Sayın Hayrettin Filiz'in 400. yazısı Senelerdir bitmeyen boyun eğdirme provaları...

Sayın Hayrettin Filiz'in 400. yazısı Senelerdir bitmeyen boyun eğdirme provaları 1940’lı yıllarda yapılan çocuk tiyatrosu, toplumun her kesiminde, yüksek heyecanlı kalp çarpıntılarına neden olmuştu. Bunun nedeni; toplumun, ihtiyacı olan her şeyi sahnede görebilmesi, tiyatronun halka ait ve ondan yana, onun toplumsal çıkarlarını koruyan bir muhafız olduğunun çocuklara doğru anlatılmasıydı biraz da… Başka türlü söylersek; çocukların eğitimli ve yurtsever insanlar olarak yetiştirilmesinin, bir toplumun ortak çıkarlarının en üst bilinci olduğunun, kâğıda, duvara, ağaca, suya yazılmasını sağlayan; boyasını kendisinin ürettiği, kırmızı bir kalemdi çocuk tiyatrosu. Öncelikli olarak eğitmeyi amaç edinmiş bir yapısı vardı doğru; ama evrensel değerleri ya da eğlenceyi de gözünden bir an bile uzağa koymayan bir karakterdeydi 40’lı yılların çocuk tiyatrosu… Eğiticiydi; çünkü ülkenin buna her şeyden çok ihtiyacı vardı. Dikkatliydi; çünkü çocuk eğittiğinin bilincindeydi. Yurtseverdi; çünkü peşine düştüğü muhteşem bir amacı vardı. Ulusal bir çocuk tiyatrosu kurmayı düşlüyordu. Bu uğurda devrimciydi; devrimciydi, çünkü çocuktu. Her çocuk devrimci doğar, sonradan çoğu bu yeteneklerini kaybeder… Sormayın bana, hepiniz bal gibi biliyorsunuz bunun nedenlerini! Sonra… bütün ülkenin aydınlık kaynakları bir anda sönüverdi. Yükseklerde kurtlar uluyor; kurtların gözünde, parçalara bölünmüş ayın şavkı parlıyordu. Sokakları yılan ıslığına benzeyen, hırıltılı ve anlaşılmaz sesler dolduruyordu. Aynı bir yılan gibi, sürüne sürüne ilerliyordu karanlık, yanan kitapların sayfaları arasından bağırarak kaçışan sözcüklere bakarak… O karanlıkta; hafif rüzgârda, cihanı yere sermiş, gözleri açık ölen nice yurtsever pehlivanın ölüleri sallanıyordu evlerinin balkon demirlerinden, incir ağaçlarından, karartılmış sokak lambasının direğinden… Gırrrç… gırç…Gırrrç…gırç! Köpekler sabaha kadar hiç durmadan havladılar. Ertesi sabah herkes sustu. Köpekler de sustu… Tarihin; güneşin doğmayı unuttuğu o acayip sabahında, sisler halinde gözlere dolan o pis karanlığın içinden, belli belirsiz, varsay ki bir duman, genzi yakan zehirli bir duman gibi; Marshall Yardımı adı altında Amerika’dan bizi kalkındırmak için her şeyi yapacağını söyleyen birileri çıkageldi. Kocaman gemileri ve çantalar dolusu süt tozları vardı yanlarında, bir de sütyen! Sonra zilli bebekler gibi el çırpıp, öğrenmeye, karşı çıkmaya çalışanları kıyıp Hasanoğlan’ın bozkırında, cehaleti süsleyip boyadılar, boynumuza bir kolye gibi astılar. Biz 1950’de seçim yaptık… Onlar kazandılar. Üstüne onlarca sayfa yazabileceğim dönem siyasetinin manzarasını anlatmak için uzun bir bölüm ayırıp, asıl konudan uzaklaşmak istemedim. Bu yüzden yazdım gömlek cebi gibi duran bu bölümü. Yazmalıydım; çünkü bunları bilmeden neyin eğri, neyin doğru olduğunu da bilemezdik. Neredeydik, nereye geldik diye bir hesap yapanın, not defteri elinin altında olmalıdır değil mi? Şimdi gene dehleyebiliriz yazımızı… 1950 seçimlerinden sonra her güzel şey gibi çocuk tiyatrosundaki coşku da yavaş yavaş sönümlenmeye başlar. Özgürlük ve demokrasi havasının, akla hayale gelmez yasaklama ve sansürle kirletildiği 50’li yıllarda; daha çok, “suya sabuna dokunmayan” oyunlarla, 15 yıldır üzerlerinden koskoca bir devlet öğretisi propagandası yapılan çocuklar, toplumun nabzı sayılan siyasi görevlerinden alınıp, minderin dışına itilir. Doğal olarak devlet, çocuk tiyatrosuna arkasını dönüp onu kendi kaderine bırakınca da; bu işin ticaretini yapan özel topluluklar türemeye başlar. Bu gidişin sonunda; Türk Ticaret Bankası Çocuk Tiyatrosu, Akbank Çocuk Tiyatrosu, İş Bankası Çocuk Tiyatrosu gibi banka ödenekli tiyatrolar doluşmaya başlar şehrin sokaklarına. Devletin arkasını döndüğü çocukları, iyi yürekli (!) bankalar kapmıştır. İki sorum var: Bir, devlet kendi çocuğuna neden sırt döner? İki, bankaların çocukların üstüne ganimet bulmuş gibi atlaması ne demektir? Niye, birileri ellerini ovuştururken, süt tozu içirilen çocuklar raşitizm denen mendebur hastalığın elinde sakat kalmıştır? Çocukların kazanmadığı kesindir bu oldu bitti hokkabazlığından. İyi de, “yarınımız, geleceğimiz” dediğimiz çocukların başına çorap örenler, onların uyutulması için kıçını yerlere vurup, bu işe para yatıranlar kimlerdir? Aslında bu da siyasi bir hamledir; çocuklarını afyonla uyutan ninelerimizin yaptığından biraz farklıdır bu iş! Ninelerimiz, babalarımız ya da analarımızı afyonla uyuturmuş; çünkü kendisinin de bin bir yorgunluk içinde uyumaya ihtiyacı varmış. Bu durumu anladık diyelim, ya bu bilinçli cehalet örgütlenmesinin başına nasıl bir papak geçirelim? Niyeti iyi değil, bildiniz mi! Arkası kötü gelir bu işin… Süt kuzusu daha bunlar; çalarsan Çaykovski dinler, ona yasak koyarsan, onu korkutursan adam satar; bugün adam satan, yarın vatanı da satar, bitti! Hiç kuşku yok ki; canla başla bu işe sarılan birkaç tiyatro insanı, kendilerini bu uğurda harap etmekten geri durmamış, hiç şikâyet etmeden mücadeleye devam etmiştir ama… Hava da bozmaya başlamıştır artık! Kara bulutlar yavaş yavaş toplanmakta, özgürlüğün gözle göründüğü en güzel yer olan tiyatrolar, iktidarın yeni sahipleri için birer tehdit unsuru olarak göze batmaktadır. Yakın zamanda şimşeklerin çakacağı o kadar bellidir ki! 1950/51 sezonundan, 27 Mayıs Darbesi’nin yapıldığı 1960 yılına kadar; Türk çocuk tiyatrosu sahnesinin, ağırlıklı olarak; geleneksel olanla, siyasi bir kimlik taşımayan yerli ve yabancı masallara yöneldiğini görürüz. Bu dönemin en bereketli yazarı Ferih Egemen’dir. “Rüya Ülkesi”, “Küçük Reis”, “Altın Zincir”, “Harami Çeşmesi”, “Üç Hikâye” gibi oyunlar Ferih Egemen’e aittir. Mümtaz Zeki Taşkın’ın oyunları da sahnelenir 50’li yıllarda: “Adını Çocuklar Koysun”, “Oyuncakçı Dede” ve “Yıldız Ece”… Öte yandan, sahneye çıkarılan masallara da bir göz atalım mı? “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”, “Sinderella” (T), “Sihirli Pabuçlar”, “Pollyanna”, “Mavi Kuş”, (Erich Keastner’in ünlü çocuk romanı ‘Emil ve Küçük Dedektifler’in Türk versiyonu olarak) “Küçük Ali ve Hafiyeler”, “Peter Pan”… Ne oldu, niye sustunuz?... Sizce, ulusal sahnesini ve o sahnenin her bir parçasını kendi yaratmak için yola çıkan, bunu da kısa zaman içinde başarıp, göklere yükselten Türk çocuk tiyatrosu, ani bir frenle nasıl özünden bu denli uzaklaştırılmış olabilir? Hani onca kavga verenler neredeler? Muhsin Ertuğrul, gözüne bakarak büyüttüğü çocuk tiyatrosu adlı bebeği filinta gibi genç olmaya başlamışken üstelik onun vahşiler tarafından boğulmasına izin verecek vefasız bir baba mıdır? Elbet değildir! Vermezdi ya; ömrünü bağımsız ve dik duran bir Türk tiyatrosu kurmak için harcayan Muhsin Hoca’yı, 1949’da kurulan Devlet Tiyatrosu’nun başına getirip, onu ‘kravatlı bir bürokrat’ yapmaya çalışarak kızağa çekmeye çalışan iktidar sahipleri, tiyatro sahnesini, kafa çekip eğlenecekleri bir gazino sanma gafletindeyse…. Her şey olur. Aslanlar köpeklere boğdurulur. Yaygın bir anıdır; Muhsin Hoca, sahneye koyduğu bir oyuna, Cumhurbaşkanı Atatürk’ü davet eder. Atatürk’ün yaveri gündüzden Muhsin Ertuğrul’a gelir ve der ki: “Reisicumhurumuzun işi var, acaba perdelerinizi saat sekiz yerine, sekizi çeyrek geçe açabilir misiniz?” Muhsin Ertuğrul’un yavere verdiği yanıt çok nettir: “Sayın Reisicumhurumuza hürmetlerimi bildiriniz ancak burası Deniz Kızı Eftalya'nın gazinosu değildir. Saat tam sekizde perdelerimizi açarız.” Sonrası da şöyledir bu hikâyenin: Oyun, tam saatinde, sekizde perdelerini açar. Atatürk, sözü edilen oyuna, sadece dört dakika gecikir ve sessizce geçip locasına oturur. Herkes, Atatürk’ün Muhsin Ertuğrul’u cezalandıracağını, görevden alacağını düşünürken, Atatürk bu disiplini taşıdığı için Muhsin Ertuğrul’u övgülere boğar: “Bilin ki; san’atkâr el öpmez. San’atkârın eli öpülür.” Zannederim bu hikâyeden devşirilmiş olmalı; 1950’den 1951’e geçilen yılbaşı gecesi, Demokrat Partili birtakım yöneticiler -nereden akıllarına geldiyse-, Muhsin Ertuğrul’u arayıp, yılbaşı akşamı için sahneyi boş tutmasını; çünkü kendilerinin orada bir yeni yıl balosu yapmak istediklerini söylerler. Bunu duyan Hoca, Atatürk’e dediğinin aynısını onlara da söyler: “Burası Deniz Kızı Eftalya'nın gazinosu değil, tiyatrodur! Ben bu kurumun başında olduğum sürece burada öyle bir balo yapamazsınız.” Muhsin Ertuğrul’un ömrünü harcadığı ve nihayet Haziran 1949’da resmen kurulup, başına geçtiği Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü görevinden çok kısa bir süre sonra istifa etmesini bu hikâyeye bağlayanlar vardır. Neyse, sonuçta, kış gölleri gibi dupduru ve ne dediği çok belli, hoş bir hikâye, değil mi? Biz, DP iktidarındaki baskıcı rejim anlayışının, çocuk tiyatrosunu ‘uyutucu, ninni söyleyen’ masallara yönelttiğini anlatırken, Muhsin Hoca’nın yana döne “Masal dünyasının tekerlemelerini aşamadık” sözleri aklınıza gelmiyor mu? Bir düşünsenize, Hoca’nın dedikleri, çocuklardan korkan bir iktidarın durumuna şak diye oturmuyor mu? Masalı, komidinin üstüne bırakmalı, bunu yapabiliriz. “Sen, başladığın noktadaki düşlerini unutma; kurmak istediğin ulusal çocuk tiyatron için oku, yaz, tasarla, kostüm çiz, yönet, izle, yöntem ara, eleştir, bir şeyler yap… Yapman gereken bu! Bunun peşinden yola çıktığını ne çabuk unuttun”… deseler, ne diyeceğiz onlara? “Ayağında asker postalı, boynunda milletvekili papyonu, her adım atışında, kırlangıç kuyruklu smokininin arasından görünen kıçına tutturulmuş Amerikan bayrağı desenli bir yama, bir de gıdısı gül kolonyası kokan, badem bıyıklı bir adam geldi, bizi korkuttu, biz de böyle yaptık” mı diyeceksin? Sonra bak; “Tam da bugünlerde bir bölümü havaya uçurulan Türk çocuk tiyatrosu treninin, başlangıç felsefesini taşıyan lokomotifi öyle sert çarptı ki yere, üstünden neredeyse 70 yıl geçtiği halde hâlâ aklı başına gelmedi” dese biri mesela… Mesela! Bunu “Beni niye korumadın?” diye karşımıza dikilen tertemiz ama kızgın kızgın bakan bir çocuk sorsa mesela… Ben bu sorunun karşısına çıkmaktan korktuğum için bu yazıyı yazıyorum desem vallahi de abartmış olmam. Sakın ha, sen de şaşırıp bir çocuğu küçümsemeyesin. Unutma ki; çocuk tarihtir, çocuk denilen o mucize, dünyanın hafızasıdır ve tarih er geç yapılanın hesabını sorar. Çünkü çocuk da, tarih de asla unutmaz. Sen bilirsin ama çocuğa sakın ola yalan söyleme! O bunu unutmaz! Sen de bunu unutma! Ohh, şimdi daha iyi anlattığımı zannediyorum derdimi. Oyunlara, seyirci sayılarına, oyun broşürlerindeki seslenişleri doğru okuyup bilmeye, her türlü istatistiğe, belgeye, mektuba çok ihtiyacımız var; çünkü aynı tuzağa bir daha, bir daha ve bir daha düşmek istemeyiz, değil mi? Bu noktada, dilimi kanatıp bu tümceyi kurmamayı tercih ederdim ama söylemezsem olmaz. 50’li yıllarda çürümeye başlayan onlarca değerimizden biri de çocuk tiyatromuzdu. O dönem için ağzım kanaya kanaya şu kadarını söyleyip susacağım: Eğer hırsız evin içindeyse, kapına elli tane kilit assan ne çare? Sonra 60’lı yıllar başlar. Bir ülkeyi yönetenlerin siyasi tercihleri ve uygulamalarının, kılcal damarlarına kadar görünür olduğu tek yerde, sahnede; yeni iktidarın, eskisinden çok da farklı davranmadığı görülür. Çocuk oyunları toplumdan uzaktır ama en çok çocuklardan uzaktır bu yıllarda. Çocuk, elinde süpürgeyle ortalıkta gezen korkunç bir üvey anaya benzeyen geleneksel değerlerin göz hapsinde; eğlendirilecek ve baştan savılacak bir yük gibi görülmeye başlanır. Onlara; ‘Savaşmayın, erdemli olun, büyüklerinize saygılı, küçüklerinize sevgili olun’ türünden edilen laflar, sahnelerin ezberine yazılıp, demirbaş repliklere dönüşür zamanla. Hangi savaşı çocuklar çıkardı ya da hangi erdemsizliği onlar yaptı, kimse bilmezken; bütün bunları yapan koca koca adamlar, bu ayakları yere değmeyen laflarla çocukları balon gibi şişirip, onları eğittiklerini sanırlar. Siyaset rüzgârları sert eserken; çocuk tiyatrosunun görev tanımlaması da değişmektedir günden güne. Artık çocuğun yaşamla yüzleşip, sağlıklı bir tavır geliştirmesinin yerini, ‘Söz dinleyen, uyumlu bir kuşak olmalısınız’ palavraları almaya başlar. Otoritenin bu palavraları, çocuklara sahne üzerinden boyun eğdirme provalarından farksız bir hale gelir. Neden? Çünkü o çocuklar yarın büyüyecekler ve ülkenin karar mekanizmasında yer alacaklar. Soru soran, merak eden, araştıran bir çocuk kadar tehlikeli ne var şu dünyada? Sus çocuğum sus! Al sana masal, uyu yavrum ninni! 1960/61 sezonundan, 1967/68 sezonuna kadar, çocuk tiyatrosunun başlangıç düşlerine dair büyük bir hamleye rastlamayız. Gene içi boş, sadece eğlendirmek amaçlı oyunlar ve dünya çapındaki masalların renkli kostümler ve devasa dekorlar içinde bir daha ve bir daha yorumlanması… Gene Mümtaz Zeki Bey, gene Ferih Egemen… Tek tük yeni yazar, çoğunlukla eski oyunların tekrar gösterimi falan falan… Oyun isimlerini yazmam yetecek sanıyorum dönemi anlatmaya: Yerli yazarlarımızdan; “Yoklar Dağındaki Nar”, “Kuğular”, “Milyonluk Yeğen”, “Hırsız Var”, “Şans Adası”, “Tombik’in Başına Gelenler”, “Elmacı Güzeli”, “Efe Ali”, “Umut Çeşmesi”, “Yoksullar Parkı”… Bir de yabancıların yazdıkları masallar var tabi; “Fareli Köyün Kavalcısı”, “Tom Sawyer”, “Sihirli Topaç”, “Çizmeli Kedi”, “Dans Eden Eşek”, “Robenson Ölmemeli”, “İki Kova Su”, “Hansel ve Gretel”, “Pinokyo”, “İnge Altın Kaz”, “Küçük Prenses Sara”… sayayım mı daha? Ben saymayayım, siz sayın. Yerli oyun sayımız, masal uyarlamalarının sayısından az, fark ettiniz mi? 1967/68 sezonundan başlayan ve 1980 yılına kadar giden süreçte, öze dönmeye çalışan bir çocuk tiyatrosu görürüz: Yerli yazarların oyunlarının daha çok sahne alması, bu oyunların daha evrensel temalar üzerine kurulması ve doğal olarak dağılmaya başlayan çocuk seyirci sayılarında belirgin yükselişlerdir böyle düşünmemize neden olan. Biz böyle düşünürken, bu ilkbahar da nedensiz gelmemiştir. Baharın çiçek çiçek gelişinin nedeni, hiç kuşkusuz 68 hareketinin, soru sormaktan korkmayan gençleridir. Düşünüyorum da; yeniden okumaya, anlamaya, sorgulamaya, değiştirmeye ve daha iyisini istemeye başlayan o güzel gençlere ne çok borcumuz var. 1967/68 döneminden, 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar kaç Türk yazarının çocuk tiyatrosu sahnesinde göründüğüyle, kaç yabancı eserin sahnelendiğini yazayım da karşılaştırmayı siz yapın: Ergun Sav (“Yakut Balık”- 1967/68), Mehmet Keskinoğlu (“Hapşırıklı Kral”- 1967/68), Ferih Egemen (“Gizli Bahçe” - 1968/69), Semih Sergen (“Çınar Dede-Ihlamur Nine” - 1968/69), Fügen Sipahi (“Kurnaz Avukat” - 1969/70), Erhan Dilligil (“Al Şapkalı Kız” - 1970/71), Muharrem Niyazi Şen (“Sırık Obur Camgöz” - 1970/71), Füruzan Toprak (“Boğaç Han” - 1970/71), Cihat Türkoğlu (“Bir Varmış Bir Yokmuş” - 1970/71), Işıl Türkben (“Keloğlanın Tembelliği” - 1971/72), Yücel Tunalı (“Elmacı Güzeli” - 1972/73), Ümit İmer (“Dilek Dağı” - 1972/73), Vecihe Karamehmet (“Fadime” - 1972/73), Sabih Gözen (“Mavi Gözlük” - 1972/73), Haldun Marlalı (“Leylek Sultan” - 1973/74), Ali Taygun (“Masal Bahçesi” - 1973/74), Osman Saffet Arolat (“Barışı Seven Çocukların Türküsü” - 1975/76), Aydın Arıt (“Masal Masal Matitas” - 1975/76), Aziz Nesin (“Pırtlatan Bal” - 1975/76) Bu kadar Türk yazarının eserine karşı; Georgius’tan “Kelebek Okulu” (1968/69), Lewis Caroll’den “Alis Harikalar Diyarında” (1969/70), Evern’den “Yeşil Ülke-Kurbağa Prens” (1971/72), Maeterlinck’ten “Mavi Kuş” (1971/72), Preussler’den “Haydut Karabulut” (1973/74), L. M. Alcott’dan “Hayatı Sevelim” (1973/74) ve Gredianus’tan “İki Kova Su” (1975/76) sahne almıştır çocuk tiyatrosu sahnesinde. 1967’den 1980 yılına kadar 19 Türk yazarı sahneye çıkarken, sadece 7 yabancı yazarın eseri programda kendine yer bulabilmiştir özetle. Acaba, 50’lilerde başlayan büyük kan kaybını gidermeye mi başlıyor çocuk tiyatrosu?... Ahhh, öyle olmasını çok isterdim ama… 12 Eylül 1980 askeri darbesi, çocukların yaşını büyütüp asan bir darbe olarak kalmıştır benim aklımda. Bunların çocuk tiyatrosuna yaptığı kötülük bir kan davası şekline dönüştürülen aydın-boyun eğen çatışmasının yaşandığı o kötü günlerde, DP’nin başlattığı çürümenin devamı niteliğinden de öte, yıkıcı bir kimliğe dönüşmüştür. Yeşil olan her şeye karşıdır darbeciler. Bu debdebede, ayağa kalkmaya çabalayan çocuk tiyatrosu da nasibini alacaktır elbet. Bu nasip, bazılarının ağızlarından düşürmedikleri “millî” sözünü bile utandıracak kadar, emperyalizmin güdümünde olmakla ilgilidir. Çocuklarını bir kez daha düşman ilân etmiştir darbeciler. Onları asarak öldürmeye başlamıştır hatta… DEVAM EDECEK