12 Eylül tiyatrosundan utandıran oyunlar-2

12 Eylül tiyatrosundan utandıran oyunlar-2 Çocuk tiyatrosu sahnesinde postal izleri Şimdi kafa kafaya verip konuşalım. Çünkü güzel şeyler değil konuşacaklarımız, bu yüzden yakın olalım birbirimize. 12 Eylül’de, darbecilerin öncelikle ortadan kaldırmaya çalıştıkları şeyler nelerdi; bunları doğru okursak, tiyatronun başına gelenleri de daha iyi anlamış oluruz. Sıkıyönetim Mahkemeleri 210 bin davada 230 bin kişiyi yargıladı. Bu yargılamalar sonucu; 7 bin idam istendi; 571 kişi idamla yargılandı ve bunun 49’u infaz edildi. Yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren bu vahşetin sembolü olarak hafızalara kazındı. Saptanabildiği kadar; 171 kişi işkence odasından çıkamadı. 14 kişi açlık grevindeyken hayatını kaybetti. 650 bin kişi gözaltına alınırken, 2 milyona yakın kişi fişlendi. 14 bin kişi vatandaşlıktan atıldı. Mahkemeye verilen gazetecilerin aldığı hapis cezalarının toplamı 3 bin 300 yıldan fazlaydı. Gazeteler neredeyse 10 ay boyunca yayın yapamadı. Basın ve yayıncılık alanında 151 yeni kısıtlama yasağı getirildi. Buna karşın, 40 tona yakın kitap, dergi ve gazete yakılarak imha edildi. 937 sinema filminin gösterimi yasaklandı. Tiyatroya yapılan saldırılara baktığımızdaysa, içimizin kanaması, dalgalı bir deniz gibi kabarır da kabarır. Sonunda bizi kusturana kadar kabartır içimizi. Daha çok ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ ve ‘Zengin Mutfağı’ oyunlarıyla tanıdığımız ve tiyatro tarihimizin ilk Brechtiyen dramaturgu kabul edilen Vasıf Öngören, Hollanda’ya kaçarak cuntacıların elinden kurtulur. Ancak memleketinden uzakta çok yaşayamaz yazar. Henüz 46 yaşındayken, 14 Mayıs 1984 günü aramızdan ayrılır. (1938-1984) 1965 yılında girdiği TRT’de önce program yazarı, daha sonra kültür ve eğitimden sorumlu müdürlük görevlerinde bulunan toplumcu gerçekçi oyun yazarlarımızdan bir diğeri, Oktay Arayıcı da cuntanın hedefindedir. 1981 yılında görevinden istifaya zorlanır Arayıcı. Zehir soluduğu bu iklimde o da çok yaşayamaz; 21 Ocak 1985 günü, 49 yaşındayken hayatını kaybeder. (1936-1985) Sonra Ruhi Su, onu da 12 Eylül cuntacıları öldürmüştür. Eğer tedavisi için yurt dışına çıkış izni verilseydi belki de yaşayacaktı, müzik tarihimizin ilk basbariton sesi, gururumuz Ruhi Su! (1912-1985) Ölmeyen ama ölmekten beter eziyetlere maruz bırakılan sayısız sanatçı; Halil Ergünler, Mustafa Alaboralar, Tuncer Cücenoğlular, daha onlarcası… onlarcası sahneden koparılmıştır cuntacılar ve onun sivil işbirlikçileri yüzünden. Çocuk tiyatrosu cephesinde neler olmuş, biraz da ona bakalım mı? 1981 yılı, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. yılına denk geldiği için, darbeciler nasıl sıkı Atatürkçü olduklarını kanıtlamak için sanki birbirleriyle yarışa girerler. Bunu da yine tiyatro üzerinden, çocuk tiyatrosu sosuna bulaştırılmış hamasi sözler üzerinden yaparlar. Türk Tiyatrosu dergisi, ‘Atatürk Yüz Yaşında’ başlıklı özel bir sayı basar 1981’de. 428 numaralı bu derginin sekizinci sayfasından, “Kenan Evren, Orgeneral, Devlet Başkanı” sıfatıyla, darbenin başı olan kişinin -ne yapıp ödül kazandıklarını bilmediğimiz- bazı kişilere ödül verdiğini öğreniriz. Dergi, bu ödül töreni sırasında Evren’in yaptığı konuşmanın metnini de yayımlar. Egodan patlamak üzere olan sözler, kibar olayım derken gizliden gizliye yaptığı kabalıklar, Atatürk’e ait olduğunu herkesin bildiği bir sözü sanki kendisininmiş gibi pazarlamalar, bozuk bir Türkçe… Ne kötü bir metindir o öyle! Ulu önder Atatürk’ten sonra sanatçılarımızın ellerinden maalesef tutamadık. Burada ödüle hak kazanan sanatçılarımızın yanı sıra daha nice değerli sanatçılarımız var. Burada bu sanatçılarımızın şahsında onları da tebrik ediyorum. Onlara, buradan sahneye çıkarak ödüllerini vermekten gurur duyuyorum. Ben, buraya ödül dağıtmaya gelirken, bir Devlet Başkanı’nın sahneye çıkarak ödül dağıtmasının uygun düşmeyeceğini söyleyenler oldu. Bu değerli sanatçılarımıza, bu sahnede ödül vermek beni küçültmez, aksine yüceltir. Gerekirse ben onların ellerini de öperim.” Bu törende, darbeden sonra Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği’ne getirilen ve o günden sonra verdiği söyleşilerde ‘endişeli ve tuhaf’ sözler kullanan ‘Devlet Sanatçısı’ Vasfi Rıza Zobu’ya da bir ödül verildiğini biliyoruz. Yeri gelince ondan da söz ederiz. Bu konuşmanın yayımlandığı sayfanın karşı sayfasında bana çok ilginç gelen, içimi sızlatan, “Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılında Şehir Tiyatrolarının Kutlama Programı” başlıklı bir duyuru vardır. Hani askeri törenlerde, bir subay kürsüden bir şeyler okur ve sonra “Arz ederim” diye bitirir ya konuşmasını, aynı öyle bir dil kullanılarak kaleme alınmış bir metin. Alt alta dizilmiş duyurulardan biri de; ‘Çocuk Oyunları Yarışması’ adlı bölümdür. Duyuruyu olduğu gibi yazayım da üstüne bir iki laf edelim, olur mu?İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle bir çocuk oyunları yarışması düzenlemiştir. Yarışmada derece alanlar para ödülüyle değerlendirileceklerdir. Bütün yazarlarımıza açık olan yarışmanın seçici kurulu, Şehir Tiyatrosu sanatçılarımızdan oluşturulmuştur.” Yazık, çok yazık ki; bu çağrı, “Bütün yazarlar gelin hep beraber çocuk tiyatromuzu yerin dibine batıralım, bunun için size para vereceğiz” demek değildir de başka nedir? Hani bir konu ya da tema bütünlüğü, hani metnin uzunluğuna dair bir açıklama, hani yarışma jürisinin ne zamana kadar oyun kabul edeceği bilgisi, hani kazananların ne zaman duyurulacağı… Bu ne baştan savma bir duyurudur böyle? Belli ki dergiye yetiştirmek için apar topar yazılmış bir metindir bu. Görülmüş şey değil; hiçbir şeyin belli olmadığı böyle bir şartname mi olur? “Para vereceğiz” dediler ya, herhalde bunu yazmalarının yeterli olacağını düşündüler, ne bileyim! Aklıma Muhsin Hoca’nın, 1935 Ağustosunda açtığı ve tek tek düşünülerek kaleme alınan, ardından da bütün gazetelerde yayımlanmış olan ‘Mükâfatlı Çocuk Piyesleri Müsabakası Şartnamesi’ geldi şimdi… Eksildim durduğum yerde. Eksildiğim yerlerime öfke dolmasaydı keşke ama olmuyor, doluyor işte! Sadece bu da değil; 428 numaralı özel sayının hemen ardından; Aralık 1981’de, 429 numarayla çıkan Türk Tiyatrosu dergisi de çocuk tiyatrosuyla ilgili bir sayıdır, hem de “Çocuk Tiyatromuz 46 Yaşında” gibi afili bir kapakla, adıyla sanıyla… Şu işe bakar mısınız? Tiyatro dünyası; yeni, özgün, farklı oyunlar üretmek yerine, işi gücü bırakmış, hiç durmadan çocuk tiyatrosu üzerine, kocaman kocaman laflarla donatılmış yayınlar yapmaya girişmiştir. Allah Allaaahhh, niye ki? Az sonra oynanan çocuk oyunlarına baktığımızda ne dediğimi daha iyi anlayacağınızı biliyorum. Ama önce bu sayıda bulunan, bana oldukça ilginç gelen bir yazıdan söz etmeliyim. Derginin on altıncı sayfasında, “Çocuk Tiyatrosu Deyip Geçmeyelim” başlığıyla yayımlanan yazının altındaki imza Erhan Dilligil’e aittir:Ulu önderimiz Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, yurdumuzda öyle çocuk tiyatroları kuralım ki, öyle çocuk piyesleri yazalım ki, öyle çocuk tiyatrosu sanatçıları, yöneticileri, dekoratörleri, müzik yapımcıları, müzik söz yazarları yetiştirelim ki, şimdi aramızdan ayrılmış, bu fani dünyayı terk etmiş değerli merhum Muhsin Ertuğrulların, Küçük Kemallerin, Ferih Egemenlerin yapmış ve yapmak istedikleri çocuk tiyatrolarını aşsın ve geçsin (…) Çocuk tiyatrosu deyip geçmeyelim. Türk tiyatrosunun ve Türk tiyatro seyircisinin gelişimini, oluşumunu çocuk tiyatrolarına gereken önemi veren bütün merhum sanatçıları rahmetle anarken, değerli büyüklerimizden yurdumuzda çocuk tiyatrolarıının her ilimizde oluşmasını, çocuk tiyatrlarımıza gereken ilginin duyulmasını, çocuk tiyatrolarımızın küçücük seyircileri adına saygılarımla rica ederim.” Erhan Dilligil, sanki birilerinden çocuk tiyatrosu konusunda bir şeyler yapmasını rica ediyormuş gibi geldi bana bu yazıyı okuduğumda… Kimden Sayın Dilligil, kimden bu ricalar? “Değerli büyüklerim” dediğin kimlerdir? Cuntacılar mı?... Muhsin Ertuğrul değil iktidardan ricacı olmak, onlara iz takibi yaptırarak, çocuk tiyatrosunu bugününe getirmişti, ne çabuk unuttun? Eğer iki yıl önce, 29 Nisan 1979 günü aramızdan ayrılmış olmasaydı; ne sen böyle el pençe duran bir yazı yazarak, kasabının bıçağını yalayan dana pozisyonuna düşerdin, ne de iktidarın suyuna giren Türk Tiyatrosu dergisi böyle bir yazıya sayfa açardı! Bu ne korku böyle? Hoş; Burhan Felek gibi; iki dünya savaşı, Kurtuluş Savaşı, tek partili sistemden çok partili sisteme geçiş, 60 darbesi, 71 Muhtırası ve en sonunda da 80 darbesini görmüş kurt bir gazeteci bile: “Hâlâ Türkiye’yi anarşiden iflasa, cinayetlerden hıyanetlere kadar götüren ma’kûs talihi tepelemeye başarıyla uğraşan Milli Güvenlik Konseyi ve Hükümeti adına Devlet Başkanımız Orgeneral pek muhterem Kenan Evren Paşa 5 Ocak 1981 Pazartesi günü Büyük Millet Meclisi Toplantı Salonu’nda devlet ve millet erkânı önünde Atatürk’ün 100. Doğum Yıl Dönümü’nü kutlamalara açtı. Bu nutku can kulağıyla dinledik” diye, korktuğunu gizleyemeyen bir yazı yazıyorsa, korku ikliminin nasıl boğucu bir etki yarattığını daha iyi anlayabiliriz. Felek, bu yazıyı yazdığında 92 yaşındadır üstelik… (Burhan Felek, “Yaşasın Atatürk ve Onun Hayırlı Evlâtları” başlıklı yazısından alıntı, Milliyet gazetesi, 7 Ocak 1981) Biz işimize bakalım. Türk Tiyatrosu dergisinin bir sonraki 430 numaralı sayısında, söz aralarına gizlenmiş bazı ayrıntılara bakarak, hanidir bizi şaşırtan bazı sözlerin yanıtını bulur gibi oluruz. Dergi 1981/82 sezonunun açıldığını bildirmektedir özünde. Sezon açılışı, Harbiye Şehir Tiyatrosu Salonu’nda, 17 Ağustos 1981 günü yapılmış; açılış konuşmalarınıysa, İstanbul Belediyesi Başkan Yardımcısı Coşkun Altuğ ve Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Vasfi Rıza Zobu yapmıştır. Bizi mesut edecek tek çare birbirimizi sevmektir” diye başladığı konuşmasının içinde, gözden kaçmayacak kadar korku izlerine rastlarız Genel Sanat Yönetmeni’nin: Sanat tiyatrosunda; tiyatro sanatından başka bir şey düşünmemek zorundayız. Buna uyulmadığı devri, o günleri unutmayalım. Ne vakit ki bu sanat çerçevesinin dışına adım atılmışsa hüsrana uğranılmıştır. (!) Şu içinde bulunduğumuz müessesenin geçmişine bir bakın. Yalnız sanatı uğruna çalışan hocalarımızın o parasızlık devirlerindeki zaferlerini görün. Sonra sizlerin de içinde yaşamak mecburiyetinde kaldığınız, bütçesi bol ama sanattan gayrı işler uğruna çaba sarfedilen yılların çöküntüsünü hatırlayın (!) (…) Arkadaşlarımızın çekiştiricisi değil, yol aydınlatıcısı, yardımcısı olalım (…) Bunun aksi, yoldan çıkma ve sapıklık olur. Ne sana yarar, ne bana. Çöken tavanın altında kalır, eziliriz. Kimse de bizi kurtaramaz.” Zobu’nun, “Ne vakit ki sanat çerçevesinin dışına adım atılmışsa hüsrana uğranılmıştır” dediği şey nedir acaba? 68’den başlayıp, 70’lerde yükselen politik sanata yüzünü dönen oyunlardan mı söz ediyor Zobu? Eğer sözü edilen o dönem değilse, ne zaman sanatın dışına çıkıldı ki, bu sözleri kullanmaktadır Vasfi Bey? O dönemde de çıkılmadı, içeriği değişti sadece ya, neyse… “Bütçesi bol ama sanattan gayrı işler” dediği nedir peki? Ne zaman tiyatroda bol bütçeli yapımlar olmuştur? Tiyatro kıt kanaat, kendi damarlarındaki can suyunu içerek ayakta kalmıştır her zaman, ne diyorsunuz siz? Vasfi Rıza Zobu’nun, anlam veremediğimiz bütün bu sözlerinin arkasında neyin gizli olduğunu anladığımız bir de söyleşisi yayımlanır derginin içinde. Söyleşiyi, derginin Teknik Yönetmeni de olan Tayfun Türkili yapmıştır.
  • Sayın Zobu, eldeki rakamlara bakılacak olursa Şehir Tiyatroları önceki yıllara nazaran çok daha iyi durumda.
  • Evet, öyleymiş, muhasebeden de öyle diyorlar (!) Birkaç misli olmuş.
  • Peki bu seyirci yükselmesini neye yorumluyorsunuz? Asayişin sağlanması veya repertuarın daha iyi hazırlanmasına mı?
  • Asayişin temini birBir de halkın hoşuna gidebilecek, sevebilecek, seyrine gelip seyretmeye heves edebileceği eserleri seçmek… Ben buna yoruyorum.
Üzüldüğüm nedir, biliyor musunuz; Muhsin Ertuğrul bunları duysaydı, bir daha ölürdü herhalde! Şehir Tiyatroları’nın birinci başarı ölçeği “muhasebe raporları” mı oldu, Hoca’nın ölümünün üstünden iki yıl bile geçmeden? Ya repertuar seçim yöntemine ne diyeceğiz; “Halkın hoşuna gidebilecek, sevebilecek, seyrine gelip seyretmeye heves edebileceği eserler” ha? Birilerinin himayesi olmadan ayakta duramayan, yol açıp, rehberlik yapmayan bir tiyatro, tiyatro mudur? Tiyatro kendi seyircisini yaratmak için sadece namuslu işler yapar, ötesi boştur. Tiyatro, ne zaman ki herhangi bir kuvvet karşısında boynunu eğer; gelmiş geçmiş bütün tiyatro devrimcileri asıl o zaman ölürler yattıkları mezarlarında! Onları rahatsız etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur Sayın Genel Sanat Yönetmenim, bunu bilmiyor musunuz yoksa? Hadi bunları geçtik, “Çöken tavanın altında kalır, eziliriz. Kimse de bizi kurtaramaz” ne demek asıl? Yani, ‘Şükürler olsun ki, 12 Eylül geldi bizi kurtardı’ mı diyorsunuz yoksa? Kimden kurtardı sizi? O ‘kurtarıcı’ dedikleriniz, boyun eğmeyen yüzlerce arkadaşınızı ekmeğinden aşından edenler değil midir? Oynayacağınız her oyunu, bütün bilgisizlikleri ve cehaletlerine karşın, onların denetimine sunmak mıdır ‘kurtulmak’ dediğiniz şey? Onların ‘yapamazsın’ dediğini yapmayacak, ‘toplumu uyutacaksın’ dediği zaman başını sallayıp, ‘tamam’ demek midir bir tiyatronun başında durmak? Yapmayın n’olur! Sınırımı aşmak istemem; çünkü siz, Türk tiyatrosunun kuruluş günlerinde ter dökmüş, emek vermiş birisiniz. Ama bakın aynı sahneyi paylaştığınız bir arkadaşınız, tiyatronun himaye edilmesi konusunda neler söylüyor:Sultanlar devrinde halkın severek ve takdir ederek kendi bağrından, kendi espirisinden yarattığı sanatkârlar, şahane seyircilerini biraz eğlendirsinler diye sözde himaye vesilesiyle, saray tiyatrolarının minderlerinde uyuşturulmuşlardır (…) Vezir konaklarında besiye çekilmiş sanatkâr, yaradılışının mânâsı olan hizmeti unutarak, halkın önünden sanatı ve hüneriyle değil, saray arabasının içinde rütbe ve nişanlarıyla geçerek o da istismarcıyı istismar etmeyi öğrenmiştir .” (Avni Dilligil’in “İstismar!” adlı yazısından alıntı, İzmir Belediyesi Şehir Tiyatrosu yayın organı Tiyatro Mecmuası, Eylül-Ekim 1947) Her şey bir yana; düdük çalar gibi çocuk tiyatrosunun öneminden söz eden bir sürü şey yapıp, dergiler basıp, yazılar yayımladıktan sonra, o sezon hiç çocuk oyunu oynamamış olmayı nasıl açıklayacaksınız Sayın Müdürüm? Sizi himaye ettiğini, onlar olmasaydı, çöken tavanın altında kalacağınızı söyleyenlerin size dayattığı korkuyu, tehditi ne kadar da çabuk öğrenip, kabullenmişsiniz böyle! Aralık 1982’de yayımlanmış, 434 numaralı Türk Tiyatrosu dergisinin ekine baktığımızda; 1982/83 tiyatro sezonunda üç çocuk oyununun sahne aldığını görürüz. Üçü de yabancı yazarlara ait, üçü de masal! Bunlardan ilki, Eleanor Porter’den “Pollyanna”, ikincisi, Engelbert Humperdinck’ten “Haensel ve Gretel”dir. ‘Hansel ve Gretel’ adlı masalın Grimm Kardeşlere ait olduğunu biliyorum ben. Broşürü okuyunca bilgimden kuşkuya düşüp, bir kez daha kontrol ettim bilgimi. Gördüm ki, ben haklıyım; masalın adı da “Haensel ve Gretel” değil “Hansel ve Gretel”miş gerçekten. Sonra düşündüm; peki Şehir Tiyatrolarının yayımladığı çocuk oyunları broşüründe, oyun yazarı olarak Engelbert Humperdinck’in adı niye işaret edilmiştir o zaman? Sonra oyunun adındaki o “harf fazlası”nın da ne olduğunu anlamadım. Bu kadar önemli bir hata yapmış olamazlar değil mi? Sonra çözüldü işin sırrı; bu masalın bestelerini yaparak opera halinde yeniden yorumlayan Alman müzisyenin adıymış Humperdinck. İyi, tamam da, sen opera mı yapıyorsun ki Grimm Kardeşler değil de, yazan kısmına Humperdinck’in adını yazıyorsun? Çıkamadım işin içinden. Neden böyle bir şey yaptıklarını anlamadım açıkçası! Neyse… Bu oyunlardan başka, bir de Gredianus’tan “İki Kova Su” adlı oyunun oynandığını yazar broşür. Siz ne derseniz deyin; çocuk oyunlarını tanıtan kitapçığı incelerken çok rahatsız oldum ben. Oyunların künyesinin üstünde, çizgi resimlerle, kitapçığın albenisini artırmaya çalışmış Şehir Tiyatrosu’nun dergiyi hazırlayan grafikerleri… Ama hazırladıkları iki çizgi görselde de, körlerin bile görebileceği kadar rahatsızlık veren “parmak sallama” figürleri göze çarpar. Herkes bilir ki; parmak sallama, en basitinden tehditkâr bir işarettir. Tehdit edenin, kendine güvenmez bir korkak olduğunu düşünürsek; ben bu gizil ve çok tehlikeli bulduğum bilinçaltı eğitimindeki anlam kaymasının temelinde, konuşarak, tartışarak çözmek yerine, 12 Eylül’ün yarattığı kültürsüzlük ve saldırganlığın yattığına inanıyorum. DEVAM EDECEK