‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı ilk çocuk oyunumuzun birinci perdesini incelerken, replik akışındaki inandırıcılık konusunda bazı kaygılarımız olduğundan söz ediyorduk. İlgili bölümü sizinle paylaşarak, sizi...

‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı ilk çocuk oyunumuzun birinci perdesini incelerken, replik akışındaki inandırıcılık konusunda bazı kaygılarımız olduğundan söz ediyorduk. İlgili bölümü sizinle paylaşarak, sizin görüşlerinizi de almak isterim: “AYDIN – Anneciğim işte, merak edecek bir şey yok. İşte o yaban adasına gittik, karaya çıktık. CAVİDE – Aman evladım, oraya gidilir mi? O ada tekin değilmiş diyorlar. AYDIN – Anneciğim, sana böyle şeylere inanmak yakışır mı hiç? Cin, peri, cadı diye öyle bir şey yok. Eğer sahiden böyle şeylere inanıyorsan bir daha sefere sana reyimi vermem. İHTİYAR – Hay ömrüne bereket Aydın evladım. Anneni ne olur şu Hayvanları Esirgeme Kurumu Başkanlığı merakından bir vazgeçirsen… AYDIN – O da olmaz baba. Annemin gördüğü iş çok büyük ve hayırlı bir hizmettir. CAVİDE – E adada ne yaptınız onu söyle, merak ediyorum. AYDIN – Hayvanlar bizim ayak gürültümüzü duyunca kaçıştı, uçuştu, saklandı. O iri yarı adam da homurdanarak yerlerde yılan gibi kaydı, bir kovuk içine girdi, kayboldu. İHTİYAR – Aman pek merak ettim, neymiş o öyle? AYDIN – Ben adama benzetir gibi oldum. Arkadaşlarım, “Hayır, adam değil yabani bir hayvandır o” dediler. Fakat ne olursa olsun, gene yaban adasına gideceğim ve onu bulup ortaya çıkaracağım.” Şimdi düşünelim; günümüzde bile hayvan hakları yasası yokken, 1935 yılında, Bayan Cavide’nin ‘Hayvanları Esirgeme Kurumu’ diyerek bir replik kurması sizce nasıl okunmalıdır? Bu; “Cumhuriyet döneminde yaşayan tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyulur” anlamına gelmez de ne anlama gelir ki başka? Ya da ‘Aydın’ın annesine de, babasına da -neredeyse- akıl vermesi inandırıcı mıdır? Bütün dedikleri, ütülü bir pantolon kadar düzgün olan kaç kişi tanıdınız? Aydın kaç yaşındadır, bilen var mı? Bunca donanımı ne zaman, nereden elde etmiştir?... Savlanan görüş o kadar açıktır ki: Cumhuriyet devrimleri ve onu yönetenler, tüm çocuklarını; zeki, çevik, cesur, ahlâk sahibi ve doğrudan yana, adaletli ve bilimin çalışkan araştırmacılığını merkeze koyan bir eğitim anlayışıyla yetiştirir… Var mı itirazı olan? Oyunun birinci perdesini okurken, inanılmaz olan sadece insanların slogan atar gibi konuşmaları değildir. Bir de köpekler vardır sahnede. Türk kimliğini, erdemi, dostluğu ve güç birliğinin önemini sorgulayan köpeklerdir bunlar! Bu üstün köpekleri konuşmazsak olmaz! “MAZLUM – (İçli, gidenlerin arkasından bakarak) Gittiler… Beni gene unuttular. İKİNCİ KÖPEK – Havlayaydın, kendini hatırlataydın onlara… MAZLUM – Yapamam… Yüzüm tutmaz… Dilenemem… İyilik zorla istenmez… Yapılır. İKİNCİ KÖPEK – Görüyorum ki burnun Kaf dağında… MAZLUM – Hayır, burnum büyümedi benim yalnız ince düşünüyorum. Her gördüğüne sokak köpeği deyip geçme dostum. Ben de vaktiyle bir mektep hocasının yanında bahçe bekçiliği ediyordum. Sonra ev yandı, hoca öldü. Ben de böyle sokak ortasında kaldım. Bunadım. Çoluk çocuğun maskarası oldum. Bazen izinsiz fırıncıdan ekmek kaptığım oldu. Fakat karnımın bu düşüncesizliği (ni) sırtım çabucak ödemiştir. İKİNCİ KÖPEK – Aldırış etme… Bu hepimizin başına sık sık gelir. (Kurt köpeği villanın parmaklıkları arkasından görünür) KURT KÖPEĞİ – (Gururla) Hav… Hav… MAZLUM – (Gülümseyerek) Şunun çalımına bak! İKİNCİ KÖPEK – Bize pek yüksekten bakıyor. KURT KÖPEĞİ – (Daha yüksek) Hav… Hav…Hav… Hav… MAZLUM – Ne cakacı, kendisini bir şey sanıyor. İKİNCİ KÖPEK – Bu bir kurt köpeği. MAZLUM – Evet, köpekleşmiş bir kurt! KURT KÖPEĞİ – Biraz daha öteye gidin! Ben anlıyorum, çalacak bir şey arıyorsunuz. İKİNCİ KÖPEK – Biz hırsız değiliz. KURT KÖPEĞİ – Ben o yanındaki kuyruğu güdük maskarayı bilirim. MAZLUM – Maskara da sensin, hırsız da sensin. KURT KÖPEĞİ – Ne o, kafa mı tutuyorsun? Bir atlarsam görürsün. İKİNCİ KÖPEK – (Külhanbeyi gibi) Hahahay… Güleyim, atlayacakmış. KURT KÖPEĞİ – Şimdi görürsünüz siz (Havlayarak) Bob, Kont, Prens, Coni… Hav hav… MAZLUM – Ne o, arkadaşlarını mı çağırıyorsun? İKİNCİ KÖPEK – Tabansıza bak, yardım istiyor. (Dışarıdan muhtelif köpek sesleri duyulur) BİRİNCİ SES – Hav hav, ben gelemem bağlıyım. İKİNCİ SES – Hav hav, ava gidiyorum gelemem. ÜÇÜNCÜ SES – Hav hav, beni bırakmıyorlar, hav hav… DÖRDÜNCÜ SES – Hav hav, ayağıma diken battı, gelemem. KURT KÖPEĞİ – (Bozulmuştur) Hav hav… İKİNCİ KÖPEK – Bozuldun mu arslanım… Şimdi bir de biz çağıralım, gör… (Havlayarak) Hav hav hav… Kulaksız, Topaç, Arap, Fındık, Paytak… Hav hav hav… (Birden bu çağrılan köpeklerle sahne dolar. Hepsi havlar. Ne var, ne oluyor sesleri…) KÖPEKLER – Ne oluyor, ne bu hav hav                        Görünürde yoktur bir av                        Uluyalım, havlayalım                        İşi söyle anlayalım. MAZLUM – Şu arkadaş caka sattı,                      Her bir sözü kalbe battı. KÖPEKLER – Kim oluyor bu ukâla?                       Ya salaktır ya budala!                        Hey bize bak… Hırr…Hırr… Hırr… Hırr…                        Hadi bas git, çıkarma hır! KURT KÖPEĞİ - Hır…Hır… Hır… Hır…Hır… Hır… Hır… Hırrr… KÖPEKLER – Hır…Hır… Hır… Hır…Hır… Hır… Hır… Hırrr… (Kurt Köpeği geri geri kaçar.) KÖPEKLER – Ha ha hay! Kaçtı bakın,                        Dokunmayın ona sakın!                        O tek kaldı, zayıf demek,                        Ayıp olur onu ezmek!” Oyunun köpekler bölümü, bence üstünde önemle durulması gereken bir bölümdür. Neden? Bu bölümden bazı replikleri seçerek, alt alta yazdığımızda bunun nedenini daha iyi anlayabiliriz belki.
  • “Dilenemem.. İyilik zorla istenmez… Yapılır!” (Sizce de bir çeşit devlet öğretisi değil midir bu?)
  • “Burnum büyümedi benim yalnız ince düşünüyorum. Her gördüğüne sokak köpeği deyip geçme!” (‘Yedi düvelin’ küçümsediği Anadolu Kurtuluş Savaşı’nın önemine gönderme gibi geldi bana, bilmem ki katılır mısınız bana?)
  • “Bu bir kurt köpeği... Evet, köpekleşmiş bir kurt!” (Bence kurt bağımsızlığın, köpek de boyun eğmenin temsilcileridir yazara göre. Türk tarihi için kurtun önemini hatırladığımızda, bu replik kurulumu, özgür ve onurlu bir kurt güzellemesine dönüşmez mi bu durumda? Ergenekon Destanı’nda Türk boyuna rehberlik yaparak, Türkleri sıkıştıkları dağların arasından Börteçine adlı bir kurt çıkarmamış mıydı?)
  • “Bob, Kont, Prens, Coni…” (Kurt Köpeği’nin yardıma çağırdığı arkadaşlarının adıdır bunlar. Ancak bin bir bahaneyle hiçbiri bu yardım çağrısına katılmazlar. Bu bahanelerden iki tanesi; “ben gelemem bağlıyım” ve “beni bırakmıyorlar” açık açık propaganda iken; hiçbirinin Türk adı taşımaması da üstünde düşünülmesi gereken başka bir konudur. Ben bunu şöyle okuyorum: Yazar, bu adlar üzerinden, ulusal değerlerimizi küçümseyenleri ya da bunları yok sayarak Batıya özenenleri eleştirmektedir. Onları, siyasi bir terim olan oportünizmle suçlayarak, yerin dibine sokmaktadır neredeyse. Bunun karşısında ‘2. Sokak Köpeği’nin çağırdığı arkadaşlarının adlarına baktığımızda; yoksul, göz kamaştırmayan ama “bize ait” adlar kullanıldığını görürüz: “Kulaksız, Topaç, Arap, Fındık, Paytak!” Bize ait, bizden!)
  • Oyunda, çok da hoş karşılanmayacak bir sesin kullanıldığını da görürüz; küfür içerikli bir repliğin: “Kim oluyor bu ukâla? / Ya salaktır ya budala!”… Bununla ilgili siz ne düşünürsünüz bilmem ama ben yazarın eski-yeni çatışmasında kimden yana olduğunu çok “samimi” bir dille ortaya koyduğuna inanıyorum. Handiyse; eskiye karşı ‘içindeki öfke duygularından ötürü’ böyle küfürlü bir replik yazdığını! Ama yine de gözden kaçırmayalım ki; arkadaşlarının kötü gününde yaptığı yardım çağrısına koşarak gelen ve siyasi karşılığı ‘örgütlenen kuvvet yenilmez’ olan sokak köpeklerinin bir araya gelmesi, karşılarında yalnız bırakılmış, güçsüz birini ezmeyerek de bir erdem öğretisine dönüşmektedir.
Sahnedeki; çocuk tiyatrosuna ait bir köpekler tablosu değil, sanki bir perdede Cumhuriyet öğretisidir! Oyunun neredeyse yarısına geldiğimiz bu noktada birinci perde biter. Bazı teknik ve plastik ögeler göz ardı edilmemek kaydıyla; şöyle kaba bir hesaplama vardır bizim işte. Oyunun her bir sayfasının, özel bir plastik uygulama içermiyorsa, 4 dakika civarında süreceği varsayılır. Bu mantıkla baktığımızda; üç perdelik oyunun ilk perdesi kapandığında, elimizdeki 17,5 sayfalık metnin ilk 7 sayfasının bittiğini görürüz. Bu da 30-35 dakika civarında bir süreye denk gelir kabaca. Ancak bu saptamanın doğruluğundan hiçbir zaman emin olamayız. Çünkü; arada Dadılar ve İzciler’in şarkıları, iki kez danslı sahne geçişi, prolog bölümünde Tiyatro Hocası’nın çocuklarla konuşması ve köpeklerin şarkıları gibi, ne kadar sürdüğünü kestiremediğimiz bölümler vardır. Uzun lafın kısası; ilk çocuk oyunumuzun ne kadar sürdüğünü bile bilmiyoruz. Sanki bin sene öncesinden söz ediyoruz, şu hale bak! Sonra da domuz gibi söyleniyoruz; çocuklar neden kendi tarihini bile bilmiyor! Keşke arşiv yeteneği yüksek bir ülke olsaydık! Yazık ediyoruz çocuklarımıza! Ahhh, içimden geçenleri anlatamıyorum ki! İyi değil ama! Oyunun birinci perdesinin bitimine ait nitelikli tek belgeye, Hikmet Feridun Bey’in Akşam gazetesinde yayımlanmış olan yazısında rastlarız. Her ne kadar bu bilgi-belge; doğrudan oyunun sahne üstüyle ilgili olmayıp, verilen kısa ara sırasında salonda neler konuşulduğunu anlatsa da, o günlerin iklimini anlamamız adına çok önemlidir bence. “Birinci perde bitti. Bu sırada iki ilk mektep başmuallimi yanıma geldiler. Mektepleri İstanbul’da Edirnekapı’da imiş. İstanbul çocuklarının çoğu da bu tiyatroya gelmek için can atıyorlarmış. Fakat Tepebaşı’na gelebilmek için iki tramvay değiştirmek lâzım. Dönüşte de iki tramvay… Bir çocuk bütçesi için müthiş bir masraf… Acaba tramvay şirketi Cumartesi ve Pazar günleri muallimleriyle beraber tiyatroya gitmek isteyen çocuklardan talebe ücreti alamaz mı? Böyle bir şey olsa İstanbul tarafındaki çocuklar da bu çocuk tiyatrosundan pekalâ istifade ederlerdi. Onların da çocuk olduklarını unutmayalım.” (Hikmet Feridun, “Çocuk Tiyatrosunda Gördüklerim” başlıklı yazısından alıntı, Akşam gazetesi, 19 Ekim 1935 Cumartesi, Gazete yayın no: 6108, s. 7) Belge demişken; yazımın omurgasının gerçek belgelere dayanmasını önemsiyorum. Bu yüzden böyle bir çalışma yapmak, hırçın diye tanımladıkları benim gibi biri için çok yorucu olsa da; konu hakkında benden önce kim ne demiş, kim ne yazmış bilmek isterim. Çocuk tiyatrosu konusunda gerek akademisyen olarak dersler veren ve gerekse çocuk tiyatrosu konusunda yazdığı birçok kitabıyla Türk tiyatrosunun gelişimi için büyük emek harcayan Sayın Doç. Dr. Nihal Kuyumcu'nun, sözünü ettiğimiz ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı incelemesinde kafamı karıştıran, anlamlandıramadığım bir tümce gördüm: “1935 yılında sergilenen bu oyun ile ilgili İstanbul Belediyesi Şehr Tiyatroları (İBŞT) kütüphanesinden alınan metnin bir kopyası dışında elimizde hiçbir belge, fotoğraf, eleştiri ya da tanıtım yazısı yoktur.” (“Zehra İpşiroğlu’na Armağan - Tiyatroyla Düşünmek”, (Çok Yazarlı Ortak Kitap), Habitus Yayıncılık, 2016, İstanbul, Birinci Baskı, s. 322) Çocuk tiyatrosu konusunda otorite isimler arasında gösterilen Sayın Kuyumcu Hoca, bu iddialı tümceyi neden kurmuş bilmiyorum ama bu tümcede söylediği şeyler doğru değildir. Tiyatro tarihimizin ilk çocuk oyunu olan ‘ İlk Tiyatro Dersi’ oyunuyla ilgili birçok gazete haberi, oyun için yazılan birkaç eleştiri belge olarak elimizde olduğu gibi; oyuna ait 4 kare fotoğrafa da sahibiz bugün. Hatta, dosyamızın daha sonraki bölümlerinde anlatacağımız gibi; oyunla ilgili Hikmet Feridun’un yaptığı bazı saptamalar ve eleştiriler, Ahmet Refik Sevengil’i kızdırmış; iki kalem, Akşam ve Kurun gazetelerindeki sütunları üzerinden kapışmaya tutuşmuş, Selami İzzet Kayacan da sonradan bu kavgaya karışmıştır.