Dağın güneş görmeyen yüzü 19...

Dağın güneş görmeyen yüzü 1934 yılının Eylülünde, Moskova’da yapılan İkinci Uluslararası Tiyatro Festivali’nde gördüğü çocuk tiyatrosu uygulamaları Muhsin Ertuğrul’u çok etkiler; ülkeye döner dönmez benzer bir anlayışla, ulusal çocuk tiyatrosunu Türkiye’de de gerçekleştirmek için çalışmaya başlar. Önce İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’a açar görüşlerini. Onun desteğiyle, Şehir Tiyatrosu’nda operet ve dram kısımlarına ek olarak bir de çocuk tiyatrosu şubesi açılmasının sözünü alır. Hem de döner dönmez, 1935’in Ocak ayında! Bir ay geçmeden, bu sevinçli haberi duyurur Muhsin Ertuğrul. 15 Şubat 1935 tarihli, 57 numaralı Darülbedayi dergisinde, “Yirmi Senelik Bir Tiyatro” başlığıyla yazdığı açılış yazısında, bir yıl içinde çocuk tiyatrosu kurulacağını muştular.Darülbedayi yirmi yaşına bastı, o zamanki çocuklar şimdi ihtiyarladı. Şimdi bu “Darülbedayi” Türklerin biricik tiyatro müessesesi halinde yaşıyor, ilerliyor, büyüyor… Dün bir tiyatroydu, bugün iki oldu… Önümüzdeki sene bir çocuk tiyatrosu şubesi daha yaparak üç olacak…” Ardından basın desteğini arkasına alarak bu girişimi ülke çapında örgütlemeye başlar Muhsin Hoca. Uzmanları bir araya getirmek için çabalar. Bütün karanlık engellemelere karşın, repertuvar konusunda yok denecek kadar kısır olan çocuk tiyatrosu metinlerini çoğaltmak için ödüllü bir çocuk oyunu yazma yarışması düzenler. Şehir Tiyatrosu’ndan güvendiği kişilere çocuk oyunu yazmaları için sipariş verir. İşte bu koşullarda, Mehmet Kemal Küçük’ün yazdığı ve Türk tiyatrosu tarihine ilk çocuk oyunu olarak geçen “İlk Tiyatro Dersi”, yazarın ölüm döşeğinde tamamladığı bir metin olarak hafızalara kazınır. Söyleşiler yapar, dersler verir Muhsin Ertuğrul ve dahası… Bu heyecanlı girişimleri az sonra dilimiz döndüğünce ve ulaşabildiğimiz kaynaklara dayandırarak anlatacağız ya; konuyla doğrudan ilintili olduğu için Muhsin Ertuğrul’un ‘Çocuk Tiyatrosu’ yazısının, milliyetçi çevreleri nasıl rahatsız ettiğini; bu kinci rahatsızlığı nasıl senelerce içlerinde uyutup, ilk fırsatta da ortaya döktüklerini anlatmalıyız öncelikle. Rahatsızlık duyanlar, iklimini buldukları ilk anda Muhsin Hoca’yı, “Rus Ajanı” olmakla suçlarlar, komünizm propagandası yapmakla! Zehirli bir intikam duygusuyla pusuda bekleyenler, Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidara gelmesiyle birlikte, 15 yıldır biriktirdikleri nefreti kusmaya başlar. Hem de DP’nin seçim zaferinden sadece üç ay sonra, 30 Ağustos 1950 tarihli ‘Komünizme Karşı Mücadele’ adlı derginin sayfalarında!Milli Eğitim Bakanı’na Açık Mektup / Ertuğrul Muhsin Kimdir? Muhterem Bakanımız, Gelişiniz, Türk milliyetçileri için bir dönüm noktası oldu. Hocalık görevlerini kötüye kullanarak masum gençleri zehirleyen komünistlerin kürsülerinden uzaklaştırılacağını vaadettiniz. Dâvânızın Türk çocuklarını vatanperver ve ahlâklı olarak yetiştirmek olduğunu biliyor ve tarihî vazifenizi müdrik olarak çalışacağınızdan asla şüphe etmiyoruz. Fakat kürsüler temizlenirken sahnelerin de ihmal edilmemesi icap ederdi. Halk mektebi demek olan tiyatrolarımızı idare edenler arasında da bir temizlik yapılması zarûret halini almıştır. Muhsin Ertuğrul’dan bahsetmek istiyorum. Türk tiyatrosunu idare eden Muhsin Ertuğrul, Almanya’da Abdülhamid’e ait kırmızı bir filmde çalışmış, daha sonra (vukubulan dâvet) üzerine Moskova’ya gitmiş, orada hem film stüdyolarına hem de ihtilâl kurslarına devam etmiştir. Yetiştikten sonra Türkiye’ye gönderilen Muhsin Ertuğrul, Rusya’da iken komünist idealine olan hayranlığını gerek şifahen gerekse müteddit yazılarıyla her fırsatta açıklamaktan asla çekinmemiştir. Moskova’da sanatkâr çocukları yetiştiren müessesenin hâtıra defterinde Fransızca olarak el yazısıyla yazdığı ve imzaladığı şu cümleler bunların tipik birer misalidir: (Moskova; uyanan dünyanın yeni Kâbe’sidir. Ben yaptığım bu Hac’da yeni imanımın ışıklarını buldum.) İmânını ve Kâbe’sini böylece ortaya koyan Muhsin Ertuğrul, komünistler tarafından nasıl tanınıyor? Bu sualin cevabını, Moskova’da basılan Proleter Tiyatrosu Tarihi’nden alacağımız şu cümle açıkça göstermektedir: “Büyük Türk san’atçı ve ihtilâlcisi Ertuğrul Muhsin, Proleter Tiyatrosu’nun Türkiye’deki büyük reformatörüdür. Bu cesur entelektüel, işçi emekçi tiyatromuzun ve fikirlerimizin nurlarını Türkiye’de yaymaktadır.” Muhterem Tevfik İleri! Hükümetinizin çok yerinde olarak Kore’ye yardım kararı vermekle açıkça cephe aldığı komünist kampının hâlesi Sovyet Rusya’nın merkezi Moskova’yı Kâbe’si, sizin harp ilan ettiğiniz komünizmi imânı olarak ilân eden bu adamı Türk tiyatrosunun başında nasıl tutabilirsiniz? Rusların Türkiye’de komünizmi yaydığını açıkladıkları Muhsin Ertuğrul’un (Millet) mecmuasının ısrarına rağmen yerinde kalışını ve Halk Partisi Hükümetleri tarafından taltif edilişini hiç de mânâsız bulmuyoruz. CHP’yi idare edenler E. Muhsin’i ve Hasan Âli’yi himaye edebilirler. Asıl izahı güç olan taraf Muhsin Ertuğrul’un komünizme karşı savaş açılmasına rağmen hâlâ Türk tiyatrosunun başından uzaklaştırılmayışıdır. Tarihî vazifenizin icablarını yerine getirmenizi bekliyoruz. Hürmetlerimizle.” Dergi böylesi saldırgan bir açık mektup yayımlarken, komünizme karşı mücadele eden lider isimlerden Dr. Fethi Tevetoğlu’nun, “Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faâliyetler (1910-1960)” adlı kitabının bir bölümü de Muhsin Ertuğrul’a ayrılmıştır. Onun nasıl azılı bir komünist ve vatan haini olduğundan söz eder Tevetoğlu. Hem de zehir zemberek sözlerle!Türk sahnesine yıkıcı eserlerin, yerli ve yabancı komünist piyeslerin girişi ve Türk sahnesine zararlı tohumların ekilişi, bizzat Moskova’da yetişmiş Ertuğrul Muhsin May’ın zamanında ve onun idaresinde oluyordu (…) Bütün yurt çapında te’sirli yıkıcı propagandalar için radyoya, radyo temsillerine de musallat olmak lâzımdı. Bu devrede, bilhassa Vedat Nedim Tör’ün “Matbuat Umum Müdürü” bulunduğu sırada, programın bu bölümü de rahatlıkla ve mükemmelen uygulanmaya başlandı. Böylece san’at, sahne ve radyo yoluyla Türkiye’yi mânen çökertecek “kültür bolşevizmi”nin gerçekleşme tehlikesi baş gösterdi.” (Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faâliyetler (1910-1960), Dr. Fethi Tevetoğlu, Ayyıldız Matbaası, Şubat 1967, Ankara, Birinci Baskı, ss. 492-493) Tevetoğlu’nun yazısında, gözden kaçan birkaç ayrıntının altını çizmek gerek bence. Diyor ki bir yerde; “Nâzım Hikmet, Mayakovski ile Bagristski’nin hayranı olurdu da, piyeslerinin kahramanlarını oynamak değil, bizzat yaşayarak canlandıran ünlü sahne san’atkârı Ertuğrul Muhsin May, yoldaşından geri kalır mıydı? İşte, 1936’da yayınlanan ‘Dârülbedayi’ adlı resmî Devlet Tiyatrosu mecmuasında, Ertuğrul Muhsin May imzasını taşıyan ve onun Moskova’ya, komünizme hayranlığını açıklayan ibret verici yazısı…” Bilin bakalım, Tevetoğlu’nun sözünü ettiği bu “ibret verici yazı” hangi yazıdır? Doğru tahmin, sözü edilen yazı Muhsin Ertuğrul’un ‘Çocuk Tiyatrosu’ adlı yazısı ve özellikle de yazının son bölümüdür. Ancak o yazı Tevetoğlu’nun işaret ettiği gibi 1936’da değil, 1 Ocak 1935 tarihinde yayınlandığı gibi; Darülbedayi dergisi de “resmî Devlet Tiyatrosu mecmuası” değildir. Çünkü henüz Devlet Tiyatrosu diye bir şey yoktur ortalıkta. DT, bilindiği gibi 1949 yılında kurulmuştur. Şimdi biz 1935 yılının ilk ayına geri dönüp, Türk tiyatrosunda ilk çocuk oyununun ne bedellerle sahneye taşındığını anlattığımız hikâyeye devam edelim. Konuyla ilgili atılan ilk adımın ne olduğunu, 13 Kânunisani (Ocak) 1935 tarihli Akşam gazetesinde görürüz. Haberin manşeti son derece iddiasızdır: “İyi Bir Karar: Bir Çocuk Tiyatrosu Kuruluyor”İstanbul Belediyesi çok yerinde bir karar vermiştir. Bu sene Şehir Tiyatrosu operet ve dram kısımlarına ayrılmıştı. Belediye, Şehir Tiyatrosu’nda üçüncü bir teşkilât daha yapmayı kestirmiştir. Bu üçüncü kısım yalnız çocuk tiyatrosu, çocuk temsilleri ile meşgul olacaktır. Senelerden beri: “Bize çocuk tiyatrosu, çocuk sinemaları lazım” diyorduk. Bu suretle İstanbul’un da bir çocuk tiyatrosu olacaktır. Çocuk tiyatrosu beynelmilel çocuk edebiyatının en iyi numunelerini çocuklara gösterecektir. İlk sene 52 çocuk temsili verilecektir. Çocuk temsilleri “Kipling”in eserleri gibi çocukların kavrayabileceği eserler olacaktır. Çocuk temsilleri Tepebaşı Tiyatrosu’nda verilecek ve çocukların gelebileceği günlerde, saatlerde olacaktır. Temsillerin Perşembe günü öğleden sonra ve Cuma günü öğleden evvel verilmesi düşünülüyor. Çocuk temsillerinin bedava yahut çocukların verebilecekleri pek az bir para ile yapılması düşünülmektedir. Diğer taraftan halka mahsus bedava tiyatro temsillerinin daimi surette devamına karar verilmiştir. Salı geceleri verilecek bedava temsillerde halka birçok bulaşıcı hastalıkların fenalıkları, kokain, eroin, morfin, içki gibi keyif verici zehirlerin mazeretleri gösterilecektir. Bundan başka bedava tiyatroda halka Cumhuriyet, inkılâbımız, iktisat, tasarruf, yerli malı hakkında esaslı fikirler verecek piyesler oynanacaktır. Çocuk tiyatrosuna gene kıymetli rejisörümüz Ertuğrul Muhsin Bey’in rejisörlüğü altında başlanacaktır. İstanbul Belediyesi’ni, bu çok yerinde kararından dolayı tebrik ederiz.” Bu şahane girişim her ne kadar sanatsever aydınlar arasında sevinç yaratmış olsa da, bir de dağın güneş görmeyen yüzü vardır: Yapılacak olan bu işin ekonomik yükünü kim sırtlanacak, kimlerle ve nerede yapılacak tasarlanan şeyler? Olası bir toplumsal muhalefete karşı nasıl bir tavır alınacak? 13 Şubat 1935 tarihli Milliyet gazetesinin minicik bir sütununa sıkışmış haberde, yanıtını aradığımız sorulara dair küçük de olsa bir fikir ediniriz: “Belediyede Çocuk Tiyatrosu İşe Başlayacak. Şehir Tiyatrosu Bütçesine Bu İş İçin Tahsisat Kondu”Belediye, mezbaha, Darülâceze, Şehir Tiyatrosu bütçelerini hazırlayarak, umumî meclise vermiştir. Yeni yıl bütçesinde mezbaha faslı (1.621.001) lira, Darülâceze faslı (173.795) lira, Şehir Tiyatrosu faslı (110.000) liradır. 1935 bütçesine çocuk tiyatrosu için (3.500) liralık bir masraf ilave edilmiştir. Aynı miktarda varidat geleceği de tahmin edilmiştir. Çocuk tiyatrosu önümüzdeki yıl birinci teşrinden itibaren temsillerine başlayacaktır. Bu kış çocuk tiyatrosunun faaliyete geçememesinin sebebi, 1934 bütçesinde buna ait fasıl olmamasıdır.” Gazete haberine bakarak, çocuk tiyatrosu için ayrılan ödeneğin, bir yıl içinde genel tiyatro işleri için ayrılan ödeneğin yaklaşık yüzde 3’ü ya da tam olarak söylersek, binde 31’i civarında olduğunu görürüz. Bütçede ayrılan ödeneğin yüzdesinden öte, çocuk tiyatrosu için bir ödeneğin ayrılmasıyla ilgilenmeliyiz bence. Çünkü bu ilk kez yapılan bir şeydir. Hadi bakalım, sanatsever İstanbul Belediye Başkanı Üstündağ bu işe el verdi, para desteği de sağladı, heyecanlı ve yapmak isteyen bir de Muhsin Ertuğrul var, daha ne gerek ki? Şimdi sahneleri ateşe verebiliriz değil mi? … Değil! O iş sanıldığı kadar kolay olmamış, anlatalım. Çocuk tiyatrosunu yapmak için birileri kılı kırk yaradursun, bir küçücük bedende beş kişilik, on beş kişilik kafa ve fiziksel yorgunluğu göze alsın, tasarlasın, planlasın, uygulasın, çabalasın… işin bir de öte yanı vardır. Öte yanda akla hayâle gelmeyecek sorunlar ... Dönem gazetelerini incelediğimde şu an çok da ciddiye alınmayacak bir sorunun, o günlerde tiyatro sahneleri için bir tehdit olduğunu fark ettim: Tiyatronun kapısında fıstık satan sokak satıcıları! Bu “fıstık işi” o kadar ileri gitmiştir ki; gazetelerde bu konuda karikatürler yayımlanmış, köşe yazıları yazılmıştır. O yazılardan birini sizinle pay etmek isterim. Yazarının kullandığı zekâ dolu ironi ve gizlenmiş küfrüyle, konusunda yazılmış belki de en güzel yazı budur: “Şehir Tiyatrosu’nda Tarzan’ın Arkadaşları”Geçen gece Şehir Tiyatrosu’nda “Votren”i görmeye gitmiştim. Şöyle orta sıralarda bir iskemleye oturdum. Saat sekiz. Kapılar kapandı. Gonk. Oyun başladı. Gözlerim aktörlerin üstünde, kulaklarım aktörlerin ağızlarında, oyunu dinliyorum, oyuna bakıyorum. Çat, çıt… Arka yandan bir ses. Belki birisi yerinden kımıldanmıştır, dedim. Çatur çutur… Önümde bir gürültü. Belki birisi iskemlesini yadırgamıştır, yerine iyice yerleşiyor diye düşündüm. Çatır da çatır, çatır da çatır… Bu inceli kalınlı gürültüler sağdaki bir locadan geliyor. Belki onlar da… demeye, düşünmeye kalmadı, yukarıdan ense köküme bir şey düştü. Elimi attım. Baktım. Bir fıstık kabuğu. Bu fıstık kabuğu da nereden çıktı? diye şaşırmışken bir de dört yanıma kulak astım ki, çat çıt, çatur çutur, çatır da çatır, sesler almış yürümüş. Önümde, arkamda, localarda bir yandan oynanan oyuna bakıyorlar, bir yandan kabak çekirdeği, fındık fıstık, simit yeniyor. Bir şaşırdım, bir afalladım. Ben de oyunu bir yana bıraktım, bu tiyatroda fındık fıstık yiyenlerin suratlarını gözden geçirmeye başladım. Tiyatroda eğlenceliiiiik şam fıstık yenir, yenmez diye uzun uzadıya söz edecek değilim. Eğer Şehir Tiyatrosu bu fıstıkçı gelicilerden kurtulmak, oyun oynarken kabak çekirdeği yedirmemek istiyorsa, bunun bir tek pratik yolu var. Küçük el aynaları satın almalı, bunları biletle beraber vermeli. Eğer bir yandan Şam fıstığı yiyip bir yandan oyuna bakanlar ara sıra bu el aynalarında kendi suratlarına da bakarlarsa bir daha böyle bir nesne karıştırmazlar sanırım. Çünkü onlar çatur çutur fıstık yerken, ben yüzlerine baktım onların. Tarzan’ın arkadaşları geldi gözümün önüne. Darvin’in anlı şanlı düşüncelerinin ne kadar doğru olduğunu anarak, gülmekten katılacaktım.” (Akşam gazetesi, Birinci sayfada ‘Düşünceler’ başlıklı köşe yazısı, 15 Kânunisani (Ocak) 1935) Bu ustura keskinliğindeki yazının altında Orhan Selim’in imzası vardır. Orhan Selim kimdir peki? Artık hepimiz biliyoruz ki; Orhan Selim, Nâzım Hikmet’in kullandığı takma isimlerden biridir. Benim sıska benim cılız benim zavallı çocuğum Orhan Selim! Sen benim Ne gözüm, ne kolum, ne kafamsın Sen benim Bir kurşun balyası gibi, sıska sırtına bindiğim Ve alnının teriyle geçindiğim İlk ve son adamsın.” Sonra ne olur? Sonra, Belediye fıstık satıcılarının tiyatro önünde satış yapmasını yasaklar. Ancak gerekçe çok ilginçtir: Yaya kaldırımlarını işgal etmek suçtur. Bu yüzden getirilmiştir yasak! Aynı Nâzım’ın açlık grevi yaptığı günlerde, annesi Celile Hanım’ın oğlunu kurtarmak için, elinde bir dövizle sokak sokak dolaştığı eylemi engelleyen polisin öne sürdüğü neden gibi…