12 EYLÜL TİYATROSUNDAN UTANDIRAN OYUNLAR – 3 ORMANI FİDANKEN YAKMAK 12 Eylül darbesinin faturasını...

12 EYLÜL TİYATROSUNDAN UTANDIRAN OYUNLAR – 3 ORMANI FİDANKEN YAKMAK 12 Eylül darbesinin faturasını en çok çocuklar ödedi. Darbeciler, çocukların masumiyetini çiğnedi. Ülkemizde canını dişine takarak, bin bir aşılamaz sanılan engeli aşarak, çocuk tiyatrosunu kuranların amacı neydi? Çocuklar için tiyatroyu yaşamlarının bir parçası haline getirmek ve düşünen, paylaşan, sorgulayan bir geleceği hazırlamak… Cumhuriyetin çocuklarından beklediği de bu değil miydi zaten? Yani, çocuk tiyatrosu; kendisine ve memleketine yarar sağlayan, eğlenmeyi bilen ama dünyadaki gelişme ve ilerlemeden de habersiz kalmayan, üretici bir kuşağın yetiştirilmesinde en önemli öğretmendi. Bu algı, çocuklarını seven devlet yöneticileri tarafından desteklenmişti. Sonra ne oldu? Bazıları bu işin öncüsünü komünizm propagandası yapmakla suçladı. Suyu bulandırdı. Zamanla güçlenen bu algı, çocuk tiyatrolarını ele geçirmeye yeltendi; başaramayınca da bu işi yapanlara yöneldi öfkeleri, onları görevlerinden aldı, sürdü, işsiz bıraktı. Gene yetmedi. Öylesine sağlam ve temiz bir tohum ekilmişti ki toprağa, bir anda söküp atamadılar. Bunun yerine savaş taktiğini değiştirip, var olanın içini boşaltma, saygınlığını azaltma ve onun ulusal birlik kurma girişimlerini engelleme yoluna gittiler. Ağzı emzikli, uyutucu masalları çocuklara tiyatro diye yutturmaya kalktılar. Bir süre başardılar da bunu. Bir zaman Köy Enstitülerinin ısrarla savunduğu bu ‘başka türlü eğitim yöntemini’, enstitülere kıydıklarından on sene kadar sonra, bu kez 68 kuşağının çocukları ele aldı. Onlar, çocukların doğuştan devrimci olduklarına inanmışlardı. Onlara da kıydılar. Darağacında sallanan 24 yaşındaki genç ölüler, hep o yaşta kalacak gölgelerini, sahip çıkacak çocuklara miras bırakarak aramızdan ayrıldılar. Sonra, tanklar gene sokağa çıktı, 80 darbesi oldu. Ülkenin bütün aydınlık kaynakları bir anda gırtlağına kadar pis bir karanlığa boğuldu. Türkiye, nefes almakta zorlanırken; 12 Eylül darbesinin faturasını en çok çocuklar ödedi. Darbeciler, çocukların masumiyetini çiğnedi. Üniformalar sözüm ona iktidardan çekilip, yeniden demokrasiye geçtiğimizde (!), artık Türkiye, başka bir Türkiye olmuştur. Köşeyi dönmek için etik değerlerini masanın, daha, daha, daha çok para kazanabilmek için insanlığından kalan son kırıntılarını da halının altına süpürmeye başlamıştır insanlar. Ortalık, “Biz artık neoliberal olduk” diyen sahtekârlardan geçilmez olmuştur. Onlara göre neoliberalizm, gemisini yürüten kaptandır. Her şeyini onunla ölçtüğü tek cetvel vardır elinde artık: Para! Toplumsal yarılma mı diyeyim, şehir çöplüğünden kötü kokan; kitle özelliğini yitirip, artık bir ‘kütleye’ dönüşmüş, şehir büyüklüğünde tek bir insanın ruhsal çürümesi mi diyeyim bilemediğim bu dönemde, çocukları, hep pencereden görecek uzaklıkta tutar ‘neoliberaller’… Aman ne olur, ne olmaz; yeni dediğimiz bu uyduruk, sömürücü sistemin, gelenek pınarından su içtiğini görse görse, onlar görür neme lazım diye diye, çocuklara yalan söylemeye, onları da kendilerine benzetmeye başlarlar. Tehdit etmeler, masumiyet sömürüleri yeniden sahneye çıkar. Bir zaman 16 yaşından küçükleri, ahlâkları bozulmasın diye sinemaya sokmayan Türkiye, sinemaya benzer ekranlara kucak dolusu paralar dökerek, onu kendi elleriyle çocuğunun avucuna sıkıştırmaya başlar. Aman o orada eyleşsin de, ben de hayatın keyfini çıkarayım diyenler, bir anda şehrin sokaklarını işgal ederler. İşte bu yüzden 80 darbesinin faturasını en çok çocuklar ödedi diyorum ya! Çocukları koruyacak yetişkinler, ‘yeni bohem, kısa günün kârı heyecanıyla süslenmiş hülyalarıyla’, dikkatlerini ve düşlerini masaya koymaya çoktaaan hazırlanmıştır zaten. Onlar kendi dertlerine düşmüşken; çocuk tiyatrosuymuş, içerikmiş, pedagojik uygunlukmuş, peh, geçiniz, kimin umurunda bunlar! “Çocuklar yarının yetişkin seyircileridir. Biz onlar adına ne gerekiyorsa yaparız zaten” balonunu şişire şişire ortalıkta dolaşıp, bindikleri gündelik aktüel motorunun üstünde kalmaktan başka hiçbir şeyi düşünemez olurlar. Kala kala o günlerden bir tek hamaset kalır bugüne, hayırlı olsun. Kimin kurt, kimin kuzu olduğunun karıştığı bu şık cehalet günlerinde; bir avuç inancını yitirmemiş tiyatro sevdalısı, kafa kafaya verip, sorunu analiz etmeye başlar. Kayda geçmiş en önemli kaynakçalardan biri; 27 Mart 1996 günü, Ankara Yeni Sahne’de yapılan “Türkiye’de Çocuk Tiyatrosu” adlı panelin, sonradan DT tarafından, mini bir kitapçık olarak basılan toplantı notlarıdır. Uzun uzun anlatacak değilim panelde kimin ne dediğini ama Türkiye’de çocuk tiyatrosunun kuruluş günlerindeki o kuvvetli inancı, o doğru planlamayı, panelistlerin sık sık iç çekerek andıklarını da söylemeden geçemem. Füruzan Tercan’ın yönettiği panele; Ferdi Merter, Yrd. Doç. Dr. Melike Sayıl, Fikret Terzi, Ensar Kılıç ve Tülin Sağlam katılmışlardır. Ferdi Merter sorar: “Her zaman şu söz kullanılır: Çocuk tiyatrosu yarının adamını, yarının seyircisini yetiştirecek. Güzel bir söz de, bugünün çocuğunun sorunları ne oluyor? Yarının adamını yetiştirecek çok şeyler var. Çocuklar çok renkli gösterdiğimiz dünyaya çıktıkları zaman, birçok başka şeylerle karşılaşıyorlar. Bunların sorunlarına ışık tutacak bir çocuk tiyatrosu gerekmiyor mu?” (Türkiye’de Çocuk Tiyatrosu adlı panel kitapçığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Yayına Hazırlayan: Oğuz Budak, 27 Mart 1996, Ankara, s. 7) Fikret Terzi çok daha sert yaklaşır konuya: “Kuramcısı, yazarı, bilimcisi, yapımcısı, oyuncusu, yönetmeni, sanatçısı olarak bugüne dek, başından beri düştüğümüz bir hataya, şimdi çocuklar için yaptığımız bu toplantı da bir daha düştük. Çocuk yok burada!” (s. 9) Konuşmasının bu faslında Terzi, 80 darbesinin çocuğu olan neoliberalizmin, çocuk tiyatrosuyla ilişkilenmesi penceresini bir açar ki; midemiz ağzımıza gelir: “Ödenekli; Devlet ve Şehir Tiyatrolarında çocuk oyunlarında birikimli, deneyimli sanatçı göremezsiniz. Çünkü bunlar için çocuk oyunlarında oynamak, hem hafta sonu oyunları bahane edilecektir, hem de onun için bir cezadır, ödül değildir (…) Çocuk tiyatrosu için kurulan özel tiyatrolardaki oyunlar da bir başka sorun. Bunlar, ya tiyatro öğrenimi veren okullardan ya da başka okullardan üç beş gencin hevesle, para kazanmak amacıyla bir araya gelip de okullara, anaokullarına sergiledikleri sözüm ona oyunlar. İşin bu tarafı çok acı. Anaokulundan ilköğretimin sonuna kadar çocuk, yapılanları gördüğünde onun tiyatro olduğunu sanarak tiyatrodan soğuyor. Bu da bir bakıma ormanı daha fidanken yakmak gibi büyük bir cinayet. Bunların yanında bir de bankaların ve devlet kurumlarının yaptığı tiyatrolar var. Ülkemizde bunları bilinçle yapan yapımcılara çok az rastladık. Ben başlangıçta böyle bir yapıya da karşıyım. Çünkü sanat, özellikle tiyatro, yönetime karşıdır, kapitale karşıdır. Bu yüzden onlarla bağdaşamaz. Onun istediğini yapmaz. Buna karşın yine de ülkemizde çok az tiyatro çocuklara yararlı bir şeyler yapmak için savaşım verdi. Bir de (…) çocuklar açısından değerlendirmek gerekiyor. Ülkemizde yetişmiş çocuk seyirci olmadığı gibi, yetişkin, ebeveyn de yok (…) Burada, Muhsin Ertuğrul Hocayı saygıyla bir kez daha anacağım. Çünkü Batı’dan 1915’te, İkinci Meşrutiyet’te bu kültür alındığında, seyirci nerede, nasıl oturacağını, oyun sırasında nasıl davranacağını, oyun aralarında çıkıp giremeyeceğini, kabuklu yemiş yemeyeceğini, istediği gibi konuşamayacağını bilmediği için ona bu kuralların öğretilmesi gerekliydi. Muhsin Ertuğrul Hocamız da, 1935 yılında çocuk tiyatrosu başladığında, çocuklarla başlayayım bunları öğretmeye dedi. Nedense altmış yıl bu böyle kaldı. Sanki tiyatronun asal amacı geleceğin seyircisini yetiştirmek. Peki bugünün seyircisi, bugünün çocuğu ne olacak? Oysa geleceğin seyircisi beni hiç ilgilendirmedi. Bana geleceğin kurucusu gerekli. Ben, çocuklar için yapılan tiyatroyla dünyayı, evreni iyiden, doğrudan ve güzelden yana değiştirme istenci uyandırmalıydım.” (ss. 10-12) Araştırmalarım beni yanıltmıyorsa, gözden kaçırdığım bir yazı ya da belge yoksa; Fikret Terzi’nin panelin ikinci faslında yaptığı saptamalar; ilk kez, yetkin bir ağızdan, çocuk tiyatrosunun 80 darbecileri ve onun iş birlikçileri tarafından havaya uçurulduğunu kanıtlar niteliktedir: “Dünya ve özellikle ülkemiz, özgür düşünme , üretme, yaratma ve sağlıklı bileşime varma yeteneğinden yoksun görünüyor. Hep “ben”i öne almış. Paylaşmayı ve sevmeyi bilmeyen, yaşadığı çağa, ülkesinin sorunlarına karşı duyarsız, kimlik-kişilik çıkmazı içinde. Birbirinin tıpatıp aynısı ama bir o kadar da birbirlerine yabancı bireyler yetiştirilmeye çalışılıyor. Üstelik bu sistemli yapılıyor. İşte burada çocuklar için yapılan tiyatroya büyük görevler düşüyor. Sorun, devletin ve toplumun çocuğa ve tiyatrosuna yanlış yaklaşımında; sonra, geleceği kuran insanın, çocuğun yetiştirilmesinde ve onun tiyatrosunun öneminin henüz kavranmamış olmasında yatıyor. Bunun yanı sıra yetkin olmayan kişi ve kurumların çocuk tiyatrosu yapması, yapanların da bilinçli, bilimsellikten yoksun olması, ödenekli tiyatroların doğru örnek vermemesi, devletin bu işleri sübvanse etmemesi çocuk tiyatrosunun gelişememesine ya da yanlış yönde gitmesine neden olmaktadır. Bu iş artık bütün okullarda parasız olmalı, okullara ayda bir kez oyun görme zorunluluğu da getirilmeli. Okullarda ders olarak tiyatro dersinin konulması artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Muhsin Ertuğrul’u bir kez daha saygıyla anacağım; Köy Enstitüleri, Halkevleri ve Bölge Tiyatroları üçlemesi fikri vardı. Eğer bu yaşama geçmiş olsaydı, bugün bunları tartışmayacaktık.” (ss. 24-25) 1998 yılında düzenlenen Alaçatı Çocuk Tiyatrosu Kurultayı’nda da benzer şeyler konuşulur. Eğitimsiz kişilerce yönetilen çocuk tiyatrolarının ya da ticari amaçla tiyatro yapan gezici toplulukların, çocuk tiyatrosu için katkıdan çok zarar verici etkiler yarattığı, bu çalışmaların bilimsel bir temele oturtulmasının zorunlu olması gibi… Birgün gazetesinin, 27 Mart 2011 tarihli Pazar Eki’nde, Sayın Ceren Okur, o kadar doğru saptamalarla ortaya koyar ki bu konuyu; 1996 yılından, yazının yazıldığı 2011 yılına kadar hiçbir şeyin değişmediği çıkar ortaya. ‘Bu dönemin iktidar sahipleri, çocuklarının eğitimlerine, özellikle de sanatsal / estetik eğitimlerine hiç önem vermemiş ve bunun sonucu yetişmekte olan kuşak çocuklarının kaba, bencil ve sevgisiz olmalarına neden olmuştur’ der gibidir yazının ruhu… Ama bunu söylerken; kandırılmış çocukların masumiyetinin, yetişkin dünyasının hırstan gözü dönmüş vahşileri tarafından nasıl sömürüldüğünü, çocuklar neden olmadığı halde yine de faturanın onlara kesildiğini; böylece çocukluğun bilinçli bir programla nasıl infaz edildiğini de anlatır. Ama asıl problemin; korkan ve tam da bu yüzden duyarsızlaşmaya başlayan, mücadele yeteneğini kaybeden, ülke yangın yerine dönerken birkaç kuyruksuz hergele tarafından, borç parayla tatile gidip eğlenebilen ve üstüne üstlük bu rezil cehaletinden utanmayan yetersiz yetişkinde olduğunun altını çizerek yapar bunu! “Altı bezli çocuklar sahnede ana-babaların alkışına çıkartılıyorlar. Bu gösteriler özel okullarda Oscar törenini aratmayacak yarışmalara hatta olimpiyatlara dönüşmüş durumda bir reklâm aracı olarak kullanılıyor (…) Danslardan ve müzikten oluşan, gerisi karikatürize oyunculukla kotarılmış bir takım “iyilik” ve “doğruluk” dersleri alabileceğimiz oyunlar var artık sahnede çocuk tiyatrosu adına. Üstelik anne babalara çocuklarını tiyatroya götürmek bir görev olarak yükleniyor ve sanatla çocuklarını tanıştırmak için bu ucube gösterilere çocuklarını götürmeleri yönünde destekleniyorlar. Okullarda da tiyatro faaliyeti adında bu gösterileri görmek mümkün. Okul yönetimiyle anlaşan özel tiyatrolar ücreti mukabilinde niteliği kendinden menkul oyunlarını rahatlıkla seyrettiriyorlar çocuklara, öğretmenlerin susun tiyatroda konuşulmaz, gülünmez uyarılarıyla (…) 70’lerde banka sponsorluklarıyla ivme kazanan günümüzde belediyelerle ve özel şirketlerle devam eden sponsorlu özel çocuk tiyatrosu da aslında hiçbir bilimsel veriye dayanmadan yaratılmış “müzikli-danslı çocuk tiyatrosu”na destek oluyorlar. Gizli reklamlar, açık reklamlar, ürün tanıtımları, meyve suları, sütler eşliğinde eğlenceli oyunlar sunuluyor çocuklara, geleceğin tüketicileri şimdiden şekillendiriliyor (…) Çocuk adına konuşanlar, onları eğitenler, tiyatrosu adına da konuşmakta hatta amaç göstermekte beis görmüyorlar. Akademik olarak çocuk tiyatrosu bir yere dayanmayınca, kendi başına ilkelerini ve ağırlığını koyamıyor, bilimsel verilerden yoksun el yordamı ilerleyişlerin önü açılmış oluyor (…) Çocuk tiyatrosu serüveni çıkış noktasından çok uzakta bir yerlerde dolanıp duruyor (…) Birkaç iyi örnek dışında çocuklara izletilen tiyatro adı altındaki gösterilerin çocukları ne geliştirmesi, ne geleceğin izleyicisi kılması, ne de estetik olarak eğitmesi mümkün değil. Bu mümkün olabilseydi eğer, şimdiki yetişkinlerin hepsinin “iyi, doğru insanlar” ve iyi seyirciler olması gerekirdi. Tiyatroya gitme oranları son otuz yılda sürekli düşüyor, suç oranları artıyor. Eğitilerek bu günlere gelen bizler onlara sunduğumuz dünya ile çırılçıplak ortadayız, ölümler, açlık, savaş, kıtlık ve kirlilik…” Neoliberalist dünyada kimse kimseyi sevmez mi yahu, bu nasıl pis bir sistemdir? Eğlenirken muç muç, sıkıntı oldu kaç kaç! Sonra da “Ben insan sevmiyorum” gibi korkunç bir laf etmiyorlar mı, deli oluyorum! Sen tabi ki insan sevmezsin, insan seven önce kendisine saygı duyar, öz varlığını sever! Elinde dünyanın en akıllı cihazı olsa kaç yazar; akıl sana lazım bence! 80 darbesinden sonra salgına dönen sanatın himaye edilmesi kültürü, sanatçının paraya boğulup ödüllendirilmesi, Türk sahne sanatlarının böğrüne saplanmış bir hançerden farksızdır. Şimdi neoliberal arkadaş şöyle diyecek bana: “İyi de açım ama, yapmasaydım ölürdüm”… “Sen yediğin şeyi, ‘için acıya acıya yaptığın’ sanatınla elde ettiğin kazanç sanadur dostum, onlar senin yeteneğini, üç otuz para karşılığı şişe takıp çevirmeye başladı bile” diyorum; kızıyor bana! “Aç kal da geber o zaman! Seni haklı bulsam da dünya artık böyle işliyor. Onların istedikleri işleri -sınırda da olsa- yapıp para kazan, sonra gönlünün sanatını yaparsın” diyor bazıları da…Yaaa, kolaydı! Yaptırırlar mı sanıyorsun arkadaş? Yaptırır mı hiç eloğlu! Sen bu kafanı değiştirmedikçe, sanatının ne denli güçlü bir örgütçü olduğunu hatırlayıp harekete geçmedikçe, parasız bırakılarak başka hiçbir şeyi düşünemez hale getirildiğini ve hafızasız bırakıldığını fark etmeyip, kurtuluş için görünür-görünmez hamilere sığınmaya devam ettikçe, bırak gönlünün sanatına ulaşmayı, bak bakalım gönlüne ulaşabilecek misin? Belki gönlün yerinde bile değildir artık, istersen kontrol et bir kere! Elini sol memene denk gelen yere koy ve oradan gelen sesi dinle, bu kadar kolaydır bunu anlamak! Hiçbir himaye zihniyeti; tiyatroyu kültür yücelten bir vasıta olarak ele almış değildir. Nerede bir hayır cemiyeti kurulsa, nerede bir düğün yapılsa, orada tiyatrocu bir eğlence elemanı olarak akla getirilir, oyuncu çağırtılır, maskaralık, hokkabazlık ettirilir. Hik kimsenin içi, bu mesleğin, insanoğlunun bir başka tarafına hizmet edebileceği düşüncesiyle sızlamaz (…) Bugün (…) tiyatro adıyla dolaşan birçok teşekküller vardır ki, tiyatronun hangi vasıflarına haiz oldukları malûm değildir. Hangi janrda, hangi nizamlar ve usuller içinde sanatlarını yaparlar bilinmemektedir. Bu trupların başındakilere sanattan, kültürden bahsetmek şöyle dursun, yanılıp da “Sen ne yapıyorsun, gördüğün iş nedir arkadaş” desen, otomatik bir cihaz gibi basmakalıp şu cümleleri sıralayacaktır: “Biz mi ne yapıyoruz? Halkın beğendiğini… Halkın hoşuna gideni… Halk oyundan hazzediyor; halk göbekten hoşlanıyor, halk vur kır piyeslerine bayılıyor, onu yapıyoruz işte.” Bu kadarla kalsalar yine iyi. Bu defa size öyle bir yüklenirler ki dilinizi yutarsınız.Halk ne yapsın efendim Şekspiri, Yunan klasiğini… Hâmid’in, Şinasi’nin eserlerini de yutmuyor bu halk… Kıymet ifade eder olduğunu söylediğiniz eserleri ele alalım da aç mı kalalım? Bir klarnet, bir davul, bir de cümbüş. Dört bale kızını da attın mı rampın önüne, paralar su gibi akıyor… Sanat eserleri Sultan Selim’in kumaşına benzerler, müzeliktirler ve yerleri ancak müzelerdir. Onları temsile kalkışan teşekküller yanlış iş görüyorlar. Halka göre eser seçmeli; halk bugün eğlenmek istiyor, gülmek istiyor” derler. (Sizin de aklınıza, cuntacıların Şehir Tiyatrolarına Genel Sanat Yönetmeni olarak atadıkları Vasfi Rıza Zobu’nun, Türkili’yle yaptığı söyleşide söylediği sözler geldi mi?) İşte halkı böyle dar çerçeveden seyreden zihniyet, halkın en büyük eserlere heyecanla, tehalükle koştuğunu, iyiyi kötüden ayırt edebilir bir durumda bulunduğunu farkedemeyecek kadar gafildir. Bu zavallı zihniyete göre halkımız basittir. Devletin on beş sene emek vererek meydana getirdiği konservatuvarlar fuzulidir. Çünkü onların sanatkârı bir anda sahneye çıkar çıkmaz muvaffak olagelen ve hemen işe yarayan adamdır (…) Bu çeşit insanlara göre bir metin üzerinde günlerini, aylarını, yıllarını veren sanatkâr gülünçtür. Çünkü bunlar dünyada usul, teknik, renk, ahenk diye bir şeyin mevcut olabileceğine kâni değillerdir (…) Münhasıran menfaat ve para hırsı gözlerini bürümüştür. Her kıymet ifadesine bu dürbünle bakmaktadırlar. Şimdilik para getirmeyen mâna onlar için kıymet değildir. Repertuvarlarını bu cepheden, aktörlerini bu fikri sabit çevresinden, onları seyreden halkı da bu dar zaviyeden görürler. “Şekspir, Sofokles, Shaw, bütün bunlar yem borusudur (…) Ömrünün sonuna kadar bu parayı oradan alamazsın. Ömür kısadır, değmez bu külfete… Şöhret, para, dans, eğlence, keyif bizde… İşte çoğu insan; bu baş döndüren hummaya tutularak sanatın güç fakat insan olarak yaratılmanın mânasına değer dünyasını terketmiştir.” (Avni Dilligil’in “İstismar!” adlı yazısından alıntı, İzmir Belediyesi Şehir Tiyatrosu yayın organı Tiyatro Mecmuası, Eylül-Ekim 1947) Vay başımıza gelen! Hangisi daha acıdır acaba; tiyatro sanatımızın, 80 sene sonra başladığımız yerden daha kötü bir yerde olduğunu görmek mi yoksa bunu bilerek, bazen ağız ağıza muhabbet ettiğimiz yol arkadaşlarımızın bile bu rezil tuzağın içinde olduklarını görüp, bunu değiştirmek için ne yapsak da onlara sesimizi ulaştıramamak, onlar için elimizden hiçbir şeyin gelmemesi mi? 23 Aralık 2020(Devamı Var)