12 Eylül tiyatrosundan utandıran oyunlar-1 Düdük Orkestrası 12 Eylül 1980 günü, askeri bir darbe olur...

12 Eylül tiyatrosundan utandıran oyunlar-1 Düdük Orkestrası 12 Eylül 1980 günü, askeri bir darbe olur ülkemizde. Siyasal, ekonomik ve toplumsal değerlerin yitirilmesinin yanında, kültür ve sanat dünyası da ağır yıkımlara uğrar darbe yüzünden… Bugün hâlâ acısını ve hasretini çektiğimiz bazı kazanımları, bir daha geri dönmemecesine yok eden o günlerin işgalci topluluğu 12 Eylül tiyatrosu, berbat bir oyun sergilemeye başlar ülkede: Kanlı, vicdansız ve barbar bir oyun! Oyunu tam olarak anlamayan dönemin çocukları, bu rezil oyunun sonunda, en büyük bedeli kendilerinin ödeyeceğini de anlamamışlardır. Tiyatro dünyamız baskı altına alınmış; boyun eğmeyen yazarlar ya hapse atılmış ya sürgüne zorlanmışken; 80 sonrası çocuk tiyatrosu adına da anlatacak çok şey yoktur acıdan başka. Bu acıyı daha iyi anlatmak için birkaç şeyin altını çizelim:
  1. Değil çocuk tiyatrosunda, yetişkin tiyatrosunda bile artık toplumsal olan, halk için diye başlayan hiçbir kitaba, hiçbir oyuna sahne şansı yoktur. Estetik, yerini cahil kabalığa, çokseslilik, imece kültürü yerini iktidar tehdidine bırakmıştır. Tartışma ve gerçeklerin peşinden gitme kültürü ortadan kalkmış; buna bağlı olarak, 68 kuşağının başlattığı, öz kaynakları kullanarak evrensele gitmeye çabalayan çocuk tiyatrosunun kalemleri kırılmış, sahneler susmuş; ıssız sahneleri gene ağzı emzikli, ninni söyleyen masallar doldurmuştur.
  2. Devlet gücüyle üstüne çullanılan sanat dünyasında asla kapanmayacak bir yarılma olmuş; muhalefet edenler akıl almaz işkencelerle hırpalanmış, hapsedilmiş ya da memleketini terk etmeye zorlanmışken; iktidar tarafında duranlar, sınırlı konuda yazabildiği için, tiyatroda niteliksiz içerikler ve kalite sorunları baş göstermeye başlamıştır. Çocuk tiyatrosuna baktığımızdaysa gördüklerimiz ürperticidir. Çocuk tiyatromuz, bu toz duman içinde, bankalardan paçayı kurtaramadığı gibi ülke tarihimize geçecek kadar etkili olmuş büyük dolandırıcıların, liberalizmin çocuğu olan ve adına banker denilen sahtekârların da oyuncağı haline gelmiştir. (Bu konuyu, daha ayrıntılı yazacağım az sonra)
  3. Bu baskı günlerindeki çocukların saçları, neoliberalizm denen bir tarakla şekillendirildiği için; bugünkü ezberletilmiş okumuş cehaletimizin kökü olan reklam, etiket yaşamlara özenmek, dizi kültürü, magazin ve eğlenceden başka hiçbir şeye önem vermeyen bir kuşağın yaratılma süreci başlatılmıştır 12 Eylül sonrasında. Bugünün ak saçlıları ya da orta yaşlıları olan o günün çocukları için hazırlanan bu geniş mezarın kazılmasında; özel televizyonların, ‘carpe diem’ diye özetlenen, her tür eğlenceyi merkeze koymuş aktüel yaşam tarzının ve yandaş medya yayın organlarının kazması kullanılmıştır.
Size söz vermemiş olsaydım; bu konuda çok uzun bir yazı yazardım ama söz verdim bir kere; kısa kısa anlatacağım dedim, sözümde durmalıyım. Benzetme yapıp; Türkiye çocuk tiyatrosunun, onlarca çalgı aletinden oluşmuş bir orkestra olduğunu düşünelim. 80 darbesinden sonra, bütün çalgıların tuşları kırılmış, telleri koparılmış, geriye sadece iktidarın dağıttığı düdüklerden oluşan ve hep aynı makamda çalan bir ‘Düdük Orkestrası’ kalmıştır sanki. Buna da ne kadar orkestra denebilirse artık! Sanatçı ne zaman birinin emriyle şarkı söyler, ne zaman birine yaranmak için oyun yazar; bilsin ki onun sanatçılığı bitmiştir. Birilerinin emriyle şarkı söylemek mi?… Ne kötü, ne aşağılayıcı bir şey! Ne uğruna? Para mı, türlü avantajlar mı? Statü mü? Rütbe mi? Makam mı?... 12 Eylül bu utandıran oyunu defalarca sahneleyecektir. Bazen düşünüyorum, bu insanlar başlarını yastığa koyduklarında rahat uyuyabiliyorlar mı acaba, hiç mi utanmıyorlar? Aslında hiç de ahmak değildir 80’lerin askeri ya da darbeden sonra ülkeyi yöneten sivil darbecileri. Askerler iktidarı ele geçirirken, sivil darbeciler de ‘postmodernizm’ gibi artistik lafların donuna sokulmuş uygulamalarıyla, toplumun geleceğine darbe yapmıştır. Toplumun geleceği dediğimiz kimdir çocuklardan başka? Yaptıklarını unutturmanın tek yolu vardır: Öncesiz ve sonrasızlık teklifi! Yani sadece ‘o anın’ değerli olduğu palavrası eşliğinde, hafızayı havaya uçurmak! Bir toplumun hafıza deposu çocuklardır. Onları ele geçiren, o ülkede geriye kalan herkesi ve her şeyi çok kolay teslim alabilir. Bunu çok iyi bilen darbeciler; önce darbenin üstünden bir ay bile geçmeden, Beyazıt Kütüphanesi’nin bahçesinde içinde onlarca çocuk kitabı da bulunan binlerce kitabı yaktı, ardından da hemen çocuk tiyatrosuna saldırdı. Bunu nasıl yaptılar peki? Tavşana kaç, tazıya tut yöntemiyle! İlginç bir hikâyedir, anlatalım. Darbe; ekonomik anlamda çöken toplumu çaresizlik duygusuyla terbiye etmeye çalışırken, 24 Ocak Kararları ile serbest piyasa ekonomisine geçilmiş olması, toplumda yeni yeni mikroplar türemesine neden olur. Abidin Cevher Özden ya da daha çok bilinen adıyla söylersek Banker Kastelli bu mikroplardan en tanınmış olanıdır. Kastelli, halka yastık altı birikimlerini yüksek faiz karşılığı kendisine yatırmaları için reklamlarla çağrıda bulunmakta, yıllık enflasyonun dört katı oranında faiz önermektedir. Bunu da bankalarla anlaşarak yapmaktadır Kastelli. Çok geçmeden, kısa vadeli, yüksek faizli menkul değerler alıp satan bankerin bürosunun önünde uzun kuyruklar oluşur. O dönemdeki otuz sekiz bankanın otuz birinin bankerler aracılığıyla mevduat sertifikası pazarladığı düşünüldüğünde, Kastelli’nin gücünü daha rahat anlayabiliriz. “1980 yılında, 550 bin kişi, 2,5 milyar dolar gibi astronomik sayılacak büyüklükte bir parayı Kastelli’den yüksek faiz almak için ona yatırmıştır” der ekonomi tarihçileri, paraya bak! Bu kitlesel soygun durumuna göz yuman dönem iktidarı; 1982 yılında batıp, İsviçre’ye kaçan Kastelli’nin ardından tutup halkı suçlamıştır bir de: “Halk da kumar oynayıp kaybetmeseydi!” Tavşana kaç (24 Ocak Kararlarıyla önce halkı yoksullaştır ve çaresizlik içinde kıvrandır), tazıya tut (Kastelli gibi dolandırıcılara mahkûm et); ardından da kenara çekil! Ne güzel memleket, değil mi? Soygun düzeni çok vahşidir. Ne yazık ki geride kalmadı o günler. Soyulmaktan kurtulamadık henüz. Şimdilerde bankerlerin işini doğrudan bankalar yapmaktadır. Bana çağ dışı kaldığımı söyleyerek kızan sevgili dostlarım; “Ucuz ucuz kredi veriyoruz, hadi durmayın, tatile gidin” diye ortalığı çınlatan bankalara karşı çıkmamın, çırpınarak sevdiklerimi uyarmamın altında bu var, bana kızmayın n’olur! Bu kadar ön bilgi yeter; şimdi Kastelli’nin bu büyük soygunu gerçekleştirmek için nasıl bir yol izlediğini konuşalım. Sahtekâr banker için; Arslan Başer Kafaoğlu’nun, Alan Yayınları tarafından, 1982 yılında basılan, “Bankerler ve Kastelli Olayı” adlı kitabının 51. sayfasında çarpıcı bir saptama vardır: “Kastelli'nin ilkesi reklam, reklam, gene reklamdı... O reklama tapardı.” Tüm otoriter sistemlerin en etkili silahı olan reklam ve tekrarlardan başka, sanata destek veriyormuş izlenimi yaratan ve ‘hayırlı işler yapan’ vakıf kurmak da Kastelli’nin, büyük soyguna giderken kullandığı yollardan biridir. Bu doğrultuda, kendi adına bir Kültür Sanat Vakfı kurar Kastelli. Vakfın kuruluş tüzüğünü okuyunca, on değil, yirmi parmağımız birden ağzımıza girer. “Sanatın her dalında uğraş veren Türk sanatçısına yeni olanaklar sağlamak amacıyla” kurulan Kastelli Kültür Sanat Vakfı’nın görevleri şunlardır:
  1. Çocuk tiyatrosu kurmak
  2. Uluslararası festivaller düzenlemek
  3. Sanatçılara ödül ve karşılıksız burs vermek
  4. Özel tiyatrolara parasal yardım yapmak ve saire, ve saire…
Gerisini boş verin. Şaşırdınız mı?... Kastelli Kültür Sanat Vakfı’nın kendisine birincil görev edindiği şeyin bir çocuk tiyatrosu kurmak olması ne anlama geliyor sizin için bilmem ama; ben bu girişimine bakarak, Kastelli’nin gerçekten büyük bir dolandırıcı olduğuna inanıyorum. Öyle böyle değil, bu işin kitabını yazacak kadar büyük hem de! Çünkü bir toplumu kandırmanın ya da yüceltmenin en kolay yolunun ne olduğunu, bu yolun da çocuklarla ilgili bir yerlerden geçtiğini biliyormuş büyük sahtekâr. Bu çocuk tiyatrosu kurma işi sadece lafta da kalmamıştır üstelik. Taksim Venüs Sahnesi’nde, Hadi Çaman’ın yazıp yönettiği “Rüyaların En Güzeli” adlı müzikal çocuk oyunu, 28 Mart 1982 günü, Kastelli Kültür Sanat Vakfı manşetli çağrı kâğıtlarına basılarak “seçkin” seyircilerin önüne de çıkmıştır. Hadi Çaman, Haldun Dormen, Eşref Kolçak, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, daha kimler kimler Kastelli’nin bu büyük soygununda -bilerek, bilmeyerek- onun yanında fotoğraflar vermiştir, saymakla bitmez. Şimdi şöyle düşünenleriniz olabilir? Bir bankanın ya da özel bir girişimin, -belki de bir bankerin- çocuk tiyatrosu kurması, çocuk oyunları yapması neden kötü olsun ki? Bu yazının yazarı neden bu işe olağanüstü tepkilidir? Yoksa bu işin de mi tekeli var? Tekeli yok ama birilerinin, tamamıyla bağımsız olması gereken tiyatroya hâmilik yapması kesin kes yanlıştır bana göre. Bankaların, bankerlerin hatta devletin bile! Neden kötüdür bu biliyor musunuz; en kestirmesinden söylesek bile, tiyatronun ruhuna aykırıdır bu yapılan da ondan! Tiyatro, yapısı gereği karşı çıkar, anlaşmaz; darbeci ya da işgalci iktidarlar, başa geldiklerinde bu yüzden önce tiyatroları kapatmıştır ya tarih içinde. Ya da bu dediğimizi başka açıdan da söyleyebiliriz: Halkıyla birlikte verdiği bir savaşım sonucu ortaya çıkan yeni devlet ya da sistemler, önce kültürel hamleler yaparak varlığını örgütlerler; kitaplarla, tiyatroyla! Hatırlasanıza, Türkiye’de de öyle olmamış mıydı? Ama ya sonra? Sonra, bile bilmeye her şeye burnunu sokar birileri! “Baylar, bayanlar; niçin bilmediğiniz şeylere burnunuzu sokarak kendinizi küçük düşürüyorsunuz? Önce bilinmesi gereken şey şudur: Tiyatro, her gün değişen hükümetlerin, midecilerle dolan partilerin üstünde bir kurumdur. Toplum ona ancak hürriyeti, özgür çalışması için ödenek verir… Şehir Meclisi’ni çiftlikleri, sanatçıları da parayla tutulmuş kâhyaları sanıyorlarsa, uyansınlar. Bu tiyatro sanatçılarındır. Tiyatro, hükümetlerin ya da belediyelerin lütfuyla yaşayan bir arpalık değildir… Her tiyatro örgüt bakımından bazı yerde devlete, bazı yerde belediyeye bağlıdır ama; işine ve idaresine sanatçılardan gayrısı burnunu sokmamıştır. Çünkü tiyatro Aristophanes zamanından beri topluma önderlik eder; devleti, hükümeti idare edenleri denetler. Her konuda yol gösterir. Görevi, gerçeği, güzeli, iyiyi tanıtmaktır.” (Muhsin Ertuğrul’un “Tiyatro” başlıklı yazısından alıntı, Yeni Ufuklar Dergisi, Sayı: 164, Ocak 1966, s. 1) 12 Eylülcülerin Türk tiyatrosuna yaptığı en büyük kötülük, tiyatroda kendi özünü bulan halkın kökünü dinamitlemiş olmasıdır. Orada tartışan, düşünen hikâyeler karşısında, toplumsal sorumluluğunu sürekli temize çeken seyirci artık yoktur. Sahne ve seyirci arasına tank namluları sokulmuş, izni olan oyunların provaları bile asker gözetiminde yapılmaya başlanmıştır. Böyle olunca da; halk giderek tiyatrodan uzaklaştırılmış, onun gücünü unutmaya zorlanmış; bunu yerine önlerine konan magazin şovlarla, yarışmalarla, bol bol paraların dağıtıldığı eğlence programlarıyla uyutulur olmuşlardır. Televizyon, bilinç ve hafızayı yok eden bir kitle imha silahı olarak kullanılmaya tam da bugünlerde başlamıştır, bunun şans olduğunu mu sanıyorsunuz? Ya da televizyona ‘aptal kutusu’ denmesi boşuna mıdır sizce? Sevinelim, günümüzde televizyon izlenme oranı çok düşük. Artık o beyaz cam bizim için bir tehdit değil. Onun karşısına geçip, kendimizi uyuşturmuyoruz, çok şükür. Akıllandık artık! Öyle beynimizi kemiren bir ekranın karşısına geçip, penceremizin önünden akıp giden hayatı kaçırmıyoruz, bir saçma ekranın insanlığımızı eksiltmesine izin vermiyoruz, hay aklımızı sevelim… Ne?...Ne?...Niye bir hinlik arıyorsunuz ki yazdıklarımın içinde? Ne dedim ki ben şimdi? 12 Eylülcülerin çok ince hesaplarla planlayıp oluşturduğu bu durumun, tiyatro yapanlarda yarattığı en büyük tramva, darbecilerin sanatçıların önüne uzattığı iki seçeneğin de kabul edilir olmamasıdır: Ya hapis, ya biat!... Başta direnen sayısı çoktur çok olmasına ama gerek bir bahane uydurularak tutuklamalar, işkenceler, işten atmalar, aç bırakarak boyun eğdirme numaraları, devlet gücü ve silah zoruyla yaptırımlar arttıkça… çoğu bu sancılı sürece dayanamaz. Gösteri dünyasında kalmak için yeni yollar arayanlara televizyon işaret edilir. Buna direnen ama belirgin bir politik çizgisi olmayanlar ise, oyuncu kadrosu az, maliyeti düşük projelere yönelirler… Nereye kadar? Asıl kötülük, işte bu sıkışmanın doğurduğu o dar zamanlarda gerçekleşir. Gişe kaygısıyla kıskaca alınan sahnelerin çoğu, bunalmış ve gülmeye hasret bırakılmış seyircileri kendine çekmek için; içi boş, sadece güldürmeyi amaç edinmiş, müzikli, danslı gösteriler yapmaya başlar. Bu gösteriler zamanla açık saçık ve seviyesizlik noktasına evrilir. Tiyatronun öğretmenliği, toplumsallaştırıcı yeteneği kimsenin umurunda değildir artık. Bu işin evrileceği yeri kestirenler bu işten uzak dursalar da; önce popülist, bencil, mağdur, isyankâr arabesk kültürüyle boğulan canı sıkkın kitlenin büyük çoğunluğu; zamanla, yerden bitmiş gibi karşılarına çıkarılan taverna kültürüyle, vur patlasın, çal oynasın meyhanelere yönlendirilir… Tiyatrolar bir bir iflas ederken, eller havada göbek atanlar, eğlencelerini borçla yapmaktan utanmamaya başlar. “Ehhhh! Hayat bir kere be! Onu düşün, bunu düşün, yetti be!”… O gün cümbür cemaat bir meyhaneye girdik, hâlâ oradayız, bir çıkamadık oradan! 12 Eylülün tanklarla, tüfeklerle başlattığı kıyım, en az onlar kadar etkili olan bir başka silahla; gündelik aktüel silahıyla, yetişmekte olanların beyinlerini emerek sürer. Önce kitaplar çekilip alınır çocukların elinden, boş kalan ellerine atariler, zaman katliamından başka hiçbir işe yaramayan oyuncaklar verilir. Renkli oyuncaklar, ekranlı oyuncaklar… Ekranda oyun oynamak için kafasını yere eğen çocuk, o gün bugündür kafasını ne zaman yerden kaldırmaya yeltense, gizli bir el, elindeki oyuncağı değiştirip, çocuğun başını kaldırmasını engellemektedir. 12 Eylül tiyatrosunun utandıran oyunları sürerken, sıkıyönetimin ünlü 1402 numaralı yasasıyla, birçok oyuncu, akademisyen ve düşünce adamı görevlerinden el çektirilir. Onların payına da işsizlik düşer. Yılların deneyimli oyuncularını bir kalemde silip atan darbeciler, Türk tiyatrosu tarihinde ilk kez yapılan ve uzaktan bakınca sanatçılar için iyi bir şey gibi görünen bir rezalete daha imza atarlar. 1982’de yaptıkları sözüm ona yeni Anayasa kitabına bir madde eklerler, 64. maddeyi! Devlet sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.” ‘Sanatçıyı koruyorum’ maskesi altında para dağıtmaya başlayan devlet, bu işin nereye gittiğini hesaplamamış olabilir mi? Devletin aklındaki başkaaa, paradan gözü kamaşanın derdi başka… Devletten para alan sanatçı, bu ‘tatlı paraya’ alışınca, elbet karşılığında devlete bir şey vermelidir, değil mi? Sizce ne veriyor olabilir? Neyi var ki ne versin? Sanatçı, gerçek sanatçıysa tek şeyi olur: Özgürlüğü! Tek tutanağı, üretmek için ihtiyacı olan tek şey, varoluş nedenidir o… Özgürlük! Gerçek sanatçı her şeyini kaybeder ama bu hazinesini ölesiye korur; bu yüzden ona sanatçı derler ya! Bunu para ya da başka bir şey için verenlere ne demeli şimdi? Para vermenin bir başka yolu da, ödül törenleridir cuntacılar için. Herkes birbirine ödül vermeye başlar 12 Eylül sonrası, neden bilmem? Ödülün de suyu çıkar kısa sürede. Ödül, konusunda uzmanlaşmış ak saçlıların, gerçekten bir yerlere ulaşanların hak ettiği o taltif edilme duygusu, o onurlandırılma da değerini yitirmeye başlar. İş o hale gelir ki; 1982 yılında verilen Avni Dilligil Tiyatro Ödüllerinden biri de kime verilir bilin bakalım?... Banker Kastelli’ye! Evet, Kastelli’ye, şatafatlı bir törenle ‘Jüri Özel Ödülü’ verilir! Tiyatroya yaptığı katkılarından ötürü… Yuh! Tiyatro kimlere kalmış, vay başımıza gelen! Yuh ki bir daha yuh! Söyleyecek başka söz bulamıyorum. DEVAM EDECEK