Türk çocuk tiyatrosunun doğumunda Rus ebe

Türk çocuk tiyatrosunun doğumunda Rus ebe Sıkıntıdan patlamak üzere olduğumuz bu salgın günlerinde; yaşamak için zorunlu olarak çalışmaya gidenler dışında, eğlence ve kafa çekme var deyince bulutlara merdiven dayamaya koşan ahlâk yapısı bozuk sorumsuzlar hariç, topluma karışma ihtiyacına duyduğumuz hasreti, evinde yararlı işler yaparak geçirmeye çalışanlardan biri olarak, size Türkiye’de çocuk tiyatrosunun kuruluş günlerini anlatmak istiyorum bugün. Neden mi? Bugün dört işlemi yapamayan liseli çocukları gördüğüm zaman duyduğum utançtan, bu utancın bir nedeni olduğunu bildiğimden… O çocuklar bizim çocuklarımız olduğundan! Neden mi? Başkalarının sırtından geçinen asalakların, utanmazca ortalıkta dolaşıp, -o da- sosyal medya denen uyutmaca üzerinden ona buna caka satmasından, sırtımızdaki yük yetmezmiş gibi işimizi daha da zorlaştırdıklarının bile bilincinde olmadıklarından; bir halta yaramadıkları halde, kendini sülün gibi renkli bir kuş sanmalarından… Tiksindirici cehaletlerinin öğretmenliğinde yalancı muhalefetleriyle kendilerini sosyal insan sanmalarından… Her şeyi unutmalarından! Eğitim hakkı elinden alınan çocukların düş kurma becerisini kaybettiklerini gören gözlerimi kör etme isteğimden… Dahasına gerek var mı? Peki, neden çocuk tiyatrosu? Onu da anlattıklarımı okuyunca kendiniz yargılayın. Türkiye tarihi gururlarla doludur. Bu gururlardan biri de, ulusal tiyatromuzun kuruluş günlerindeki çalışkan ve sorumlu insanların, karşılarına dikilen saçmasapan durumlara ve engellemelere karşı takındıkları göz yaşartıcı mücadele hikâyelerinde karşımıza çıkar. Muhsin Ertuğrul’un, Küçük Kemal’in, Galip Arcan’ın, Refik Ahmet’in, Sabahattin Eyüboğlu’nun, Münir Hayri Egeli’nin, Neyyire Neyir’in ve diğerlerinin hikâyelerinde… Bu büyük insanların yolu hep çocuk tiyatrosuna uğramıştır. Aslında çocuk tiyatrosunun yarının kaliteli insanını yaratmadaki gücü, taa 1915 yılında fark edilmiş ancak Osmanlı Devleti savaş içinde olduğu için bu şahane girişim kaybolup gitmiştir tarihin içinde. 1915 yılında, Maarif-i Umumiye Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı), tedrisat-ı iptidaiye (İlkokul eğitimi) planlaması içine “Mektep Temsillerinin Usul-i Tedrisi” (Okul Tiyatrolarını Eğitimde Kullanma Yöntemleri) adıyla bir ders koyar. Bu şu demektir: okullarda tiyatro zorunlu derslerden biri olacaktır artık. Bu heyecan verici yönetmelik iki bölümden oluşmaktadır: Temsillerin Talim ve Terbiye ile Münasebetleri ve Temsillerin Usul-i Tedrisi!Temsil Tarihi namı ile tedrisatı iptidaiye programına ithal edilen dersten maksat, vakayi-i tarihiye ve ahlâkiyenin, efkârı edebiye ve vataniyenin çocuklarına taklit ve teşhis ettirilmesidir. Şu takdirde “Temsil” dersi, bir terbiye-i tarihiye ve edebiye dersi demektir (…) Bu dersin her yaşta çocukların seviye-i bedeniye, fikriye ve ahlâkiyelerine mühim bir tesiri olduğu kabul edilerek, terbiye-i resmiyemizde buna resmen mevki tahsis edilmiştir.” Konu hakkında önemli çalışmaları olan Tekin Özertem; çocuklar bir araya geldiklerinde ve yer de uygunsa hemen bir oyun kurdukları, bu oyunların çocuklarda haz ve neşe yarattığı temelinden hareket alan yönetmeliği açıklarken şöyle diyor: Temsillerin Talim ve Terbiye ile Münasebeti” başlığını taşıyan birinci bölümde, tarihi ve ahlâki olayların dünya edebiyatı ile ulusal edebiyatın çocuklara tiyatro yolu ile kolaylıkla öğretilebileceği savunulmuş, günlük oyunlardan örnekler verilmiş, tiyatronun zaten çocuğun yapısında varolduğu belirtilmiştir. Yönetmeliğin “Temsillerin Usul-i Tedrisi” başlıklı ikinci bölümünde de, tiyatro çalışmalarının öğretmenlerin denetiminde, çocuklar tarafından gerçekleştirilmesi, gerekli dekor ve aksesuarların ön araştırmalar yapıldıktan sonra resim ve el-işi derslerinde, yine çocuklar tarafından yapılması öngörülmüştür.” (Çocuk Tiyatrosu, Tekin Özertem, T.C. Kültür Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü Yayınları, Yayın No: 3, 1979, Ankara, s. 22) Bugüne kadar eğitim tarihimizde bir daha hiçbir zaman gündeme gelmeyen, içimizi coşturan bu ses, ne yazık ki uygulanamadan, savaş tamtamlarının sesi arasında yok olup gitmiştir. Sonra, büyük bir gürültüyle yıkılan Osmanlı’nın yerine yeni bir devlet kurulur: Türkiye Cumhuriyeti. Yeni devletin resmi ideolojisindeki kültür politikası, bugünden baktığımız da bile göz kamaştırıcıdır. Şimdi isterseniz hem o günleri analım, hem de nüfusun % 86’sının okuma yazma bilmediği o zor günlerde kültür politikasının, özellikle de anlatmaya çabaladığım çocuk tiyatrosunun nasıl bir süreçten geçtiğine bakalım. Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü 1920’li yılların başında, batılı emperyalist güçlere karşı mücadele veren tek ülke biz değildik. Batının desteklediği Çarlık Rusyası’nda 1917 yılının Ekim ayında bir Bolşevik devrimi gerçekleşmiş; Sovyetler Birliği adıyla kurulan yeni devlet, dünyanın ilk komünist sistemiyle emperyalizme karşı mücadele eden, kurtuluş savaşları veren diğer devletler için bir umut olmuştur. Bu yeni devlet, bizim özgürlük mücadelemizde de tek yardım aldığımız devlettir. Sovyetlerden aldığımız yardımlar, sıcak savaşın sürdüğü günlerde her ne kadar askeri ve ekonomik yardımlar olsa da; zaferden sonra ilişki sürdürülmüş, bu kez; iki yeni devlet arasında, Sovyet devletinin lideri Lenin’in “Devrimci hareketin üçüncü cephesi” dediği kültürel işbirlikleri kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü 16 Mart 1921 tarihinde, Sovyetler Birliği’yle “Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması” imzalayan Türkiye; devletini kurduktan sonra, 17 Aralık 1925 günü de Sovyet devletiyle “Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması” imzalamıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, komşusunun yaptıklarını dikkatle inceleyip, devlet mekanizması ve ulusal özelliklerini kendisinin belirlediği yepyeni bir ülke kurarken, kurduğu devlet ideolojisini yaygınlaştırmak için, -aynı Sovyetlerin yaptığı gibi- kültür ve sanatı kullanma yolunu tutmuştur. Sovyetler Birliği, kültürel işbirliklerini desteklerken; kendi içinde kalmamak, uluslararası alanda da etkin olmak düşüncesiyle, kısaca VOKS adıyla bilinen bir oluşum gerçekleştirir. 8 Ağustos 1925’de! Devlet destekli bu örgütlenme aracı; Sovyet Bilimler Akademisi, Sovyet Şarkiyatçılar Birliği, Güzel Sanatlar Akademisi, Eğitim ve Sağlık Bakanlıkları, Devlet Kitapçılar Birliği ve daha birçok resmi kurumun biraraya gelmesiyle oluşmuştur. Bu yapı, on alt başlık altında hizmet verir. Edebiyat, sinema, müzik, sergi, kitap değişimi, bilimsel alışveriş gibi birçok alt başlıktan biri de tiyatrodur. (Meraklısına Not: Devlet tarafından yönetilen VOKS’un ilk başkanı, Leo Troçki’nin kız kardeşi Olga Kameneva’dır.) VOKS ya da tam adıyla söylersek “Vsesoiuznoe Obshchestvo Kul’turnoi Sviazi s Zagranitsei” (Yurtdışıyla Kültürel İlişkiler Oluşumu) dünyanın birçok yerindeki entelektüelleri, bilim ve sanat üreticilerini biraraya getirmek amacı gütmektedir. Örneğin Madam Curie, Sir Bernard Shaw, Albert Einstein gibi dünya çapında isimler birliğin üyesi olurken; ülkemizde de, 28 sanat ve bilim insanının VOKS üyesi olduğunu yazar kaynaklar. Bunların en tanınmışlarından biri Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bir diğeri de Türk tiyatrosunun babası kabul edilen Muhsin Ertuğrul’dur. Muhsin Ertuğrul’un Sovyetler Birliği’ne ilk gidişi, dönemin Sovyet Eğitim Bakanı Lunaçarski’nin davetiyle olur. 1925 yılında! Bu ziyaret sırasında, Nemiroviç-Dançenko ile birlikte bir dönemi kapatıp başka bir dönem açan Konstantin Sergeyevic Alekseyev Stanislavski, devrimin sanat komutanı Vsevolod Emilyeviç Meyerhold gibi tiyatro adamlarıyla tanışan Muhsin Ertuğrul’un tiyatroya bakışı kökünden etkilenir. Bu tanışma işinde o dönem Moskova’da olan Nâzım Hikmet’in de etkisi olduğunu bugün herkes bilir. (Meraklısına Not: Muhsin Ertuğrul, kurulacak olan ulusal tiyatromuza yön vermesi için Türkiye’ye getirmek için büyük çaba harcadığı Rus tiyatro adamı Konstantin Stanislavski’le tanışmasını şöyle anlatır anılarında: “Stanislavski dünya tiyatrosunda bir eşi daha olmayan bir mabuttur ve ben o gün Allah’la konuşan Musa kadar bahtiyar bir adamdım.”) 1927 yılının sonunda ülkeye dönen Muhsin Ertuğrul, Darülbedayi’nin başına getirilir. Çok etkilendiği Sovyet edebiyatına dair eserleri de sahnelemeye başlayan Muhsin Ertuğrul, Türk tiyatrosunu, Shakespeare, İbsen, Strindberg gibi evrensel yazarların eserleriyle güçlendirmeye çalışırken; zaman içinde, diğer ülke yazarları göze görünmeyecek, sadece Rus yazarların eserlerini sahnelediği için “Rus Ajanı” ya da komünizm propagandası yapmakla suçlanacaktır. Anlatırız… İki ülke arasındaki kültürel işbirliği ve VOKS öncülüğünde gerçekleştirilen etkinlikler o boyuta gelir ki; dünyaca tanınmış Rus yazar Maksim Gorki, 15 Mayıs 1933 günü, suikastle öldürülmüş olan ünlü Fransız komünist lider Jean Jaures’nin adını taşıyan gemiyle İstanbul’a gelir. Ünlü yazara dönemin önemli yöneticilerinden hoş geldine gitmeyen kalmaz. İstanbul Valisi adına Vali Yardımcısı Ali Rıza Bey, Rus Konsolosu Suriç, Halk Fırkası Reisi Cevdet Kerim Bey, Halkevi Reisi Hamit Bey, Eğitim Müdürü Haydar Bey, gazete temsilcileri, diğerleri… Gorki adına bir akşam yemeği düzenlenir. O gecede hastalığından ötürü Türkiye programını kısa tutacağını açıklayan Gorki önemli bir konuşma yapar. Maksim Gorki bu hasbıhaller esnasında Türk edebiyatile ve bilhassa sahne edebiyatımızla çok yakından alâkadar olmuş, sahne hayatı ve san’atkârlarımız hakkında malûmat istemiş, ne gibi tiyatro eserleri temsil edildiğini sormuştur (…) Maksim Gorki Türkiye ile Rusya arasındaki büyük dostluğa, iki memleketin inkılâplarındaki benzeyişlere işaret ederek demiştir ki: “Her iki devletin eski idarelerinin tazyiki yüzünden her sahada inkişaf edemeyen fıtrî kabiliyet ve zekâlarının, inkilâbın temin ettiği iyi şartlar içinde inkişaf ettiğini görmekle çok haz ve sevinç duyuyorum.” Ben Türkiye’yi ve Türkleri çok severim. Esasen gençliğimde Rusya’daki Kazak ve Kırım Türkleri arasında uzun zaman bulundum. Bu yakın temaslar bende Türklüğe karşı derin sevgiler uyandırdı.” (Cumhuriyet gazetesi, 16 Mayıs 1933, Gazete yayın no: 3240) Çok geçmez, bir yıl sonra, 1934 yılında Sovyetler Birliği’nde uluslararası bir edebiyat kongresi düzenlenir. Toplantının açılış konuşmasını yapan yazar Maksim Gorki’dir. Üstelik kongrenin teması bizi de çok yakından ilgilendirmektedir: Türk Edebiyatı! Bu kongrenin ayrıntılarına baktığımızda, çocuk ve tiyatro temasının ana temalar olduğu dikkatimizi çeker. Ruslar, neredeyse sanatı bu noktalardan başlatmaktadır. Dönem gazetelerinden birinde yapılan haberin ayrıntıları arasında ilginç notlar vardır:Moskova’da dünyanın bütün maruf muharrir ve şairlerinin iştirakile yakında toplanacak olan edebiyat kongresinde, Rusya’daki Türklerin edebiyatı mevzuu bahsolunacaktır. Kongrenin programı şudur: Birinci günü meşhur romancı Maksim Gorki, Sovyet edebiyatı hakkında bir konferans verecektir. Bunu tanınmış muharrirlerden Marşak’ın çocuk edebiyatına dair raporu takip edecektir (…) Bundan sonra muharrir A. Tolstoy, Kirpotin, Kirşon, Pogodin, Rusya’da dram edebiyatı mevzuu üzerinde söz söyleyeceklerdir (…) Ecnebiler kongreye müşahit olarak iştirak edeceklerdir. Bu meyanda memleketimizi Yakup Kadri ve Falih Rıfkı Beyler temsil edeceklerdir.” (Cumhuriyet gazetesi, 23 Haziran 1934, Gazete yayın no: 3638) VOKS’un ön ayak olduğu kültür işbirlikleri bu kadar da değildir. 1933 yılının Temmuz ayında, başında Cumhuriyet Halk Fırkası İstanbul Başkanı Cevdet Kerim Bey’in bulunduğu bir spor heyeti, Sovyetler Birliği’ne resmi bir ziyarette bulunmuş; spor, beden eğitimi ve alt yapı konularında incelemeler yapan heyet, Sovyet Beden Eğitimi Akademilerinde Türk öğrenciler için çeşitli burs olanakları elde ederek Türkiye’ye dönmüştür. Konserler, sergiler karşılıklı gider gelir iki ülke arasında. Yeri gelirse onlardan da söz ederiz ama biz konuyu fazla dağıtmadan; Türk tiyatrosu tarihinde çocuk tiyatrosunun kuruluşunu tetikleyen Moskova İkinci Tiyatro Festivali ve orada bulunan Muhsin Ertuğrul’un heybesine doldurup getirdiği yeni fikirlere bir göz atalım. Araştırmacıların hepsi aynı fikirdedir: Tiyatro tarihimizdeki ilk çocuk oyunu, M. Kemal Küçük’ün yazmış olduğu “İlk Tiyatro Dersi”, 1935 yılının Ekim ayında seyirci karşısına çıkmıştır. Muhsin Ertuğrul’un Sovyetler Birliği’nde yapılan İkinci Uluslararası Tiyatro Festivali’nden döndükten sonra yani… Henüz emekleme çağındaki Türk tiyatrosunun çalışkan karıncası Muhsin Hoca bir festivale katılır ve ardından ulusal çocuk tiyatromuzun kurulmasına bilinçli bir yönelimle hız verilir. Nasıl yani? Moskova’da yapılan İkinci Uluslararası Tiyatro Festivali’ne, Sovyetler Birliği’nin davetlisi olarak katılır Muhsin Ertuğrul. Hocanın ‘Tiyatro Bayramı’ demeyi tercih ettiği festival, 1-10 Eylül 1934 tarihlerinde gerçekleştirilir. Muhsin Ertuğrul, 15 Eylül 1934 günü kalbinde heyecan, aklında bin bir yeni proje ve fikirle döner Rusya’dan. Hoca izlediği oyun ya da oyunlarda kullanılan tekniklerden o kadar etkilenmiştir ki, döndüğü gün gazetecilere festivalden sonraki görüşlerini açıklarken çok iddialı sözlerle anlatır Rusya izlenimlerini. Dönemin birçok gazetesinde yayımlansa da, daha doyurucu bilgiler içerdiği için biz yazımızda; konuyla ilgili olarak Yekta Ragıp’ın Muhsin Ertuğrul’la yaptığı ve 16 Eylül 1934 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan söyleşisi ve aynı tarihli Akşam gazetesinde imzasız olarak yayımlanan bir haberden bölümler aktarmakla yetinmek istiyoruz. Sovyet Rusya’daki tiyatro şenliklerinde bulunmak üzere Ağustos sonlarında Moskova’ya giden Şehir Tiyatrosu Rejisörü Ertuğrul Muhsin Bey dün sabah Çiçerin vapuru ile şehrimize dönmüştür” diye başlayan Vakit gazetesinin haberinde son derece ilginç ayrıntılar vardır. Örneğin 10 günlük festival kapsamının bir gecesi çocuk tiyatrosuna ayrılmış; her ne kadar oyun adı verilmemiş olsa bile , Muhsin Ertuğrul’un “yüksek sanat eseri” dediği bu çocuk oyunundan etkilendiği açıktır. Bu konuda kuvvetli fikirlerimiz var ancak önce söyleşinin önemli bölümlerine bir göz atalım dilerseniz:
  • Safa geldiniz üstat. Sovyet Rusya’da ne var ne yok?
  • Sovyet Rusya’da fevkalâde şeyler gördüm. Sovyetlerin tiyatro tekâmülü karşısında hayretler içinde kaldım (…) Sovyet Rusya’daki tiyatro festivallerinde bulunmak üzere davet edilmiştim. Ağustos sonlarında gittim. Festivaller Eylülün birinde başladı ve onuna kadar sürdü. Festivaller geçen seneden beridir yapılmağa başlanmıştır. Birçok memleketlerin tiyatro adamları, sanatkârları da benim gibi festivallere davet edilmişti. Festivallerden maksat, Sovyet Rusya tiyatrolarının tekâmülünü, sanat hamlelerini göstermek, yetişen ve eserleri ibda eden sanatkârları tanıtmaktır. On gece süren festivaller her gece ayrı bir tiyatroda verildi. İlk festival Büyük Opera’da verildi ve “Prens İgor” temsil edildi. İkinci gece Vaktankof Tiyatrosu’nda “İntervençiya”, üçüncü gece yine Büyük Opera’da “Balet”, dördüncü gece Yahudi Milli Tiyatrosu’nda “200.000”, beşinci gece İkinci Sanat Tiyatrosu’nda Şeksper’in “La Dame o Kamelya”sı (???), yedinci gece Küçük Tiyatro’da “Lubdy Yardyaya”, sekizinci gece Kammer’in Tiyatrosu’nda “Optimitiçiski Pragoiya”, dokuzuncu gece çocuk tiyatrosu, onuncu gece Birinci Sanat Tiyatrosu’nda Bomarşenin “Figaronun İzdivacı” eserleri temsil edildi ve bu on yüksek sanat eseri karşısında benim gibi bütün memleketlerden gelenler de Sovyet Rusya’daki tiyatro sanatının yüksekliği karşısında hayran kalmışlardır. Tiyatro san’atı dünyanın hiçbir yerinde Sovyet Rusya’da olduğu kadar ileri gitmemiştir.”
Vakit gazetesinde bunlar yazarken, Akşam gazetesinin haberinde öne çıkan, daha çok çocuk tiyatrosuna dair o güne dek duyulmamış şeylerdir. “… öyle çocuk tiyatroları yapmışlar ki bunların karşısında akıl durur. Dört beş gün mütemadiyen bunlara gittim. Çocukların psikolojisini tetkik ediyorlar. Çocuk hangi eserleri beğeniyor? Bunu araştırıyorlar. Bunun için çocukların ellerine biletler vermişler. Eğer çocuk eseri beğenmişse bilete iki (xx) işareti yapıyor. Beğenmemişse bir nakıs. Az beğenmişse (x). Bu suretle çocuk zevkini, çocuk psikolojisini anlamış oluyorlar. Sonra dahası var. Seyircilere mahsus küçük aletler yapmışlar. Bunları seyircinin boyunlarına geçiriyorlar. Alet heyecanı ölçüyor. Seyrederken seyircinin, çocuğun duyduğu heyecan bu alet tarafından zaptediliyor. Bu suretle mesela bir operette kaç tane yüksek gülüş, kaç tane orta gülüş, kaç küçük gülüş atıldığı anlaşılıyor.” Bunlar da nedir böyle? Hadi seyirci anketini anladık da, seyircilerin boyunlarına takılan aletler de neyin nesi? Bu ‘altı üstü’ çocuk tiyatrosu değil mi? Herkes büyük bir şaşkınlık içindedir. Bunların ne olduğunu, bu şaşkınlığın Muhsin Ertuğrul’u nasıl derinden etkilendiğini, bu etkilenmenin kurulacak ulusal çocuk tiyatrosuna nasıl bir hız kattığını, Hoca’nın Darülbedayi dergisinde “Moskova Notları” başlığıyla, uzun uzun yazdığı gezi notlarından öğreniyoruz.