Türkiye'nin yakın tarihinde yaşadığı en büyük felaket 17 Ağustos 1999’da Gölcük merkezli depremdi. 7,4 büyüklüğündeki bu deprem, beni İzmir’de yatağımdan kaldıran bir şiddetteydi. İzmit başta olmak üz...

Türkiye'nin yakın tarihinde yaşadığı en büyük felaket 17 Ağustos 1999’da Gölcük merkezli depremdi. 7,4 büyüklüğündeki bu deprem, beni İzmir’de yatağımdan kaldıran bir şiddetteydi. İzmit başta olmak üzere Yalova, Bursa, Sakarya ve İstanbul’da büyük yıkıma sebep olmuştu. Resmi rakamlara göre 18 bin 373 kişi hayatını kaybetmiş, 5 bin 840 kişi kaybolmuş, 48 bin 901 kişi de yaralanmıştı. Bana göre ölü sayısı, açıklanandan çok çok daha fazlaydı. Depremden kısa bir süre sonra merkez üssüne yakın bölgelerde yaşanan büyük yıkıma gözlerimle tanık olmuştum. Doğanın gücü ve acımasızlığı karşısında kendimi bu kadar aciz hissettiğimi hiç anımsamıyorum. Gölcük ile Değirmendere arasındaki sahilde, tek parça halinde denize çöken apartmanları, çocuk parklarını, lunaparkı görünce aklımı kaçırıyorum sanmıştım… // 2001 KRİZİNE SEBEP OLMUŞTU Ve takip eden Kasım ayında Bolu merkezli ikinci bir depremle, felaketin boyutunun daha da artmasını izledik milletçe… Bir sene sonra, Kasım 2000’de ve Şubat 2001’de yaşanan ekonomik krizlerin nedenlerinden biri de bu depremlerin yaşattığı ekonomik kayıplardı. Resmi rakamlara göre 365 bin bina ya yıkılmış ya da kullanılamaz hale gelmişti. Farklı kurumların yaptığı hesaplamalara göre, depremin ekonomik maliyeti 20 milyar dolara yaklaşıyordu. Bu maliyeti Devlet Planlama Teşkilatı 15-19 milyar dolar, Dünya Bankası da 12-17 milyar dolar, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) ise 17 milyar dolar olarak hesaplamıştı. Türk sanayisinin kümelendiği Bursa-Sakarya-İstanbul üçgeninde yüzlerce fabrika ya yıkılmış ya da duruşa geçmişti. Yarımca’da bulunan Türkiye'nin en büyük petrol rafinerisi TÜPRAŞ'ta çıkan yangın günlerce sürmüştü. // VERGİ GELİRLERİNDE DÜŞÜŞ Hükümette bulunan DSP-ANAP-MHP koalisyonu, zaten başarısız bir ekonomi yönetimi uyguluyor, hükümette her kafadan bir ses çıkıyordu. Bu ortamda depremin yıkıcı etkisi ekonomiye adeta balyoz gibi inmişti. Özellikle yeniden yapılanma çalışmaları nedeniyle dış kaynak ihtiyacı artmış, fabrikaların susması ile hem ekonomi küçülmüş hem de vergi gelirlerinde büyük düşüşler yaşanmıştı. Bülent Ecevit hükümeti, depremin yarattığı ekonomik zararın etkilerini gidermek için kısa adı ÖİV olan Özel İletişim Vergisi gibi bir garabeti hayatımıza soktu. 21 sene sonra hâlâ yürürlükte olan bu vergi türünden bugüne kadar 35 milyar dolara yakın para toplandı. 20 bilim insanı ve araştırmacıdan oluşan Ulusal Deprem Konseyi kuruldu. Ancak bu Konsey 2007 yılında lağvedildi. İstanbul'un birçok noktasına deprem konteynerleri yerleştirildi ve toplanma alanları belirlendi. Daha sonra bu toplanma alanlarının hemen hepsi konut ve AVM inşaatlarına açıldı. Kısa adı DASK olan Deprem Sigortası zorunlu hale getirildi. Ancak geçen hafta yıkıcı deprem yaşayan Elazığ’da bile konutların sadece yüzde 40’ının DASK poliçeli olduğu ortaya çıktı. Türkiye genelinde arama-kurtarma ekiplerinin sayısı artırıldı, ekipmanları güçlendirildi. “Felaketten ders alındı” cümlesini doğrulayan adımlar atılmaya başlandı. İmar yasalarında ve deprem yönetmeliklerinde bir dizi değişiklikler yapıldı. Zemin etüdü ve yapı denetimi zorunlu hale getirildi. Ancak 2007, 2012 ve son olarak 2019 yılında yönetmeliklerde ciddi değişikliklere gidildi. Tamtakır olan devlet bütçesine katkı sağlamak için 2018’de çıkarılan ve defalarca uzatılan İmar Barışı (Affı) ile on binlerce sağlıksız yapı, üç beş bin lira para karşılığında yasal hâle getirildi. // VERGİLERİN %44’Ü İSTANBUL’DAN Tüm bu hatalar zinciri, yaklaşan büyük İstanbul depremi için umutsuzluğumuzu artırıyor. Düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de toplanan her 100 TL’lik verginin 44 TL’sini İstanbul, 15 TL’sini Bursa, 13 TL’sini İzmit karşılıyor. Türkiye’de nüfusun yaklaşık üçte biri, bu depremin direkt etki alanında yaşıyor. Bu şehirlerin ekonomisini yıkacak bir depremin, Türk ekonomisinin adeta diz çöktüreceğini söylemek güç değil. Etkileri onlarca yıl alacak bu ekonomik yıkımın, Türkiye’nin bağımsız devlet yapısını bile tartışılır hale getireceğini anlamamamız ve bu kritik konuda hesap hatası yapmamamız gerekiyor. Ne işe yarayacağı belli bile olmayan Kanal İstanbul için milli bütçeden 15 milyar lirayı ayırmayı düşünen devlet, bir an önce aklını başına toplamalı. Hani olur olmaz kullanılan şu “bekâ” sorunumuz var ya… İşte Türkiye için gerçek bekâ sorunu İstanbul’da yaşanacak büyük depremdir. Şayet 7 ve üzeri büyüklüğündeki bir deprem İstanbul’u ve Güney Marmara’yı yıkarsa, Türk ekonomisini de yıkar… 21 YILDIR AYNI CÜMLELER… 1999 yılında görev yaptığım Ege TV’de, her pazartesi akşamı “Kritik” adlı bir ekonomi programını hazırlayıp sunuyordum. 17 Ağustos’un ardından en az on beş programı deprem başlığına ayırmıştım. Türkiye’deki fay hatlarının davranışlarını, İzmir’in olası bir depreme nasıl hazırlanması gerektiğini enine boyuna tartışıyorduk. Bu programların pek çoğunda değişmez konuklarım arasında dönemin İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı rahmetli Mehmet Karcı, Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Lütfi İhsan Sezer, Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Prof. Atilla Uluğ olurdu. Aradan 21 yıl geçti. İstanbul’da deprem olmadığı sürece soruna kafa yormayan medyamız, Elazığ depreminden sonra yine laf salatasına başladı. Aynı cümleleri, aynı analizleri, aynı şikâyetleri dinliyoruz… Tek farkımız, 21 sene önceye göre enkazdan insan kurtarmada, deprem bölgesine yardım ulaştırmada daha iyi olmamız. Bugün İstanbul’da 7 ve üzeri şiddette bir deprem yaşansa, 21 sene önceki felaketin bir benzerini, hatta daha ağırını yaşayacağımıza bahse girerim. Gerçekten akıl almaz bir ülkede yaşıyoruz. Yaşanan bunca felakete rağmen, yapabildiklerimiz hâlâ tevekkül hazzından ötede anlam taşımıyor. Sayın bakanlarımız, Deprem Vergisi adı altında toplanan paraların duble yollara harcandığını rahatlıkla söyleyebiliyor. Ve her geçen saniye yaklaştığımız büyük felaketin sonuçlarını, kaderimize razı şekilde bekliyoruz… VE NİHAYET YIKIM BAŞLIYOR… Gazetecilik gerçekten tuhaf iş… İyi bir şey yaptığınız zaman bile, aklıllara ziyan tepkiler alamanız mümkün. İzmir’in Karşıyaka ilçesi Bostanlı semtinde, 40 yıldır yamru yumru vaziyette duran binaların durumunu sayısız kez bu sütünlarda haber yaptım. En nihayetinde yetkili kurumları harekete geçirebildik. Valiliğin “acil tahliye” kararından ancak üç ay sonra ve sadece üç binada tahliyeler tamamlandı. Birkaç gün içinde yıkımlar başlayacak. Karşıyaka Belediyesi’nin ada bazlı imar planı değişikliği Büyükşehir Meclisi’nden onay aldıktan sonra, yeni inşaatların başlaması mümkün olacak. Bu kadar basit bir mesele yüzünden 40 sene bekleyen bina sakinlerini hâlâ memnun etmeniz mümkün değil. Hele Elazığ depreminin ardından, “Bu saçmalığı 40 sene nasıl sürdürmüşüz” diye soracaklarına, bana laf atan, sitemde bulunan vatandaşlarımız var. Yazılarımı paylaşan bazı sosyal medya gruplarında, hakaret sınırlarını zorlayan ifadelere rastlayabiliyorum. Neymiş… Sağlam (!) binaların yıkılmasına aracılık etmişim, müteahhitlerle ortak çalışıyormuşum, kış vakti insanların kiralık ev aramalarına sebep olmuşum, Bostanlı’daki evlerin kiralarının yarı yarıya artmasına sebep olmuşum, kendi evimi daha yüksek fiyatla kiralamak istiyormuşum ve saire… Gülünç olduğu kadar, acıklı çırpınışlar bunlar. Hayatında, müteahhit arkadaşı bile olmayan biriyim. Evet Bostanlı’da ve yamuk binalara çok yakın oturuyorum. Buna karşılık evimi kiralamak gibi bir düşüncem hiç olmadı, inşallah da olmayacak. Hani bu arkadaşlara ağzımızla kuş tutup önlerine getirsek, “Hayvan katilisin” diyecek kadar sınırları zorluyorlar. Ne diyelim? Canları sağolsun. Umarım bir gün hayatta kalmalarına vesile olduğumuzun ayırdında olurlar…   “MONŞER”LERE KULAK VERMEZSEK BEDELİ AĞIR OLACAK Türk devletinin, en köklü kurumları arasında Hariciye, yani Dışişleri geliyordu… “Du” diyoruz, çünkü; ehliyete, liyakate, bilgiye, donanıma en fazla kıymet veren bu kurumun da genetiği ile oynandı. Dış politika ile ilgisi olmayan, doğru dürüst İngilizce bile bilmeyen kişiler; sırf iktidar partisine yakın diye dünyanın dört bir yanında ülkemizi temsil etmeye başladı. Sayın Cumhurbaşkanının, Başbakanlık günlerinde “monşerler” diyerek küçümsediği, “Siz ne anlarsınız bu işlerden” dediği Dışişleri mensuplarından vazgeçişlerin, Türkiye’ye neye mal olduğunu gördük, görüyoruz. Tüm komşularıyla kavga eden, dünyada giderek yalnızlaşan, bu durumu da “değerli yalnızlık” gibi saçma sapan tanımlamalarla açıklamaya çalışan bir ülke olduk. // TARİHE GEÇECEK BİLDİRİ Şimdi… İlkokulu ite kaka bitirmiş, yarım akıllı bir imam tarafından aldatılanlara; Türkiye’nin en iyi okullarında okumuş, ülkesini dünyanın dört yanında kelle koltukta temsil etmiş Hariciyecilerin, Kanal İstanbul ile ilgili bir uyarısı var. Bu metin, bana göre tarihi not düşen bir vesika hükmündedir. Kanal İstanbul’un yaşatacaklarına iş dünyası, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, barolar, meslek örgütleri handiyse tepki vermezken, eski Dışişleri mensuplarının bu onurlu karşı çıkışlarını ayakta alkışlıyorum. Uyarı metninin altında, hepsi pırıl pırıl geçmişe sahip tam 126 imza bulunuyor. Kayıtlara geçsin istediğim için köşeme bu uyarı metnini alıyorum… KAMUOYUNA DUYURU Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açacaktır. Atatürk Türkiye’sinin, Lozan Antlaşması’ndan sonra en büyük diplomasi başarısı olan Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ise Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin kaybedilmesine yol açar. Montrö, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkenin askerden arındırılmış, uluslararası yönetime ve denetime bırakılmış son parçası üzerinde mutlak egemenliğini tescil eden belgedir. Montrö, Boğazlar üzerinde yüzyıllar süren ve Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına varan tarihi sürecin tekrarlanmasını önleyecek dayanağımız, kozumuzdur. Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir. Montrö, Rusya’nın da güvenliğinin temel bir belgesidir. Rusya, 1936’nın koşullarında, zamanın Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa ve Dünya siyasetindeki konumu, ağırlığı ve güvenilirliği nedeniyle güvenliğini Türkiye’nin ihtiyarına ve kararına bırakabilmiştir. Ancak, Sözleşme’nin imzasını takiben, Boğazlarda daha fazla söz sahibi olabilmek için Türkiye’yi ikili bir yardımlaşma anlaşması yapmaya zorlamak istemiştir. Atatürk, İnönü ve T. Rüştü Aras, Montrö varken başka anlaşmaya gerek olmadığı ve Montrö’yü tartışmaya açmanın, Türkiye’ye kazandıklarını kaybettireceği düşüncesi ile bunu kabul etmemişlerdir. Rusya Boğazlar üzerindeki iddia ve beklentilerinden bugün de vazgeçmemiştir. Montrö Sözleşmesi’ne taraf olmayan ve Sözleşme’yi Karadeniz’e dilediği gibi çıkmasının önünde engel olarak gören müttefikimiz ABD, yıllardır Montrö’yü ortadan kaldırmaya veya kendisinin de taraf olacağı yeni bir sözleşme yapılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Kanal İstanbul ve ÇED Raporu’nda sözü edilen Çanakkale Kanalı, ABD’nin Montrö’yü tartışmaya açmak amacına hizmet edecektir. Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, Türkiye’ye bütün bu kazanımlarını kaybettirebilecek yaşamsal bir egemenlik ve güvenlik, kısacası gerçek bir beka sorununa yol açacaktır. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde çeşitli emelleri olan devletlerin çıkarına hizmet edecek olan Kanal İstanbul’dan vazgeçilmelidir. Kamuoyuna saygıyla duyururuz.   İMAMOĞLU’NDA “GÜÇ ZEHİRLENMESİ” EMARELERİ VAR İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Elazığ depreminde yaptığı incelemeden sonra koşar adım Palandöken’de kayak yapmaya gidince, memleketin bir numaralı meselesi oldu. Türkiye’nin en büyük kentinin belediye başkanlığına büyük umutla ve toplumsal bir özveri ile seçilmiş, kendisinden gelecekte çok şey beklenen birinin, bu tür bir hatayı nasıl yapabildiğine, bir de bunu savunmak adına kameralar karşısına geçip hatasında nasıl ısrar ettiğine inanmak güç… Tabii trol sürüleri bu malzemeyi fırsata çevirmekte gecikmedi. Ne deprem paralarının nereye harcandığı ne de Kızılay’da yaşanan bağış rezaleti konuşuldu. Netameli konuların üstü, büyük bir ustalıkla örtüldü. İmamoğlu’nun hatasını savunurken kullandığı cümleler ise mantık hatalarıyla doluydu. Son bir yılda ailesiyle sekiz gün geçirdiğini, kendisinin de ailesiyle birlikte olmaya hakkı olduğunu söyleyen İmamoğlu, konuyu ustalıkla saptırıyor ve tartışma mecrasından uzaklaştırıyordu. Kendisine ailesiyle vakit geçirmemesini, hatta ailesini ihmal etmesini söyleyen yok. Elbette eşine ve ailesine zaman ayıracak. Ancak ülke deprem acısı yaşarken, Türkiye’nin öbür ucunda bir zahmet kayak tatil yapmayacak. Ya da İstanbul’u sel basarken Bodrum’da tatilde yakalanmayacak. Mesaisinin tümünü, kendi deyimiyle “devasa sorunları” olan İstanbul’a ayıracak. Meclisinde azınlıkta olan, elini kolunu bağlamak için dört koldan sarılan İmamoğlu, motivasyonunu tamamıyla İstanbul’a özgüleyecek. İşin daha da düşündürücü yanı şu: Tatile gitmeden önce kendisine bu uyarıları yapanların olmaması mümkün değil. En azından Murat Ongun gibi deneyimli bir basın danışmanı olduğunu biliyoruz. Hiç istemem ama bu durumda ne kurmaylarının ne de danışmanlarının sözünü dinleyen bir siyasi profille karşı karşıya olabiliriz. Bu yapıdaki siyasilerin, kolaylıkla güç zehirlenmesine girdikleri çok örnek yaşadık. Yeni birisine daha tahammülümüz olmadığını, en başta Sayın İmamoğlu’nun bilmesi gerekiyor…