Geçen haftanın son iş gününde Dolar ve Euro kurlarının tarihin en yüksek seviyelerini test etmesi ile iş dünyasındaki tedirginlik büyüyor. Kısa bir telefon trafiği ile görüşlerine başvurduğumuz, “işl...

Geçen haftanın son iş gününde Dolar ve Euro kurlarının tarihin en yüksek seviyelerini test etmesi ile iş dünyasındaki tedirginlik büyüyor. Kısa bir telefon trafiği ile görüşlerine başvurduğumuz, “işler nasıl” dediğimiz sanayici dostlara bir dokunduk bir ah işittik. Yaşanan tedirginliğin kök sebebi; her sektörde üretim maliyetlerinin çok yüksek oranda ithal girdiye bağlı olmasında, kurların yükselmesi ile artan maliyetlerin satış fiyatlarına yansıtılamayışında düğümleniyor. Açıklanan enflasyon verileri bu sıkıntıyı doğrular nitelikte… Nisan ayı tüketici enflasyonu (TÜFE) yüzde 17,14 seviyesine ulaşan Türkiye, gelişmekte olan ülkeler arasında açık ara birinci durumda. Sorun bununla kalmıyor. // ENFLASYON TSUNAMİSİ Türkiye’nin, kontrollü normalleşme ile birlikte adeta bir enflasyon tsunamisi ile karşılaşacağını öngörmek güç değil. Nisan ayı Üretici Fiyat Endeksi’nin (ÜFE) yüzde 35,17 gibi akıl almaz bir seviyeye ulaşması, üretim maliyetlerinin satış fiyatlarına yansıtılmaya başlanması ile TÜFE’nin yüzde 25’lere yükseleceğini, hatta geçeceğini gösteriyor. TÜFE oranının iki katına ulaşan ÜFE sanayicinin çığlığını yansıtsa da, ne iş dünyası örgütleri ne de siyasetçiler meseleyi umursuyor. Hâlâ aramızda “Sana ne dövizin yükselişinden, maaşını dolar ile mi alıyorsun” diyenler varsa, gidişatın çok tatsız olduğunu söylememiz gerekiyor. Türk ekonomisi yüksek faiz, yüksek döviz kuru, yüksek enflasyon, yüksek cari açık ve yüksek işsizliğin aynı anda yaşandığı zorlu bir yolda ilerliyor. Bunların hepsinin bir arada olan bir ülkenin durumu, ters yönde ilerlediğini anlamadığı için “Herkes üzerime geliyor” diyen Temel’in fıkrasından farksız… Yaşanabilecek olası bir dış şoka karşı Merkez Bankası’nın kasası adeta tamtakır. Döviz yükümlükleri düşüldüğünde, eksi 60 milyar dolar seviyesinde “olmayan” bir rezervden bahsediyoruz. // SİHİRLİ SÖZCÜK: ÜRETİM Kurun hem yükselmesi hem de oynaklığının (volatilite) artması, iş dünyasında belirsizliğe neden oluyor ve reel sektörde öngörülebilirliğin azalmasına yol açıyor. Sorunun çözümü elbette tek bir sihirli sözcükte yatıyor: Üretim. Üretimin artması için mevcut fabrikaların kapanmaması ve katma değeri yüksek üretim yapan yeni yatırımların hızla devreye alınması gerekiyor. Yatırımlar için sürdürülebilir bir enflasyon ve faiz düzeyi elbette önemli… Ancak sanayicinin kullanmak zorunda olduğu ara mallarının hem TL hem de döviz cinsinden fiyatları her geçen gün artıyor. Kendimizi kandırmanın âlemi yok: Bugün için ticari kredilerde ulaşılan yıllık yüzde 25’lik faiz seviyesi ile (teşvik belgesi olsun ya da olmasın) yatırımların artma olasılığı yok. Bu seviyedeki faizle kredi kullanmak, sanayici için Rus ruleti oynamak demek. Yatırımların finansmanı bir yere kadar öz kaynak ile karşılanıyor. Sadece para ve kağıt oyunları ile sınırlı kalan, fabrika binalarında karşılığı olmayan stratejiler, bizi ağlama duvarının dibine getirip bırakıyor. Çıkış noktası için bir başka sihirli sözcük ise “güven”. // HEM TEHDİT HEM DAVET Bizim gibi hem yabancı sermayeye ihtiyaç duyan hem de dış finansman ihtiyacına aşırı derecede bağımlı olan ülkelerde; risklerin kabul edilebilir sınırlara çekilmesi için inandırıcı bir reform programının ödünsüz uygulanması gerekiyor. Ve elbette herkesin kendisini güvende hissedeceği bir hukuk / adalet düzenin tesis edilmesi şartıyla… Bir Cumhurbaşkanı’nın, şiddet eyleminin ucundan dönen bir kadın muhalefet partisi liderine “Bu daha iyi günlerin, gör bak daha neler olacak” cümlesini kurması, aynı günün akşamında dünya devi şirketlerin CEO’larını yatırıma davet etmesi, Türkiye’nin nasıl bir açmazda sürüklendiğinin işaret fişeği gibi. Devletin en tepesinde bu cümlelerin işitildiği bir ülkeye sizce yabancı yatırımcı gelir mi? Ham bir hayal dünyasında yaşıyoruz! Lafı uzattım belki. Ancak gelmek istediğim nokta şu: Bu sihirli sözcükleri birbirinden ayrı düşünmemiz olanaksız. Dünya bizim eksenimiz etrafında dönmüyor. Türkiye uluslararası geçerliliği olan ve güven veren bir demokratik düzene geçmedikçe, bugünlerini arar noktaya savrulmasını görmek için kâhin olmaya gerek kalmıyor…  

ALTAY’IN YAŞATTIĞI GURUR, “SPOR BAŞKENTİ İZMİR” HEDEFİNE İLK ADIM OLSUN…

İzmir’in en köklü kulüplerinden Altay, 19 yıl süren Süper Lig hasretini dindirerek hepimizin gururu oldu. Altay’ın yetiştirerek Türk ve dünya futboluna armağan ettiği Mustafa Denizli’nin, hepimizin sırtını ürperten şekilde kulübü ile helalleşmesi ise hafızalarımızdan hiç silinmeyecek. Bu sütunlarda futbol analizi yapacak değilim. Değinmek istediğim konu başka. Play off finalinde karşı karşıya gelen Altay ve Altınordu’nun, Türkiye’ye örnek olacak bir modelin sahibi olduklarını bilmemiz gerekiyor. Kıt imkânlarına rağmen, para babalarının etiket meraklarına aldanmayan İzmirli kulüplerimiz, sürdürülebilir başarının temelinde insan yetiştirmek olduğunu biliyorlar. Bugün yurt dışında gururumuz olan pek çok futbolcu, bu sistemin yetiştirdiği çocuklar… Meselenin İzmir’i ilgilendiren bir başka veçhesi daha var… // SPOR TURİZMİ FIRSATI Türkiye’de İstanbul ve Antalya, spor turizmi pastasından yüzde 70 pay alıyor. Bu alanda diğer iller Aydın, Muğla, Nevşehir ve Mersin olarak öne çıkıyor. Futbol, basketbol, voleybol gibi takım sporları; berberinde çok büyük bir ekonomik aktiviteyi peşinden sürüklüyor. Bir profesyonel takım, sadece lig bünyesinde bir sezonda kendi sahasında 14 ilâ 20 müsabaka yapıyor. Bu da yıl içinde 400 ilâ 600 yatak konaklama anlamına geliyor. Özel turnuva, resmi kupa turnuvaları ve Avrupa kupası müsabakaları ile bu yatak sayısı sezon boyunca bin yatak sayısına kadar ulaşabiliyor. Bu takımların seyahatlerinde sporcuların yanı sıra, teknik ekip, kulüp yöneticileri, taraftarlar, basın mensupları ve hatta sporcuların aileleri de yer alıyor. // YILDA 300 GÜN GÜNEŞ İzmir yılda ortalama 300 gün güneş gören iklimi, spora değer veren toplum hassasiyeti, termal kaynakları ve spor tesisleri altyapısı ile bu talebi rahatlıkla karşılayabilecek potansiyele sahip. 2005 yılında Universiade oyunları için yapılan, daha sonra bakımsızlıktan çürümeye terk edilen tesislerin, yeniden spor turizminin hizmetine sunulması gerekiyor. Ve spor demek, elbette tesis anlamına geliyor. İnşaat sektörüne ciddi bir ivme kazandıran spor yatırımları, önemli bir istihdam artışı anlamına geliyor. Sportif başarı; mevcut takımların sayısının artması, eski tesislerin yenilenmesi; kamp merkezleri, oteller, antrenman tesisleri ve dinlenme tesisleri inşaatı anlamına geliyor. Tüm bu veriler ışığında İzmir’in, dünyanın önemli ve markalaşan spor turizmi merkezlerinden biri olmasının önünde hiçbir engel bulunmadığı görülüyor. Yeter ki konunun tüm paydaşları bu ortak hedefe kilitlensin…  

KUSURA BAKMA MUSAB KARDEŞ, SENDEN ALACAK GAZETECİLİK DERSİMİZ OLAMAZ…

Sedat Peker videolarının siyasi gündemi sarsmaya başlamasıyla, AKP iktidarında tam 25 gün süren suskunluk dönemi yaşandı. Her konuda görüş beyan eden parti yöneticileri bile, Sayın Cumhurbaşkanı topa girmeden saha kenarında ısınmayı sürdürdüler. Bu sessizlik döneminde Anadolu Ajansı Ankara Muhabiri Musab Turan, Sanayi Bakanı Mustafa Varank ve Tarım Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin olduğu basın toplantısında soru mu yorum mu olduğu belli olmayan ilginç bir konuşması ile gündeme geldi. // “İLK DEFA” GAZETECİLİK Turan’ın sorusu şuydu: “19 yıllık bir toplum hareketi olarak başlayan milletin teveccühünü kazanan AK Parti, ismi şaibelerle anılan Süleyman Soylu'dan daha mı küçük? Üç buçuk yaşında oğlumun yüzüne bakarken maskeli balodan dolayı ben utanıyorum. Sizin çocuklarınız yok mu?” Bu garip soru-yorumun ardından, tahmin edeceğimiz gibi birkaç saat içinde görevine son verildi, Basın Kartı elinden alındı, refüze edildi. Sosyal medya hesabından yaptığı yayında ise babasının AKP’nin kurucularından bahisle, “Şucu bucu değilim ben. Kısır döngülerden yorulan, ülkede gelecek göremeyen gençlerin hislerine tercüman olmak pahasına, belki de hayatımda ilk defa gazetecilik yaptım. Soruları sorduğum için asla pişman değilim” açıklamasını yaptı. Musab Turan’ın ekmeği ile oynanmasını eleştirmekle birlikte, kendisinin gazetecilik dersi verecek en son arkadaşımız olduğunu hatırlatmam gerek. Sorusuna “19 yıllık bir toplum hareketi olarak başlayan milletin teveccühünü kazanan AK Parti” cümlesiyle başlayan, iktidar partisine böylesine angaje olmayı içinde sindirebilen bir gazetecilik yapılamayacağını Turan’ın bilmesi gerekiyor. // SADECE GÜLDÜRÜYOR Elbette her gazetecinin, hepimizin bir siyasi düşüncesi; oy verdiği, icraatlarını beğendiği / benimsediği bir siyasi parti olabilir. Ancak bir gazetecinin basın toplantısında sorduğu soruya bu angajmanı dışa vurarak, siyasi tercihinin üzerine basarak başlaması, Türkiye’de son yıllarda maalesef alıştığımız saçma sapan bir tavra işaret ediyor. İşten atıldıktan sonra ise “Belki de hayatımda ilk defa gazetecilik yaptım. Soruları sorduğum için asla pişman değilim” demesi, insanı sadece güldürüyor. Bu cümledeki “belki de” vurgusu zaten meseleyi özetliyor. Musab kardeşimizin kafa yorması gereken nokta başka… Daha sorusuna başlarken, kendisini dinleyenler “Birkaç saat sonra işinden şutlanır” düşüncesine kapılıyorsa, övgü dizdiği iktidar partisinin basın özgürlüğüne bakışında sorun var demektir. Pekâlâ böylesine saçma bir soru soran bir gazeteci işinden atılmalı mıdır? Elbette hayır… O gazetecinin, “Ben bu mesleği yapmayı beceremiyorum. İyisi mi AKP’ye kaydolayım, övgü manzumelerimi partimin içinde sıralayayım” demesi; ona mesleki eleştiri getirenlerin ise gazeteciler cemiyetleri ve meslektaşları olması gerekir. Benzer bir olayın, demokrasisi gelişmiş bir ülkede olduğunu düşünemeyiz bile. // KARA MİZAHIN İKRARI Ezcümle Musab kardeş… Daha soruya başlarken övgü düzdüğün siyasal dönemde, hava gibi su gibi ihtiyaç duyduğumuz basın özgürlüğünün ne hallere düştüğünün en yakın tanığı sensin. Sorduğun soru ile “hayatında ilk kez gazetecilik yaptığını” söylemen bile düştüğümüz kara mizah durumu anlatıyor. Demek bugüne kadar “gazetecilik yapmamaktan” rahatsızlık duymadığın anlaşılıyor. Seni üzmek istemem ama bu durumun baş sorumlularının kim olduğunu bildiğin (ya da bilmen gerektiği halde) Türkiye’ye gazetecilik dersi vermeye kalkman biraz ayıp oluyor. Yapma bunu…  

HAFTANIN SÖZÜ

Hürriyet ve İstiklal benim karakterimdir. Bence bir millette şerefin, namusun, haysiyetin, insanlığın var ve kalıcı olması; mutlaka ve mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olması ile mümkündür. Mustafa Kemal Atatürk