İstikbal kincidir, affetmez! Bu hep böyle oldu, galiba hep de böyle olacak; ne zaman uzun bir incelemenin sonuna gelsem, dosyanın son yazısına başla...

İstikbal kincidir, affetmez! Bu hep böyle oldu, galiba hep de böyle olacak; ne zaman uzun bir incelemenin sonuna gelsem, dosyanın son yazısına başlarken içimde derin bir hüzün oluyor. Evet, “Türkiye’de Çocuk Tiyatrosunun Kuruluş Günleri” adını verdiğim dosyanın son yazısıdır okuduğunuz. Sadece çocuk tiyatromuzun kuruluş günlerini değil; kuruluştan bugüne nasıl bir yolculuk yaptığını da anlatmaya çabaladım dilim döndüğünce, en kısa haliyle. (Bunun için sizden izin almıştım.) Çok güzel başlayan ama sonradan malûm nedenlerle başladığı noktadan daha kötü bir yere gelip saplanan bir hikâyeydi anlattığım Türk çocuk tiyatrosunun hikâyesi… Arada çokça adını andığımız; Natalia Satz, Muhsin-Neyyire Ertuğrul gibi bölüm içinde görevini tamamlayarak, sessizce geri çekilen bazı isimlerin sonra neler yaptığını merak edenleriniz olabilir. Bu yazıda da ‘sonrasından’ söz edelim istiyorum. Dosyamız o zaman tamam olacak bence. Dünya çocuk tiyatrosunun kraliçesi Natalia İliçna Satz; 1937 yılına kadar her biri diğerinden daha büyük izler bırakan işlere imza atar memleketinde. Örneğin, Satz’ın hikâyesini yazıp, bestelerini Sergey Prokofiyev’in hazırladığı “Peter ve Kurt” adlı çocuk operası o kadar ünlü olur ki, Walt Disney bile çizgi filmini yapar. Eser, dünya çapında 400 dile çevrilir. Bu oyun, çocukları orkestranın enstrümanlarıyla tanıştıran bir oyundur. (Bilmem ki; ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı ilk çocuk oyunumuzun giriş bölümü geldi mi sizin de aklınıza?) “Peter ve Kurt”, 2 Mayıs 1936’da Moskova Filarmoni Orkestrası’nda ilk gösterimini yapar ancak Satz, hastalığı nedeniyle bu galaya katılamaz. Ülkeler, İkinci Dünya Savaşı’na doğru sürüklenirken; Stalin’in Rusyası da karışıktır. Stalin, devleti yeniden kurgulamaktadır. Bu fırtına da, 21 Ağustos 1937 günü, Satz’ın ilk eşi Sovyet Ticaret Bakanı İsrail Veitser de tutuklanır. Birini içeri atmak için Stalin’in elinde her şeyi kapsayan, sihirli bir anayasa maddesi vardır: Vatana ihanet anlamına gelen 38. Madde! Eşinin ardından aynı maddeye dayandırılan bir suçlamayla Natalia Satz da tutuklanıp hapse atılır. Önce Lubyanka, ardından Butyrka Hapishanesi’ne götürülür. Suçlu olduğunu kabul eden bir itiraf metnini imzalamayı reddettiği için beş yıl hapis cezasına çarptırılarak Sibirya’da bir çalışma kampına gönderilir Satz. Beş yıllık cezasının ardından Moskova’ya dönmesine izin verilmez; bugün Kazakistan’ın bir şehri olan Almatı’ya (Alma-Ata) sürgüne gönderilir… Sürgün yerindeki Merkez Komite’ye, şehirdeki çocuklar ve gençler için bir tiyatro kurulması gerektiğini bildiren yazılar yazmaya başlar. En sonunda, 6 Eylül 1944 günü, Halk Komiserleri Konseyi ve Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi, “Alma-Ata’da Genç Seyirciler için Tiyatro Düzenlenmesi Hakkında” adlı bir teklifi kabul eder. Kurulan tiyatro, 7 Kasım 1945 günü, Natalia Satz tarafından yönetilen bir oyunla perdelerini açar. 1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra, vatana ihanetle suçlanan birçok aydın gibi, Natalia Satz da aklanıp, Moskova’ya döner. (1958) Satz, burada çocuklar için bir turne tiyatrosu işletmeye başlar. Yedi yıl sonunda, etkili meslektaşlarının da desteğiyle, Moskova’da çocuklar için yeni bir tiyatro kurmayı başarır. 1965’te, bugün daha çok Natalia Satz Tiyatrosu olarak bilinen “Çocuk Müzikal Tiyatrosu” açılır. Bu çalışmaları yaptığı sırada, 1962 yılında Sovyet Yazarlar Birliği Üyeliği’ne de seçilen Satz; ülkenin en saygın ödülleriyle onurlandırılır: 1972’de SSCB Devlet Nişanı, 1975’te SSCB Halk Sanatçısı Ödülü, 1982’de Lenin Ödülü, 1983’te Sosyalist İşçi Kahramanı Madalyası ve ölümünden sekiz yıl önce 1985’te kendisine verilen Lenin Komsomol Ödülü’yle… Oyun yazarı ve yönetmenlik yaparak, ömrünü çocuk tiyatrosuna adayan Satz’ın, hayatını ve eylemlerini anlattığı üç de kitabı vardır. Bunlardan “Hayatımın Eskizi” 1985 yılında İngilizceye çevrilmiştir. Natalia İliçna Satz, 18 Aralık 1993 günü, 90 yaşındayken ölür ve Moskova’daki Novodevici Mezarlığı’nda, müzisyen babasının yanına gömülür. Çocuk Müzikal Tiyatrosu, daha sonra onun onuruna, Natalia Satz Tiyatrosu adıyla anılmaya başlar. Satz’ın üç çocuğundan biri olan kızı Roksana Satz, halen bu tiyatroda çalışmalarına devam etmektedir. Peki, ülkemize dönersek; Türk tiyatro tarihindeki çocuk tiyatrosu kraliçesi kim deseler; gerçek adı Münire Eyüp olan ama sahnede kullandığı takma ismiyle, Neyyire Neyir olarak daha çok bildiğimiz, Türk tiyatro ve sinemasının ilk kadın oyuncularından biri aklımıza gelir herhalde. Çünkü bizdeki çocuk tiyatrosu, ilk olarak onun sesiyle başlamıştır yolculuğuna. Onun repliğiyle…. Ne yazık ki Neyyire Neyir, Satz kadar uzun ömürlü olmamış, onun kadar ödüllendirilmemiş, neredeyse sonradan evlendiği Muhsin Ertuğrul’un eşi olarak daha çok hatırlanmaktadır bugün, çok acı! 1902 yılında doğan Neyyire Hanım, 1942 yılının Ekim ayında, bir oyunun provalarını yaparken aniden onu sıkıştıran kalleş bir göğüs ağrısı yüzünden hastaneye kaldırılır. Beş ay kaldığı hastaneden çok sevdiği sahnelere bir daha dönemez; 1943 yılının 13 Şubat günü hayatını kaybeder oyuncu. Hayatının baharındadır henüz, sadece 41 yaşındadır! Öğretmen okulu mezunu olmasına karşın, daha okul tiyatrosunda gönül verdiği oyunculuğu, kısa hayatı boyunca hiç bırakmamıştır Neyyire Neyir. 1922 yılında Muhsin Ertuğrul’un çektiği “Ateşten Gömlek” filmi için kadın oyuncu bulanamamış; gazete ilanıyla bu iş çözülmeye çalışılırken, bu ilana başvuran tek kadın oyuncu olarak hatırlarız, o zaman 20 yaşında olan Neyyire Hanım’ı! Sonra adını sıkça andıklarımızdan biri olan Küçük Kemal, o da hayata ve sahneye doyamadan aramızdan ayrılanlardan biridir… Kemal Küçük’le ilgili birçok şey yazdık daha önce; tekrara düşmemek için hiçbir kaynakta gözüme ilişmeyen cenaze törenini yazayım sizin için. Belki bir sanat adamının nasıl olup da bu denlisevildiğini göstermesi adına ardımızdan gelenlere küçük bir fikir verebilir. “Küçük Kemal’in 25 Nisan Cumartesi günü (*1936) yapılan gömülme töreni, kadın, erkek tahminen beş yüz kişinin iştirakiyle yapılmış ve ölen için yirmi bir çelenk getirilmiştir. Bu çelenkler; İstanbul Belediyesi, Radyo Şirketi, Konservatuvar, Eminönü Halkevi Temsil Şubesi, Beyoğlu Halkevi, Kadıköy Halkevi, Cumhuriyet Gençler Mahfeli, Güzel Sanatlar Akademisi, İstanbul Basın Kurumu, Şehir Tiyatrosu, Üsküdar Amerikan Kız Lisesi, Türk Talebe Kurumu, sahne arkadaşları, Şehir Tiyatrosu sahne işçileri, Garden Müdüriyeti, Garden artistleri, Garden mızıkacıları, Naşit ve arkadaşları, Dümbüllü İsmail ve arkadaşları, Doktor Profesör Mazhar Osman, Fransız Tiyatrosu Sahibi Arditi, Garden garsonları namlarınadır. Beyoğlunda oturduğu apartmanın yanındaki Kemerhatun Camii’nin önünde ve tabutun bulunduğu avlusunda sabahleyin dokuz buçuktan sonra büyük bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. İstanbul’un bütün sanat ve fikir muhitlerine mensup kadın erkek birçok kimse burada görülmekte idi. Şehir Tiyatrosunun Müdürü, rejisörü ve bütün san’atkârları ve mensupları, diğer sahnelere mensup san’atkârlar, Konservatuvar Müdürü ile muallimlerinden ve talebesinden birçoğu, Güzel San’atlar Akademisi Müdürü, müdür muavini, muallim ve talebelerinden birçoğu, Eminönü Halkevi Temsil Şubesi’nin uzun zaman Küçük Kemal’den ders görmüş olan san’atkârları, Beyoğlu Gençler Mahfeli sanatkârları, diğer gençlik ve san’at teşekkülleri mensupları, muharrirler, sanatkârı seven, takdir eden birçok kimse gelmiştir. Camii kapısında, gelenlerin yakasına, Küçük Kemal’in ismini ve resmini tesbit eden karalı beyazlı rozetler iliştiriliyordu. İstanbul Vali ve Belediye Reisi Muhittin Üstündağ, önce Kemal’in apartmanına giderek annesine babasına taziyetlerini bildirmiş, sonra Kemerhatun Camiine gelmiş, tabut çevresinde dua edildikten sonra, saat onu yirmi geçe hareket edilmiştir. Önde ellerde giden yirmi bir çelenk, arkada san’atkârın eller üstünde giden sırma ile dinî yazılar işlenmiş örtülere sarılı tabutu (…) Şehir Tiyatrosu’nun önünde birkaç saniye durmuş, bu sırada parmaklar ucunda yükseltilen tabutun baş tarafı, merhumun içinde yıllarca çalıştığı tiyaro binasının kapısına çevrilmiştir. Bu anda tiyatronun saati tam onu yirmi beş geçiyordu. Tiyatronun kapı yanı camekânları arkasında duran “Tosun” komedisinin afişleri yapıştırılmış iki levha tersine döndürülmüştü ve kapının sol cihetindeki cam üzerine yapıştırılmış büyükçe ve beyaz bir kâğıt üzerinde irice ve kara yazı ile altı satır yazı okunuyordu: “Tiyatromuz; değerli san’atkârı M. Kemal Küçük’ün ölümü dolayısıyla Cuma ve Cumartesi akşamları kapalıdır.” Saat on bire beş var. Tabut, köprü ve Haliç İskelesi’nin merdiveninden eller üstünde indiriliyor. Haliç İdaresinin tahsis ettiği 7 numaralı vapur bekliyor (…) Birkaç dakikalık bir bekleyiş. Saat on biri çeyrek geçe, vapur sessizce kalkıyor, iskeleden ayrılıyor. Camiden iskeleye kadar yaya olarak tabutun geçtiği yoldan inen Vali ve Belediye Reisi Muhittin Üstündağ, tabuta doğru başını eğiyor, gideni buradan son defa selamlıyor. Gökyüzü kapalı, serin bir hava… Vapur yavaş yavaş, orta yerinden açık duran Unkapanı Köprüsü’ne doğru uzaklaşıyor, gittikçe göz önünde ufalıyor, siyah bir nokta halini alıyor.” (Uyanış Servetifünun Siyasa, Bilgi, Sanat gazetesi, 30 Nisan 1936 Perşembe, “Değerli Artist Küçük Kemal’in Yaşayışı ve Gömülme Töreni” başlıklı imzasız yazı, Yıl: 46, Cilt: 79/15, no: 2071/386, Gazete yayın no: 2071/386, s. 358) Ve Muhsin Ertuğrul, Türk tiyatrosunun tartışmasız en kuvvetli savaş atı! O, hayatı boyunca, bir toplumun sağlıklı gelişebilmesinin ve ilerleyebilmesinin temelinde tartışmasız en önemli ölçü olarak çocuk tiyatrosunun yattığını savunmuştur. Hatta, ölümünden sadece altı ay önce, 11 Eylül 1978 tarihli Milliyet Sanat dergisinde yayımlanan bir yazısında, 86 yaşının olanca deneyimiyle bakın neler söyler: “Bu konu (…) perişan durumdadır. Konuyu içeren büyük çapta plan hazırlanıncaya kadar en kısa yoldan çocuk tiyatrosunu yaymak için spor kulüpleriyle işbirliği yapmaktan başka çare yoktur. Memleket yüzeyine yayılmış her ilin spor kulübüne bir de “Sanat Kolu” eklenir ve burada çocuk oyunlarından işe başlanırsa, kısa sürede tüm çevrenin kültür düzeyi yükselir. Bu, en hızlı ve en ucuz bir uygulama işidir. Aslında üç bakan, üç saattte bu işi onaylar. Her ilde tek bir genç bu işi başarır. Memleket böyle yüzbinlerce çalışmaya susamış gençlerle dolu. Kısa sürede en uzak yerlerde çocuk tiyatrosunun fışkırdığını, yeşerdiğini görürsünüz. Çocuğa elverir ki alan verin ve onu kendi asalaklarınızdan koruyun; yeter. Devletin yapısında Gençlik ve Çocuk Tiyatrosu konusu üstünde çalışacak özerk bir kurumu ben, doğrudan doğruya Cumhurbaşkanlığı’na bağlar, Köşk’teki küçük bir odada çalıştırırdım (…) Atatürk’ten sonra onun yerine geçenler memlekete ve olaylara “Genel Sekreter” gözlüğüyle baktılar. Köşk’ün dış evrenle aracısız ilişkisi kalmamıştır. Gençlik ve çocuk konusunu tepeye çıkarmakta hiç sakınca görmüyorum; çünkü böylelikle devlet başkanıyla gençlerin ve çocukların arasında düğümsüz bir bağ kurulacak (…) Bu, öte yandan geleneklerle işlemesi ağırlaşmış, sağırlaşmış olan Cumhurbaşkanlığı mekanizmasını sürekli gençleştiren ve orayı memleket sorunlarının tam ortasına iten bir araç olacak. Bu bir sanat kolu olduğu için her türlü siyasal parti eğilimlerinde de uzak kalacak, iktidara geçen olumsuz partilerin kötü etkilerinden de korunacak. Tepeleri asalak sömürgenlerle, dalkavuk sürüngenlerden korumak için oralara içi dışı bir, özü doğru, sözü tok, saplantısız temiz gençler pek yakışacak.” (Muhsin Ertuğrul’un “Çocuk Tiyatrosu Yaşamın İlk Sayfasıdır” başlıklı yazısından alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, Sayı: 288, 11 Eylül 1978, s. 27) Dosyanın son yazısını bitirirken; çocuk tiyatromuzun başladığı günlerdeki o coşkuya, o inanmışlığa, o çalışkanlığa bugün, belki de o günden daha fazla ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. O günlere özlem duymak, o günleri konuşurken, iç çekip hayıflanmak hiç de iyi bir şey değil bence. Sayfalardır okuduğunuz Türkiye’de çocuk tiyatrosunun kuruluş günleri adlı dosyamın, küçük de olsa bazı sorular yaratmasını dilerim kafanızda. Tek bir soruya bile razıyım aslında; neden çocuk tiyatrosu ilk hedeftir? Yazımızı bir hesaplaşmayla bitirelim: Kendimizle kendimizin yaptığı bir hesaplaşmayla! 1930 yılında Muhsin Ertuğrul bir yazı yazar. Hoca’nın yazdığı o yazı, bugünün tiyatro dünyasına ne söyleyebilir ki? Bu yazının artık görevini tamamlamış ve rafına kalkmış , eski bir belge olarak araştırmacıların ilgisini çeken bir belge olması gerekir normal olarak değil mi?… Ama o 80 yaşındaki yazının damarlarında bir bebek kanı dolaşıyorsa, o yazı sürekli hançerlenen, kan içinde can çekişen ama bir türlü de öldürülemeyen, yüreklerimizin kulaklarını çınlatan bir çığlıkla bizi rahatsız ediyorsa hâlâ; başımızı ellerimiz arasına alıp düşünmek düşer bizlere. Düşünüp, üretimin parçası olmak! “Bugünkü biz çok küçük bir şeyiz. Yarı karanlık içinde bocalıyoruz, yarın doğacak güneşin şafağı bile olamayız. Cüce çocuğun, başa güreşecek pehlivan olarak yetişmesi imkânsız! Medeni milletlerin en büyük mâbetleri tiyatroları, en büyük kültür ocakları gene tiyatrolarıdır. Tiyatrosuz yükselen bir millet yoktur, her yükselen milletin tiyatrosu vardır. Hakiki tiyatro, bizim bugün daha tanımadığımız, milletlere yol gösteren bir deniz feneri gibidir. Böyle bir tiyatro, sanat müessesesi olduktan başka halkın siyasî, içtimaî, ahlâkî, ilmî hareketlerine veçhe verir, bir darülfünuna benzer; bugün bizde yoktur. Bu millete muazzam bir tiyatro lazım. Süleymaniye’yi benimseyen tâ uzaktaki herhangi bir vatandaşın da benimseyeceği bir tiyatro, bütün manevî malzemesini milletin yüreğinden alan bir tiyatro. Temelini milletin omuzlarına dayayan ve kaidesi bütün Türkiye olan bir tiyatro. Böyle bir tiyatro yavaş yavaş yapılamaz. Kahramanca bir mikyasla, birden başlamak lazım, miskince değil. Görüşümüzde, düşünüşümüzde, isteyişimizde olsun gani olmak lazım, pinti değil! Büyük bir tiyatro ve bu tiyatroya hacca gider gibi memleketin her tarafından gelinsin, her Türkün gayesi, ömründe bir defa olsun zarar yok, bu tiyatroyu görmek olsun. Heyyyy… Yazdıranlar, yazanlar, elleri kalem tutanlar, dilleri ağızlarının içinde dönenler, kalplerinde küllenmiş ateş taşıyanlar, hep el ele veriniz ve bu ihtiyacı halka duyurunuz; çünkü siz, bugüne kadar bu yolda bir satır yazmadınız, bu mealde bir söz söylemediniz, bu ocağa bir kıvılcım sıçratmadınız. Bugün bunlar için amansız yarının sizi itham etmemesini isterseniz bugünün hizmetine koşunuz. İstikbâl kincidir, affetmez! Muhterem münevver arkadaşlar, aziz yarım münevverler, cahil olup da münevver gözükmek isteyenler, sevgili snoplar, züppeler, iyiler ve fenalar, büyükler ve küçükler, gençler ve ihtiyarlar, kadınlar ve erkekler, hanımlar ve beyler… Bütün millete lâyık muazzam bir tiyatro kurmak için hep el ele verelim, hiç olmazsa bir defa olsun, hepimiz bir kültür hareketinin etrafında omuz omuza, göğüs göğüse, el ele birleşelim. İtiraz yok, istemek var ve istemek yapmanın başlangıcı, başlamak başarmanın yarısıdır.” (‘Perdeci’ imzasıyla Muhsin Ertuğrul’un yazdığı “1932-33 Mevsimi” başlıklı yazısından alıntı, Darülbedayi Dergisi, Sayı: 31, 1 Teşrinievvel (Ekim) 1932, s. 1) Yaaa işte böyle dostlarım; “hacca gider gibi tiyatroya gitmek!”… Hasretinden kıvrandığımız, eksikliğinden utandığımız budur tam olarak. Günümüz gecemize katarak çalışmamız hep bu utançtan kurtulmak, utançtan bile utanmayanların yanında olmamak içindir. Keşke insanlar yaşadıkları gibi düşüneceğine, düşündükleri gibi yaşasa! Bu dosya bunun için yazılmıştır; eminim ki Türker Tekin de bu nedenle yazmıştır hepimizin yürek gümbürdemesi gibi olan şiirini. Bu şiir, tiyatro için üretmekten vazgeçmeyen her tutkulu insanın yüreğinden toplanan seslerden oluşturulmuştur: “Ben bir soytarıyım Kavukluyum, Pişekârım Palyaçoyum, meddahım İbişimim ben, Memişim Hacivatım, Karagözüm Gözüm kara, gönlüm kara! Gönlü karalara, dertlilere neşe, Yalnızlara dostluk, Umutsuzlara umut saçarım. Ben boğaz tokluğuna, yüreğimi satarım!” BİTTİ