrâ geçiyor âh!                (*Çünkü geçiyor ah!) Sâât-ı semen-fâm!”          (*Yasemin renkli zamanlar!) Bu ne demek şimdi? Yasemin renkli zaman mı olurmuş? Lafa da bak! Cenap Şahabettin, 8 Temmuz 1897 tarihli Servet-i Fünun dergisinin 330 numaralı sayısının 290 ve 292 sayfaları arasında yayımlanan “Yeni Tabirat” başlıklı yazısıyla Dekadanlar kavgasına karışır. Uzun uzun, aynı taşları kullanarak yeni bir bina yapılamayacağını anlattıktan sonra; Servet-i Fünun yazarlarının görüşlerini savunmaya geçer. Henüz 27 yaşındadır ve “Tâmât” (Aykırı Söz) adlı, 18 şiirden oluşan bir kitabından başka kitabı da yoktur. (Servet-i Fünuncu yazarlar) bütün maarif-i kamusiyesini zihninde topluyor, bütün anasır-ı lisaniyeye karşı bir mücadele-i mefturaneye başlayarak kelimeleri eğiyor, büküyor, tabiratı mıtraka-i kalem altında eziyor; uslûb-ı marufun erkân-ı maddiyesini bir haddad-ı mütehevvir gibi hırpalıyor, enkaz-ı ifadata yeni bir şekl-i beyaz vermeye çalışıyor. Bu esnada o kalemden nadide kelimeler, naşinide terkipler, yeni cümleler, asabî bir numune-i lisan (…) edebî bir şey çıkıyor. Orada yazanın his ve fikrine muvafık bir şekl-i matbu almak için eritilmiş, yoğurulmuş tabirler, bir hayal ve manayı anlatmak için şimdiye kadar yan yana gelmemiş iki eski kelimeden yapılmış bir vasf-ı terkibî, muharririn heyecanını ruh-ı kariîne gösterebilecek yeni, eski ne mevcutsa hepsi var. Bu adamın yazdığını okuyanlar arasında âsâr-ı hazıra-i edebiyeden hoşnut görünmemeyi meslek ittihaz edenler barid ve mudhik bir kayd-ı zarafetle: -Yeşil rüya, mai hülya… Bunlar ne demek? Hiç rüya ve hülyanın rengi olur mu?... Rüya ve hülya ruha mün’akis bir âlem-i hariciden, bir hayal-i hayattan başka bir şey midir? Esna-yı istiğrakta gördüğümüz şeyler melekât-ı akliyemize iras-ı heyecan eden elvah-ı müessire-i tabiattan başka şeyler midir? Bütün hayalât menba-i ibtidaîsi mahsüsat değil midir? Âlem-i harici nasıl zi-şekl ü rengin ise rüya ve hülya da öyledir; o da bir âlem, âlem-i hariciye nispetle bir hayal âlemidir.” Edebiyatta gerçekçilik ve hayal gücü üzerine sert tartışmaların kopacağı ilk yazılardan biridir bu. O güne dek Servet-i Fünuncular, edebiyata yeni imge, yeni ifade katma adına saçmalamakla ve taklitçilikle suçlana gelmiştir. Oysaki büyük bir cesaretle, ilk kez, düşüncelerini bir sanat kuramına dönüştürdüklerini görürüz bu kavgaları okudukça. Diyorlardı ki; dilin sadeleştirilmesine peki ama;
  • Herkes anlamıyor diye yeni imgeler ya da yeni sözcüklerle yazmayacak mıyız?
  • Halk dili her fikrin açıklanması ve anlaşılması için yeterli midir?
  • Her alanda Batıyı örnek alıyoruz da, dilde neden bunu yapmayalım ki?
  • Her yeni durum bir taklit sonucu ortaya çıkıp, daha sonra kendi yolunu bularak özgün hale gelmez mi?
  • Her ilerlemede olduğu gibi kullandığımız dili yaratan da sanatsal ihtiyaçlar değil midir?
Servet-i Fünun yazarı, ulaşmak istedikleri hedefin sadece ‘güzellik’ olduğunu söylemektedir özetle. Bunun dışında kalan hiçbir şeyin sanatları için değeri olmadığını ve yollarından dönmeyeceklerini! “Bizim yazdıklarımız birer numune-i inşa değildir. Biz efkâr ve hissiyatımızı yazıyoruz. Eğer ruhumuzda güzel bir his, güzel bir fikir varsa, eğer bir hakikat-ı hariciye bize bir şiiriyetle mahsûs olmuş ise biz onu söylemeye, onu anlatmaya özeniyoruz. Bizce maksat âsâr-ı kalemiyemizin güzelliğidir. Bizim bütün âmâl ve mesaimiz oraya, daima o güzelliğe mün’atiftir. Ne yapıyorsak eserlerimizi hedef-i sanat olan hüsn-i mücerrede yaklaştırmak için yapıyoruz. Lisanın mişvar-ı nahvîsini değiştirmek bizim fikrimizden pek uzak bir maksattır. Fen, felsefe, ahlâk gibi lisan da bizce maksat değildir. Bizim onlara müracaatımız yine mehasin-i sanata hizmet içindir. Biz fikr-i felsefî veya ahlâkî için bir manzume yazmayız. Fakat güzel bir manzume yazmak için güzel bir fikr-i felsefî veya ahlâkîyi isdihdam ederiz.” (Cenap Şahabettin, “Yeni Tabirat”, Servet-i Fünun dergisi, 8 Temmuz 1897, No: 330, sf.292) Şahabettin’in sanatsal anlayışı bugün modern edebiyat formlarında karşılığını yitirmiştir. O ancak, siyasi günahları ve birkaç parlak şiiriyle hatırlanmaktadır. Onu; İttihatçıları destekleyen bir ‘hain’ ya da Kurtuluş Savaşı döneminde, Ali Kemal’in Peyâm ve Sabah gazetelerinde Kurtuluş Savaşına karşı yazdığı bazı yazıları yüzünden Anadolu hükümeti ile arasının bozulduğu hikâyesiyle hatırlayanlar olduğu kadar, “Elhân-ı Şitâ” (Kış Şarkısı) gibi birkaç parlak şiiriyle de hatırlayanlar vardır. “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,                  (*Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş) Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar                    (*Eşini yitiren bir kuş gibi kar) Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar…                      (*Geçen ilkbahar günlerini arar…) Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı,                                (*Ey kalplerin çılgın ezgileri) Ey kebûterlerin neşideleri,                                  (*Ey güvercinlerin şarkıları) O baharın bu işte ferdâsı                                     (*O baharın işte bu yarını) Kapladı bir derin sükûta yeri karlar                  (*Kapladı derin bir sessizliğe yeri karlar)  Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.                      (*Ki sessizce aralıksız ağlar) (…) Karlar, bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,        (*Karlar sessizlik ilahilerinin ezgileridir) Karlar, bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.”         (*Karlar melekler dünyasının bahçelerinin çiçekleridir) Şahabettin, “Yeni Tabirat” yazısından üç hafta sonra, yine Servet-i Fünun sayfalarında bu kez “Elfaz-ı Garibe” sözüyle, dili bozdukları eleştirisi yapan Ahmet Mithat Efendi’nin suçlamasına yanıt verir. Bu kez yazısının başlığı “Yeni Elfaz (*Sözler)”dır. Özetle kullandıkları tüm sözcüklerin ya da tamlamaların Osmanlıca sözlüklerinde var olan sözcükler olduğunun altını çizer. “Her biri kalp ve fikre ait bir ihtiyac-ı lisanînin çare-i tehvini olmak, elfaz-ı cedidenin devam-ı hayatına en metin bir zaman-ı mantıkî teşkil eder.” (Cenap Şahabettin, “Yeni Elfaz”, Servet-i Fünun dergisi, 29 Temmuz 1897, No: 333, sf.323) Ağustos 1897 sessiz geçer. Kavgacılar ya tatildedir ya da küçük bir mola vermişlerdir. Sonbahara girer girmez, çatışma yeniden başlar. Bu kez kavganın içeriği aynı kalmakla birlikte, adı değişmiştir. Edebiyat tarihimize “Klasikler Meselesi” diye kayıtlanan makale kavgalarını başlatan yine Ahmet Mithat Efendi’dir. ‘Âzâm-ı Udebâ’ya göre; dünya edebiyatının klasikleri kabul edilen eserleri yazanların en belirgin ortak özelliği, dillerinin anlaşılır olmasıdır. Ancak ona göre; “Dekadanlar (işte bu noktada) edebiyat-ı sahihadan (*Doğru ve güvenilir olan edebiyattan) ayrılır. Zira dekadanlar anladıklarını yazmazlar. Yazdıklarını anlatmazlar. Hatta onlarca ne anlamak matluptur ne de anlatmak!” (Ahmet Mithat Efendi, Tercüman-ı Hakîkat, 20 Eylül 1897) ‘Dekadanlar’ bir çeşit kum torbasıdır Ahmet Mithat Efendi’ye göre. Bu kez de, dili bozdukları için başka dillerde yazılmış dünya edebiyatının eserlerini çeviren Servet-i Fünuncuların başarı sağlayamadıkları üzerinden vurur yenilikçi kalemlere. Verdiği örnek ise akıllara durgunluk veren bir örnektir. Ahmet Mithat’a göre; Emile Zola Fransızdır ama onun romanları Fransızcaya bile çevrilemez. “Zola’nın La Terre (*Toprak) nam hezeyan-namesini İngilizceye fikren tercümesinden başka tercüme işitmedik. Onu da İngiliz hükümeti gibi matbuatı bilâ-kayd ü lâ-şart serbest bırakmış olan bir hükümet bile men etmiştir. Hoş, Zola’nın âsârı İngiltere’ye duhulden memnudurlar ya! Hakîkat-i hâl şudur ki bu lisanlar ile yazılmış olan âsâr hiçbir lisana hatta güya mensup oldukları Fransızcaya bile tercüme olunamazlar. Yazanlar nezdinde bile anlaşılarak yazılmamıştır ki tercüme olunabilsinler?” Servet-i Fünun yazarları, akılları zorlayan bu çıkışlara karşın, derin bir iç çekerek, gitgide rayından çıkan bu kapışmada inandıklarını anlatmaya çabalamaktadır hâlâ. Cenap Şahabettin, 14 Ekim 1897 tarihli Servet-i Fünun dergisinin 344 numaralı sayısında “Dekadizm Nedir?” başlıklı uzun bir yazı yayımlar. Yazının göğsüne bakan bir göz, onun hiç nefes almadığını, bir ölü sakinliğinde olduğunu düşünebilir. Okurken, acaba bu da bir savaş taktiği mi diye düşünmeden edemedim ben de! “Bir hiss-i  müstesnâyı ifade eden âsâr-ı ahîreye Fransızlar “ Dekadan” dediler, lügaten “geriye giden” mânasına olan bu ıstılâhın sebeb-i vaz’ı şu oldu ki yeni muharrirler bundan birkaç asır evvelki şuarâdan -meselâ Ronsard gibi- bazılarının üslûb-ı metrûkunu taklid ve ihya ediyorlardı; bundan başka yeni muharrirlerin teşrih etmek istedikleri müstesnâ hisler ale’l ıtlâk herkesin duyacağı şeyler olmadığından her biri bir maraz-ı manevînin alâmet-i garîbesi gibi telakki olundu, bütün Fransız üdebâ-yı cedîdesinin malûliyet-i asabiye içinde bulunduklarına hükmedildi. Bu ahkâm ve telakkiyat da dekadan ıstılahının bir meslek-i kalemîye alem edilmesine yardım etti.” (sf.82) Daha anlaşılır bir dille söylersek; “Özel bir duyguyu ifade eden diğer eserlere Fransızlar “Dekadan” dediler;  sözlükte “geriye giden” anlamında olan bu terimin bu şekilde adlandırılmasının nedeni şudur ki yeni yazarlar bundan birkaç yüzyıl önceki şairlerden -örneğin Ronsard gibi- bazılarının terk etmiş oldukları şiir yazma tarzlarını taklit ediyorlardı; bundan başka yeni yazarların anlatmak istedikleri özel duygular açıkça herkesin duyacağı şeyler olmadığından her biri bir duygusal illetin garip bir göstergesi gibi kabul edildi. Tüm Fransız aydınların, edebiyatçıların bir sinir hastalığı içinde bulunduklarına karar verildi. Bu karar ve görüş de dekadan teriminin bir kalem işi ( yazarlık) olmasına yardım etti.” Devamı Var (3 Mayıs 2020)