Hikmet Feridun Bey’in yazdığı bir yazı yüzünden, önce Refik Ahmet Sevengil, ardından da Selâmi İzzet Kayacan çocuk tiyatrosu üzerinden bir tartışmaya girmiş; konu basının ilgisini çekmiş, basın çocuk...

Hikmet Feridun Bey’in yazdığı bir yazı yüzünden, önce Refik Ahmet Sevengil, ardından da Selâmi İzzet Kayacan çocuk tiyatrosu üzerinden bir tartışmaya girmiş; konu basının ilgisini çekmiş, basın çocuk tiyatrosu konusunu işleyince, doğal olarak halk da konuyla ilgilenmeye başlamıştır. Bu tartışmaların ateşi henüz soğumadan, 29 Ekim 1935 tarihli Son Posta gazetesinde, dönemin ünlü kalemlerinden biri daha çocuk tiyatrosu üzerine bir yazı yazar. Çok sitemkâr bir yazıdır bu: “Çocuk tiyatrosunun çok eski bir tarihi yoktur. Çocuğun kıymeti bütün dünyada bilinmeye başlandığı zaman çocuk için de bir tiyatronun gerektiği anlaşılmış ve tiyatroda ileri olan uluslar bu işi bizden evvel başarmışlardır. Biz de bir çocuk tiyatrosu isterdik fakat bu isteğimizi ortaya koymaktan çok kere kaçınırdık. Tiyatro kelimesinin geniş manasına giren bütün bu sahne oyunlarını veren Şehir Tiyatrosu’ndan bunu da beklemeye hakkımız yoktu. Böyle olduğu halde Şehir Tiyatrosu bu önemli işi de gördü. Yurdumuzda bir çocuk tiyatrosunun temellerini kurdu. İlk temsil olarak ortaya attığı “İlk Tiyatro Dersi” isminden de anlaşılacağı üzere bu işin başlangıcıdır. Başlangıç fakat iyi bir başlangıç! (…) Piyes başlıyor. Müziği, balesi, her şeyiyle tamam bir piyes. Çocuk tiyatrosunda Neyyire Neyir gibi, Talât gibi, Emin Beliğ gibi kuvvetli artistler rol almışlar, iyi oynuyorlar. Çocuğa verilen yahut verilmesi gerekli olan önemi göz önünde tutarak bu işi yaptıkları bütün hareketlerinden belli oluyor. Şehir Tiyatrosu ilk adımı attı, kudretli adımlarla yürüsün işinde! BOŞ DENİLECEK KADAR Sanırdım ki: Çocuk tiyatrosunun açılışını çocuk, baba, analar, mektep muallimleri büyük bir alâka ile karşılayacaklar, ilk çocuk temsilinin verildiği gün çocuğunu kapan baba, anne, talebesini sıraya dizen muallim tiyatroya koşacak, bina hınca hınç dolacak… Tiyatroya girdiğim zaman yanıldığımı anladım. Çok az çocuk gelmişti. Hınca hınç dolmak ne gezer; tiyatro hemen hemen boş denilecek derecede tenha idi. Şehir Tiyatrosu büyük bir iş gördü. Çocuk babası, çocuk anası, mektep hocası! Bu büyük işi kutlamak da sana düşerdi.” (İsmet Hulûsi, “Çocuk Tiyatrosu Açıldıktan Sonra” başlıklı yazısından alıntı, Son Posta gazetesi, 29 Ekim 1935 Salı, Gazete yayın no: 1883, s. 12) Dönem gazetelerindeki seviyeli tartışmalar, bu tartışmalardaki hoşgörü ya da karikatürler üzerinden toplumsal öğretiye gidilmesi bugün hasret kaldığımız bir şeydir. İfade özgürlüğü ne kadar önemli değil mi? Kaybetmeden anlasak bunu keşke! Bu çizgi-yorumlar, bu karikatürler o kadar şey anlatıyor ki! Ülkemizde çocuk tiyatrosunun gelişimini daha iyi anlatabilmek için iki ayrı karikatürü biraraya getirerek göstermek istiyorum sizlere. Çünkü ikisi de aynı temayı işlemekte ve bana göre -dolaylı da olsa- bu tema, yazmaya çabaladığımız çocuk tiyatrosunun nerelerden beslendiğini apaçık göstermektedir. Çocuk tiyatrosunu, masalların uçucu ve her zaman iyilerin kazandığı fantastik dünyasına sıkıştıranlar ya da kıçına kısa bir pantolon geçirip, yüzüne de çil yapınca, birkaç eskimiş tekerlemeyi söyleyince çocuk tiyatrosu yaptığını sananlar, bu karikatürleri daha dikkatli incelesinler. Birinci karikatürde karı koca kavga etmektedir. Kocası – Yemek zamanından beri kavga ediyoruz, yatma zamanı geldi. Karısı – Ben yorulmadım! İkinci karikatürde ise; birinci karikatürün nasıl sonuçlandığını, çocuklar üzerinde nasıl bir etki bıraktığını görürüz. Bu çizgiler Cemal Nadir’indir. Baba – Bu ne biçim oyun çocuklar? Gürültüden başım şişti. Erkek Çocuk – Tabiî gürültü olur baba! Karı-koca oyunu oynuyoruz! O kadar açık seçik ki anlatılan: geleneksel bir pencereden baksak bile, “Çocuktan doğru, iyi, yararlı vs… bir şeyler isteyen yetişkin, önce aynaya bak da, kendini topla!” diye bağırmaktadır karikatürler. Yeri geldiğinde gene karikatür okumaları yaparız deyip, biz hikâyemizi anlatmaya devam edelim dilimiz döndüğünce. İsmet Hulûsi’nin yazısındaki miniminnacık bir ayrıntı dikkatimi çekti. Yazar, “Çocuk tiyatrosunda Neyyire Neyir gibi, Talât gibi, Emin Beliğ gibi kuvvetli artistler rol almışlar, iyi oynuyorlar” diye yazmış. ‘İlk Tiyatro Dersi’ndeki üç rol kişisinin adını biliyorduk bu ayrıntıyı okuyuncaya kadar: ‘Tiyatro Hocası’ rolünde Neyyire Neyir, ‘İhtiyar’ rolünde Doktor Emin Beliğ ve ‘Bayan Cavide’ rolündeyse Bedia Ferdi ya da daha çok bildiğimiz adıyla Bedia Muvahhit’in! Diğer rol kişilerine dair hiçbir ize rastlamamıştık. Şimdi bir isimden daha haberdârız; Talât, Talât Artemel! (1901-1957) Cahide Sonku’nun ilk eşi! Talât (Artemel) oyunda neyi oynamış olabilir diye düşündüğümde, ilk olarak aklıma ‘Aydın’ rolünü oynayabileceği geldi nedense. 1935 yılındaki Şehir Tiyatrosu kadrosuna baktığımda, üç genç erkek artist olduğunu görüyorum: Mahmut Moralı, Muammer Karaca ve Talât Artemel! Hepsi de otuzlu yaşlarının başında… Gazetecilerin dikkatini çekip, yazdıkları yazılarına Artemel’in adını almaları da böyle düşünmemin başka bir nedeni olabilir. Dikkatinizi çekmiştir; hep daha öne çıkan rol kişilerinin adı anılmıştır yazılarda. Anlatıcı, anne, baba ve çocuk… Yani Cumhuriyeti temsil eden ‘seçilmiş’ takım! Oyunun diğer rollerini kimlerin yorumlandığını bilmiyoruz ne yazık ki! Bunu bilmemekten duyduğum kızgınlığı size nasıl anlatsam! Hani bazı belgesellerde güneşin yüzeyindeki cehennemvarî ateş patlamalarını gösterirler ya, güm güm patlar ya ateşten bombalar, işte onun gibi bir şeye benziyor içimdeki kızgınlık! “Arşiv çok önemlidir, arşiv de arşiv! O, sizin attığınız adımın sağlamasıdır ya da geçmişte düşülen hatalara karşı size bilinç sağlayan, bedava çalışan bir değirmendir” deyip durdum öğrencilerime bütün ömrümce. Şimdi size de söylüyorum; cehaletin gündelik, aktüel, yapışkan tuzaklarından korunmanın en iyi yoludur önce kendinin, sonra sevdiklerinin, en sonra da yaşadığın toplumun hafızasına sahip çıkmak! Hatırlamak zorunda kalacağımıza, unutmasak daha iyi olmaz mı? İlk çocuk oyunumuzda kimlerin oynadığını biliyoruz aslında. Topu topu 40 kişi kadarlar zaten, ha Ali Veli, ha Veli Ali! Birkaç kişi hariç, kimin ne rolde oynadığını bilmiyoruz sadece. Biz de, elimiz kalbimizin üstünde,Türk tiyatrosuna emeği geçmiş her bir sanatçıya saygı duruşunda bulunup, çıkarız bu işin içinden. İşte tarihi değiştiren, Şehir Tiyatrosu oyuncularının listesi: Muhsin Ertuğrul, Bedia (Muvahhit), Galip (Arcan), Cahide (önce Artemel, sonra Sonku), Mahmut (Moralı), Behzat (Butak), Talât (Artemel), Neyyire Neyir (sonradan Ertuğrul), Vasfi Rıza (Zobu), Şevkiye (May), Muammer (Karaca), Sami (Ayanoğlu), Semiha (Berksoy), Hâzım (Körmükçü), Doktor Emin (Beliğ), M. Kemal (Küçük), Şaziye (Moral), Feriha Tevfik (Negüz), Necdet Mahfi (Ayral), Samiye (Hün),  Hüseyin Kemal (Güremen), Sait (Köknar), Avni (Dilligil), Müfit (Kiper), Reşit (Baran), Zihni (Rona), Necip (Ağırman), Suavi (Tedü), Halide (Pişkin), Perihan (Yanal), Ferih (Egemen), İbrahim (Delideniz), Melahat (İçli), Reşit (Gürzap), Cahit (Irgat), Necla (Sertel), Kâni (Kıpçak), Mümtaz (Ener), Yaşar (Özsoy), Muazzez (Arçay) ve belki adını unuttuğumuz birkaç kişi daha… Hepsi ışıklar içinde uyusun! Her şeye ama her şeye karşın, o güzel insanların yaktıkları ateşi avucunda tutmaya çabalayan, mücadeleyi yükseltmek için var gücüyle mücadele eden herkes ölmedi daha! Bu çalışkan insanlar ne kadar direnirse dirensin, duyarsız ve yenilikten korkan bir toplumun içinde yaşamaktan dolayı çektikleri acıları hiç bitmeyecekti zaten. Hep böyle olmadı mı, hep böyle olmayacak mı? Varsın, cehalet gelinlik giyip ortalıkta seyran etsin. Varsın, bu yüzü bin bir maskeyle örtülmüş boyalı güzel, çocukların aklını başından alıp, onları uyuşturmaya, onları ayartmaya, tembelleştirmeye  devam etsin. Ama şunu da kimse unutmasın; tutkulu insanlar, ellerini yüreklerinin üstünde tuttuğu sürece, o eli oradan ayıracak hiçbir cazibe, hiçbir dayatma yoktur. O el, yüreğe kaynamıştır çünkü, ayrılmaz. Yürek mi? O zaten hayata adanmıştır, tâ ilk tutkulu insandan beri! Gün olur yollarına çıkar yine içi çürümüş hesaplar, şeytanlıklar, yalanlar! İçiniz rahat olsun ey eli kalbinde olanlar, tiyatrosuna en derinden inananlar; yarına kalır ama yanına kalmaz işledikleri günahlar! Sular bir kere kaynamaya başlamıştır, durulacağı da pek yoktur hani! 20 Kasım 1935 günü Akşam gazetesinde, Şehir Tiyatrosunu eleştiren bir yazı yayımlanır. Çocuk tiyatrosuna saldıran bir yazı: “Bu mevsim, her nedense operetlerle dramları gene aynı çatı altına almak lüzumunu duyan İstanbul Şehir Tiyatrosu, programını yaparken kara ve denizaşırı oturanlarla, talebeleri düşünmeden hareket etti. Dram temsillerini, Salı, Çarşamba, Perşembe (ve) Cuma geceleri veriyor. Pazar matineleriyle, Cumartesi ve Pazar geceleri de operet oynuyor. Bu program, tatbike başlandığının haftasında haklı şikâyetleri mucip olmaya başladı. Ancak Cumartesi geceleri serbest olan yatı mektepleri talebeleriyle, ancak tatil günü olan Pazardan maada zamanda tiyatroya gidemeyenler, Şehir Tiyatrosu’nun dram temsillerinden mahrum kaldılar ve gerek mektupla ve gerek şifahen şikâyet ettiler. İstanbul Şehir Tiyatrosu, Cumartesi günleri öğleden sonra, Pazar günleri öğleden evvel çocuklara temsil veriyor. Haftada iki çocuk temsili şimdilik fazladır. Çocukları eğlendirmek gayesini güderken, tiyatromuzu sevenlerin birçoğunu tiyatrodan mahrum ediyoruz.  Operet matineleri, Cumartesi öğleden sonra verilmeli ve Pazar matinelerinde, sabahları çocuklara oyun gösterilmeli, öğleden sonra da halka o ayın programındaki dram veya komedi oynanmalıdır.” (Akşam gazetesi, 20 Teşrinisanî (Kasım) 1935 Çarşamba, “Şehir Tiyatrosu Temsilleri-Cumartesi Günleri de Bir Matine Lâzım” başlıklı imzasız yazı, Gazete yayın no: 6140, s. 5) Birileri yürüyen arabanın tekerine bin bir bahaneyle çomak sokmaya çalışırken, ‘İlk Tiyatro Dersi’ de, eğer -yanlış hesap yapmadıysam- o tarihlerde (İlk gösterisinden, Kasım ayının sonuna kadar ) on altı gösteri yapmış, seyircisini az da olsa artırmış, yolunda kararlılıkla ilerlemiştir. Ancak, aniden bir program değişikliğine gider Şehir Tiyatrosu. Cumartesi öğleden sonraki gösteriyi korumuş ama Pazar sabahı yaptığı çocuk oyunu gösterimini, Çarşamba günü saat dörde kaydırmıştır. Akşam gazetesi, sanki kendi uyarısı sonucu böyle bir değişikliğe gidildiğini düşünüp, bu konuyu 25 Kânunuevvel (Aralık) 1935 günkü sayısına taşır. “Bu sene Şehir Tiyatrosu, Pazar matinelerini çocuk temsilleriyle, operetlere hasretmişti. Bundan dolayı yatı mektebi talebeleriyle, kara ve denizaşırı oturanlardan büyük bir ekseriyet dramları göremiyorlardı. Bu mahzuru yazmış, halkın şikâyetlerine tercüman olmuş ve Şehir Tiyatrosu’nun, Pazar matinelerinde dram oynaması lâzım geldiğini ileri sürmüştük. Haklı neşriyatımızı nazarı dikkate alan Şehir Tiyatrosu Müdüriyeti, kânunusanîden itibaren Pazar matinelerinde dram oynayacaktır.” (Akşam gazetesi, 25 Kânunuevvel (Aralık) 1935, Gazete yayın no: 6175, s. 3) Bu program değişikliğinin Akşam gazetesinin haberiyle çok da ilgili olmadığını biliyoruz. Bakın Vasfi Rıza Zobu ne diyor bu konuda: “Programda bir değişiklik oldu. Cumartesi öğleden sonrakine dokunulmadı, yine öyle kaldı… Öğrendik ki; okullar Çarşamba günleri yarım azaltılmış. Biz de Pazar sabahı temsillerini o güne aldık. Bugüne kadar da böyle kaldı.” (Vasfi Rıza Zobu, “O Günden Bu Güne”, Milliyet Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 1977, s. 483) Hikâye basittir; dönem Milli Eğitim Bakanlığı, çocukların tatil günü olarak, Çarşamba öğleden sonrasını seçmiş; böylece Pazar sabahı yapılan çocuk oyunu gösterimi de, daha çok çocuk gelsin diye, Çarşamba günü, saat dörde alınmıştır, hepsi bu! Akşam gazetesi, kendi kendine çalıp oynamaktadır. Gazete, uç uç böcekliği yaparken, çok önemli bir bilgi de verir okuyucusuna; çocuk oyunu giriş ücretinin yarı yarıya azaltıldığını ve 1 Ocak 1936 tarihinden itibaren de yeni bir çocuk oyununun başlayacağını! O oyun, tiyatro tarihimizdeki ikinci çocuk oyunu olan “Gülmeyen Çocuk”tur. Vasfi Rıza, bu konuya da anılarında yer vermiştir. Hem de oldukça samimi bir dille: “Evvela Cumartesi öğleden sonra ve Pazar sabahları oynandı. Giriş ücretleri çocuklar için 15 kuruş, çocukları getiren büyükler için 30 kuruştu (…) ‘Pahalı geldi’ düşüncesi kafalarda dolanmaya başladı (…) Tarife tenzilâta uğradı; çocuklar 15 kuruştan yedi buçuğa, büyükler 30’dan 15’e indi. Alâkasızlıklarından dolayı Maarif Vekaleti’ne bir celâdet gösterip, çocuk tiyatrolarının ne kadar faydalı olduğunu, yüksekten atarak, beyan eyledik. Ne dersiniz, tesir etti. Samimi alâkaları sonu, İstanbul okullarına tavsiyelerde bulunuldu ve çocuklar da tiyatroyu doldurmaya başladılar. Tanışıklığımız olan veya olmayan bazı ana-babalar, çok geçmeden beni telefonla aramaya başladılar. “Bilet bulamadıklarından dolayı” çocuklarının ağladıklarını anlatıyorlar; yer temini için benim aracılık etmemi istiyorlardı. Bu insanların seslerini dinlerken gönlümün nasıl şenlendiğini bilemezsiniz. Boş kalan Pazar sabahı için alınan kararın ilân suretini yazıyorum: “Leylî talebeler, Boğaziçi ve Adalar halkı (Yani vasıtasızlıktan gece tiyatroya gelemeyenler) için, Pazar sabahları 11’de, talebe fiyatına (Yani halk için de ucuz fiyatla) bir dram matinesi verilecektir.” Halkın çoğunluğu komediyi istekle seyrediyor ve tiyatroya komedi seyri için gelmeye üşenmiyor. Ama dram… Bunun aksi… “Eh, tatil gününde, ucuz fiyatla dramı satabilirsek, sanat pazarında yeni müşteriler kazanmış oluruz” kurnazlığını piyasaya çıkardık. Hatırladığıma göre tuttu da galiba… Çünkü epey zaman sürdü bu temsiller. Her sabah yeni piyesin provası; geceden yorgun aynı sanatçılarla, bir de günde üç oyun! Vücutlara bir gevşeklik geldi. Eh, zamanla dramlara da, maşallah, alışılmaya başlandığı da görülünce; sıhhat bizi bırakmadan, biz Pazar sabah temsillerini bıraktık.” (Vasfi Rıza Zobu, “O Günden Bu Güne”, Milliyet Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 1977, ss. 483-484) Hiçbir şey şans eseri değildir; başlayan her şeyin biteceği ne kadar gerçekse, olan her şeyin de bir nedeni vardır. Çocuk tiyatrosunun kuruluş günlerindeki tartışmaları size anlatırken, aklıma, İstanbul Belediyesi Daimi Encümeni Suphi Bey’in hazırladığı “İstanbul’da Kaç Kişi Tiyatroya Gidiyor?” başlıklı bir soruşturma raporu düştü. Rapor, 18 Kânunisanî (Ocak) 1932, Pazartesi günü, Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. (Gazete yayın no: 5039) Rapora baktığımızda; 1927/28 sezonunda 30.400, 1928/29 sezonunda 50.973, 1929/30 sezonunda 66.831 ve 1930/31 sezonunda 69.394 kişinin, bilet alarak Şehir Tiyatrosu oyunlarını izlediğini görürüz. Üç yıl sonra, ilk çocuk oyunumuzun başladığı 1935/36 sezonunda, sadece iki çocuk oyunu; ‘İlk Tiyatro Dersi’ ve ikinci çocuk oyunumuz olan ‘Gülmeyen Çocuk’u kaç kişinin seyrettiğini tahmin edebilir misiniz? … Sizi yormayayım; yetişkinler için yapılan gösteriler hariç; sadece iki çocuk oyununu, toplam 44 gösteride, 17.410 seyirci izlemiştir. Türk Tiyatrosu Dergisi’nin, 1963 yılının Kasım ayında yayımlanmış 352. sayısının eki olarak verilen Beyoğlu-Fatih-Üsküdar Çocuk Bölümleri başlıklı broşürün dördüncü sayfasında yayımlanan ‘Çocuk Tiyatrosu’ istatistiklerinin bulunduğu listeye baktığımızda hayretler içinde kalırız. 5 Ekim 1935 günü perdesini açan çocuk tiyatromuzun ilk oyunu olan  ‘İlk Tiyatro Dersi’, sadece üç ay gibi kısa sayılacak bir sürede 23 gösteri yapmış; yerine başlayan, yeni çocuk oyunu ‘Gülmeyen Çocuk’ ise, 21 kez seyirci karşısına çıkmıştır. ‘İlk Tiyatro Dersi’, 23 gösteride, toplam 8.660 seyirciye; 1 Ocak 1936 günü seyirci karşısına çıkan -yine M. Kemal Küçük’ün yazmış olduğu- ‘Gülmeyen Çocuk’ da, 21 gösteride, 8.750 seyirciye ulaşmıştır. (Meraklısına Not: ‘İlk Tiyatro Dersi’, 1946/47 tiyatro sezonunda bir kez daha sahnelenmiş; 24 kez çocuklarla buluşan bu gösterileri 17.768; 1947/48 sezonunda tekrar sahnelenen ve 23 gösteri yapan ‘Gülmeyen Çocuk’ adlı oyunu da,15.766 çocuk izlenmiştir. Farkında mısınız; on yıl içinde, aynı oyunları izleyen çocuk sayısı neredeyse iki katına çıkmıştır.) Bu değişen ve gelişen şeyin nedenini düşündüğümüzde ise tek sonuç çıkar karşımıza: Bilimsel araştırma kumaşından dokunmuş estetik gömlekler giyen ve bilimin sağladığı tiril tiril bir özgürlük ikliminde insanı ve hayatı yücelten sanatın sadık savunucularının başarısıdır bu! Başka ne olabilirdi ki zaten?