Atın ölümü, itin bayramıdır: Affet bizi Küçük Kemal!

Atın ölümü, itin bayramıdır: Affet bizi Küçük Kemal! Türk tiyatro tarihindeki ilk çocuk oyunu olan “İlk Tiyatro Dersi” oyununun yazarı M. Kemal Küçük, tiyatro sanatına yaptığı onlarca katkıya karşın çok genç ayrılmıştır hayat sahnesinden; henüz 35 yaşındadır öldüğünde! Onun ölümü tiyatro dünyasında büyük bir üzüntüye neden olur. Ama çok büyük bir üzüntüye! Türk tiyatrosu, genç ölüsüne matem tutmaktadır. Türk Tiyatrosu dergisinin 1 Birinciteşrin (Ekim) 1936 tarihli 70. sayısı ‘Küçük Kemal Özel Sayısı’ olarak yayımlanır. Dostları, sahne arkadaşları onun ardından onu ve sanatını anlatan yazılar yazarlar:M. Kemal Küçük, on yedi milyon Türkün arasından on yedi yılda çıkabilen ve adedi on yediyi bulmayan Türk sahne san’atkârlarının birincilerindendi. Bu en nikbin insanları bile bile ürküten korkunç nisbet, tiyatronun kültür sahasındaki mevkiini bilen münevverlere, bu ölümden duyulan acının büyüklüğü hakkında tam bir fikir verebilir, belki ancak bu nisbetle mukayese yapınca ne kaybettiğimizi biraz anlayabiliriz.” (Türk Tiyatrosu dergisi imzasıyla yayımlanan açılış yazısından, s.1) Ne diyeyim onu yetiştirmiş olan anaya babaya ki hiç unutulmayan ve tesellisi olmayan bir kaybın ateşi içindedirler. O, samimi dostları için de yerine konmaz bir kıymetti. Onda daima son inkişafına doğru uçmak isteyen bir san’at istidadı vardı. Hasta vücudunun uyanık ruhu bu inkişafın göğüne yükselmek için yorulmaz bir hevesle kanat çırpıp durdu (…) Artist doğdu artist öldü. Anaya babaya ve kıymetli san’at arkadaşları size elemli yüreğimden kopan taziyetlerimi yolluyorum. Amma bu feci kaybın önünde teselli vermek, teselli bulmak imkânını göremiyorum.” (Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Hatıralarımızda Ölmeyecek Olan Ölü” başlıklı yazısından, s.2)Türk tiyatrosunun sadık emektarı ve çok değerli sanatkârı Küçük Kemal’e karşı ölümünde gösterilen alakânın yarısı hastalığında gösterilmiş olsaydı, bugün onun yasını tutacak yerde, yeni ve parlak muvaffakiyetlerini alkışlayacaktık.” (Seniha Bedri Göknil, “Küçük Kemal İçin Birkaç Satır” başlıklı yazısından, s.3)Kemal Darülbedayi kadrosunun hem ihtiyarlarından hem gençlerindendi. Tecrübesi ve bilgisi bakımından ihtiyar; durup dinlenmeksizin araştırması, kendini daha iyi, daha derinden bulmaya çalışması bakımından genç… Fakat Küçük Kemal’i hem ihtiyarlardan hem gençlerden ayıran bir nokta vardır. O ne gençlerin çoğu gibi ihtiyarlardan birini taklide kalkıştı, ne de ihtiyarların bazıları gibi “oldum” dedi… Kemal “olmadan” “olmuş” olduğu, boyuna “olmak” seyrinde bulunduğu için büyük sanatkârdır. Kemal’in şivesi çalardı. Hafiften bir Giritli ağzıyla konuşurdu. Fakat belki kusur denecek olan bu hususiyet onun yolunu kolaylaştıran en büyük kazançlardan biriydi. Çünkü hiç kimse gibi değil, kendi gibi konuşmaya mecbur oldu. Sahne denen şeyin dörtte üçü konuşmak olduğuna göre, sahnede kendi gibi konuşan artist, tiplerinin konuşma varyasyonlarını herhangi başka bir örnekte değil kendi kaynağından alan aktör, işinin çoğunu yapabilmiş demektir. Küçük Kemal öldü ve daha o hastayken de bir türlü doldurulamayan yeri şimdi büsbütün boştur.” (Orhan Selim takma adıyla Nâzım Hikmet, “Küçük Kemal” başlıklı yazısından, s. 3)Evlat acısı duyan ana babaların yüreğine çöken bir acı vardır. Kelimelerin ifade edemediği bu acıyı ben kızım Vildan’ı kaybettiğim gün duydum. Bir de Kemal’in öldüğü gün (…) Vildancığıma nasıl ağladım yandımsa Kemal’e de öyle yandım ağladım(…) Vildan beni aile hayatında yapayalnız bıraktı gitti. Kemal de meslek edindiğim şu tiyatro âleminde iki elimi böğrümde bırakıp gitti (…) Onun bıraktığı boşluk gün geçtikçe daha derinleşiyor. Nisanda baharın yeryüzüne taze hayat verdiği bir günde Kemal’i Çamlıca’ya istediği temiz havayı bol bol almaya götürdük. Her yer yeşil, çiçekler açmış, yaprakların ucunda şebnemler titreşiyor. Bülbüller ötüyor. Kemal bu hasret çektiği havayı doya doya alamıyor. Ne yazık! Hasta ciğerleri onun son arzusunu yerine getiremiyor, ona rahat bir nefes aldıramıyordu. Başı yastığında benimle konuşuyor, Çamlıca’yı pek sevdiğini, burada iyi olacağını ümit ettiğini söylüyor. Ah biraz nefes alabilsem diye sözü kesiliyordu. Hayattan ümidini hiç kesmiyordu. Ölümünden iki üç saat evveline kadar yanında idim. Ümit içinde konuşuyordu. Yaşamak, yaşamak istiyordu. Acaba şimdi onun ruhu san’at hayatında ebediyyen yaşayacağını duyuyor mu?” (Celâl Musahipoğlu imzasıyla Musahipzade Celâl, “Küçük Kemal” başlıklı yazısından, s. 12)O, sahneye etiyle kemiğiyle, bütün varlığıyla bağlanmıştı. Onu eriten, biraz da içinin ateşi oldu. İstirahat tavsiyelerine rağmen, sahneden uzaklaşamıyordu. Gençti ve eğer sahnede ihtiyarlamak nasip olsaydı, o yine genç kalacaktı ve yine genç ölecekti (…) Küçük Kemal, büyük bir sanatkâr olmak için doğmuştu. Bir dostumu kaybettiğim için yanıyorum, fakat inanınız ki, onun kendi sanat rüyasına, sanat aşkına doyamadan ölüşüne, hayata gözlerini kaparken, ciğerlerindeki acıdan ziyade içinin bu acı ile sızlamış olmasına yanıyorum.” (Mahmut Yesari, “Küçük Kemal Öldü” başlıklı yazısından, s. 14)Büyük Türk sanatkârı Küçük Kemal’in meziyetleri çoktu. Biz üç değerini yad edeceğiz. Kabiliyeti, bilgisi, sevgisi… Kemal Küçük, sanatına taparcasına âşıktı. Mukeddesatı arasında bir de sanatını tanırdı. Kemal Küçük okurdu. Yaptığını bilerek yapar, öğrettiğini bilgiye dayandırarak öğretirdi.” (Selâmi İzzet, “Küçük’ü Kaybettik” başlıklı yazısından, s. 15)Küçük Kemal, ismiyle tezat teşkil edecek büyüklükte bir artistti. Kendisini senelerce hırpaladıktan sonra nihayet genç yaşta toprağa sürükleyecek olan zavallı ciğerleri, nefes almak için oksijen kadar san’ata da muhtaçtı diyebiliriz. Temaşa san’atını bir din, tiyatroyu bir mâbed telâkki ettiğini bütün hayatınca tekrarlamaktan usanmamış olan bu hassas genci, ihtimal, ciğerlerine musallat olan korkunç parazitler kadar bu yeni san’ata karşı nankör bir muhit içinde, kendi hakkı olan alkışları gespeden tiyatro parazitleri de için için kemirmiştir (…) Bunca yıl, kendisini mutlaka yere sermeye azmetmiş hastalığı ile pençeleşerek, âdeta, kafasında büyüttüğü ağacın çiçek açmasını görmek için ömrünü uzatmaya çalıştı. Fakat yıllardan beri beklediği büyük günü, millî Türk tiyatrosunun, sağlam bir temel üzerinde kurulduğu ve tiyatronun nihayet bir mektep çatısı altında kutsileştiğini günü görmeden bahtsız hayatına gözlerini yumdu. Zavallı aktör, vakitsiz ölümüne en fazla bunun için yanıyorum. Fakat tiyatromuzun bir eşini daha yaratması için muhakkak ki senelerce beklemeye mecbur kalacağı bu dehalı artistin hatırasına karşı saygı borcumuzu unutmayacağız. Onun hayalini, Türk inkılâbını kültür sahasında kökleştirmeye yarayacak olan bu hayali mutlaka hakikat yapacağız. Maddi benliğiyle toprağa yalnız Türk sahnesinin en kudretli ve vaidli aktörünü değil, aynı zamanda büyük bir tiyatro mürşidini ve müellifini de beraber sürüklemiş olan benim zavallı kardeşim, sana karşı gecikmiş olan vazifemiz için bizi, hepimizi affet!” (Yaşar Nabi, “Büyük Bir Aktör Öldü” başlıklı yazısından, s. 16)Zavallı Küçük Kemalcik! Bilmem ki zekâna mı, ufak tefek cüssene ve başına sığmamış olan san’at dehana mı yanayım yoksa temiz ve hisli kalbinin duygularına, samimi arkadaşlığına mı matem tutayım? Sen göçtün, bir gün hepimiz göçeceğiz (…) Bugün mezarını süsleyen sayısız çelenklerin üstünde senin gibi san’atın yaratıcı kudretine inanmış nice gönül arkadaşlarının gözyaşları parıldıyor. Ne yazık ki o yaratıcı kudret senin gibi boşlukta kaybolan jestlerinden birini bile yaratamayacak ve ölümün mumyalaştırdığı yüzünde sonsuz bir ıstırapla insanlığın en korkunç maskesi sırıtacak. Büyük komediden sonra büyük facianı ne mevsimsiz, ne genç yaşında oynadın, zavallı yavrum!” (Halit Fahri Ozansoy, “Zavallı Küçük Kemal” başlıklı yazısından, Uyanış Servetifünun Siyasa, Bilgi, Sanat gazetesi, 30 Nisan 1936 Perşembe, no: 2071/386, s. 354) Bugünden baktığımızda, her biri Türk tiyatrosunun kurulmasında büyük emek harcamış olan onlarca yazar, yönetmen, çevirmen ya da eleştirmenin sözcükleri değişse de; söylediklerinin değişmediğini, yana yana aynı şeyi söylediklerini görüyoruz. Acılar içinde kıvranan bu yazıların bize söylediği tek şey var bana göre: Ardından ah-ü-vah etmek yerine yaşarken sanatçıya sahip çıkmak gerek! Yaşar Nabi’nin “Tiyatro parazitlerine ve nankörlüğe karşı duramadık, gecikmiş vazifemiz için ölünden özür dileriz, bizi affet” diye hayıflanıp, böğrüne yumruk üstüne yumruk vurup dövündüğü budur tam olarak! Hep böyle mi olacak bu işler? İtip kakacağız, hak ettiğini vermeyeceğiz, yalnız bırakacağız, üç otuz çıkarımız için bin bir güçlükle yetişen değerli insanları satacağız. Tembellik ve ihmallerimizle onları canından bezdireceğiz. Sonra da dövün babam dövüneceğiz. Bu itler neden bayram ediyor diye sorup duracağız utançtan kıpkırmızı olan kalbimize. Oysaki sen de biliyorsun, ben de biliyorum ki; atın ölümü, itin bayramıdır! Yapma, yapma artık n’olur! Şimdi isterseniz oyunun sahnelendiği ilk günü gidelim biraz. O günü en iyi kim anlatır bize? Muhsin Ertuğrul; 1963 yılının Kasım ayında yayımlanan Türk Tiyatrosu dergisinin (no: 352) eki olarak basılan ve dergiyle birlikte okuyuculara dağıtılan ‘Beyoğlu-Fatih-Üsküdar Çocuk Bölümleri’ adlı broşürde, “Çocuk Tiyatromuz” başlıklı bir yazı yayımlar. O yazısında, -kısacık da olsa- tiyatro tarihimizin ilk çocuk oyununun, seyircilerle buluştuğu günden de söz eder. Hoca şöyle yazar:1934’de öğrenciyi ilkokul çağından itibaren tiyatroya alıştırmayı düşündüm ve ilk çocuk tiyatrosunu 1935 yılının 3 Ekim Cumartesi günü başlattım.(*Muhsin Ertuğrul’un 3 Ekim Cumartesi diye işaret ettiği tarih, eğer bir matbaa, bir baskı hatası değilse; Hoca da ilk çocuk oyunumuzun seyirci önüne çıktığı tarihi yanlış hatırlıyor demektir. Büyük olasılıkla yanlış hatırlıyor olmalı; çünkü 3 Ekim 1935 günü Cumartesi değil Perşembe gününe denk gelmektedir. HF) Bu temsile bütün büyük sanatçılarımız katılıyordu. Giriş parası almıyorduk; yalnız tiyatroya nasıl girileceği, nasıl oturulacağı, nasıl seyredileceğini ve tiyatronun ne olduğunu öğreten “Çocuk Tiyatrosu” adında bir dergi çıkarmıştık. Onun kuponuyla tiyatroya girilebiliyordu. İlk çocuk temsiline 15 kadar çocuk gelmişti; sahnede ve orkestrada 45 kişi vardı. Bugünün en büyük sanatçı ve şöhretli orkestra üyeleri bu temsile katılmıştı. Temsil bittikten sonra bu büyük sanatçılar bana karşı buruldular. 15 çocuğa oyun oynamak ağırlarına gitmişti. Bu temsilde Öğretmen rolünü oynayan Neyyire Neyir hatıra defterine o gün için, “15 çocuk vardı… Bir rezalet!” diye yazmıştı.(*Neyyire Neyir, Muhsin Ertuğrul’un eşidir) Ben bu adımın ilerleyeceğinden emindim; hiç ümit ve cesaretim kırılmadı.” Şu işe bakın; biz 1 Ekim, 5 Ekim karmaşasını gidermek için belgelere yönelmişken, şimdi bir de 3 Ekim çıktı karşımıza! Muhsin Ertuğrul da insan, yanlış hatırlamış olamaz mı? En azından ‘Cumartesi’ gününün işaretlemesi, 5 Ekim 1935 gününün başka pencereden -hem de birinci ağızdan- onayı gibi geliyor bana. Muhsin Ertuğrul, ilk çocuk oyunumuzla ilgili anılarına başka bir yazısında daha yer vermiştir.Önce “Çocuk Tiyatrosu” adıyla renkli, resimli bir dergi çıkararak işe başladık. Tiyatronun ne olduğunu, nasıl girileceğini, nasıl seyredileceğini o dergide sırasıyla ve çizgilerle gösteriyorduk. Bu aralık, ayrıca büyük bir yanılgıya da düştüm. Çocukları tiyatroya özendirmek amacıyla, yedi buçuk kuruşa satılan bu derginin zımbalı bir kuponuyla tiyatroya girilebileceğini yazdım. Sanıyordum ki, bilet parası küçüklerin keselerine ağır gelir. Bunu Moskova’da çocuk tiyatrosunun uzman ruh bilginlerine söylediğimde, bunun büyük bir yanlış olduğunu, tam tersine tiyatronun paha biçilmez, ulaşılmaz bir değerde olduğunu aşılamak için kesinlikle parasız girmeye alıştırmamak gerektiğini önerdiler. Onların kanısınca çocuğu küçük yaştan, tiyatronun bilet parası ödenerek girilen yüksek değerli bir kurum olduğuna alıştırmak gerekti. Maddi durumu uygun olmayan çocuklara gelince… biz bu nazik sorunu sınıflar halinde gelen toplu öğrencilerin arasına onları da katarak incinmelerine engel olma yoluyla çözdük.” (Muhsin Ertuğrul, “Çocuk Tiyatrosu Yaşamın İlk Sayfasıdır” adlı yazısından alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, 11 Eylül 1978, Sayı: 288, s. 3) Muhsin Ertuğrul’un izlediği yola bakar mısınız? Hoca, Sovyetler Birliği’nde öğrendiği ve hayran olduğu düşüncelerin peşinden gitmektedir. Bunu, ilk çocuk oyunu metnimizi incelerken daha uzun konuşuruz ya, şimdi konuyu dağıtmadan, o ‘ilk günün’ tanıklarından biri olan Vasfi Rıza Zobu’yu dinleyelim: Çocuk tiyatrosuna çocuklar, bilet alarak giriyorlardı. Çocuklara daha faydalı olabilmek için seyrettikleri oyunları okuyarak da anlamalarını istedik. Bunu temin maksadıyla; gişeden bilet değil, onun yerine aynı ücretle ellerine “Çocuk Tiyatrosu Dergisi” isimli bir broşür vermeye başladık. Kapı kontrolüne bilet yerine bu mecmuayı göstererek içeri girecekler; evlerine döndükleri zaman da içindeki yazıları okuyacaklar, böylece seyrettikleri piyes ve “tiyatro” hakkında bilgi sahibi olacaklar. Eser güzeldi. Kemal; lazım olanı kavramış, fikir ve kalem işinde başarıya ulaşmıştı. Ama gelgelelim; gösterilen rağbet hiç derecesinde kaldı. Bizim bu çabamıza karşılık ana ve babaların bu ihmaline, ellerinden tutup da tiyatroya getirmemelerine şaşmadık, ayıpladık… “Çocuklara İlk Tiyatro Dersi”nin ne olduğunu ne bilsinler? Bir kere baştan ilân ediliyor: “Çocuklara!” Hem de “Ders!” Ana-baba artık “ders” alacak çağı geçmiş! Çocukları ya daha okula başlamış yaşta, ya da yeni girmiş mektebe. Ana-baba, çocuklarını derslere ısındırmak için yoğun bir gayret içinde… Bakın, Ercüment Ekrem Talû, **Akşam gazetesinde “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı yazısında, okurundan aldığı mektubun bir parçasından neler aktarıyor: Bu Pazar, kızımı ve yeğenimi alıp çocuk temsillerine götürdüm. Şehir Tiyatrosu’nun memleket çocukları için gösterdiği fedakârlık beni cidden mütehassıs etti. Çocuklarımız için ne iyi ve ne güzel bir eğlence. Fakat maatteessüf bu temsiller rağbet görmüyor. Buraya gelen küçük seyircilerin sayısı, sahnedeki artistlerin sayısını geçmiyor! Memleket çocuklarının ekserisini bundan mahrum kalacak kadar fakir farzetsek bile, geride kalan hali vakti müsait ailelerin çocukları yine Tepebaşı Tiyatrosu’nu dolduracak kadar yekûn teşkil eder. Ellerinde mektep çantalarıyla çocuklarını yanlarına alıp sinemalara giden ana-babaların bu kayıtsızlığından acı duymamak için taş olmak lazım!” Biz inat ettik… Bu güzel “temaşa”yı İstanbul şehrinde oturan çocuklu ailelere anlatıp beğendirinceye kadar; seyre gelen iki çocuk da olsa, oynayacak, yürütecektik. Bu azimle şevkini bozmayan; boş havanda su döver gibi çalışan sanatçılar… Bugün yurdun her tarafından, ödenekli, ödeneksiz “Çocuk Tiyatroları”nın dolu salonlar önünde temsiller vermelerini görmek; bu işin kurucularına ne büyük zevk vermektedir kim bilir. Bu zevki başından beri içinde yaşayanlar duyabilir ancak…” (Vasfi Rıza Zobu, “O günden Bu Güne”, Milliyet Yayınları, Mayıs 1977, İstanbul, Birinci Baskı, ss. 482-483) (**Vasfi Rıza’nın alıntı yaptığı Ercüment Ekrem Talû’nun “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı yazısı; Zobu’nun dediği gibi Akşam gazetesinde değil, 3 İkinciteşrin (Kasım) 1935 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. Belli ki; Vasfi Rıza Bey, 42 yıl sonra anılarını yazarken bazı ayrıntıları gözden kaçırmıştır. Talû’nun Cumhuriyet gazetesinde yazısının yayımlandığı köşenin adı “Bugün de Bu”dur. Sözü edilen gazetenin yayın numarasıysa: 4121) Zobu’nun alıntı yaptığı yazının -bence- en az, alıntı yapılan bölüm kadar değerli olan bir de önerisi vardır. Çok kızgın ama haklı bir öneri! Onları da ben ekleyeyim:Bizde çocuk tiyatrosunun eksikliğini, alâkadar makamların az mı yüzlerine vurduk? Buyrun işte! Haftada birkaç gün, en uygun saatlerde Şehir Tiyatrosu çocuklara temsil veriyor. Hani ya çocuklarınız? Neden götürmüyorsunuz? Cinaî filmler seyrettirip, polis romanları okutturup o minimini ruhları zehirleyecek, gece, kâbuslar içinde çırpındıracak yerde, ahlâklarının, mizaçlarının üzerinde herhalde faydalı tesirler yapacak, kendilerini temiz kahkahalarla güldürecek, ufacık zekâlarını yüksek düşüncelere sevk edecek temsiller göstermek daha iyi olmaz mı? Lakin bence belediyenin de bu işte bir kabahati vardır: Eğlenceleri daha bol olan zengin çocuklarını, fıkara çocuklarından ne diye ayırd etmeli? Bu temsiller bedava olamaz mı? Bedava olursa ilerisi için daha esaslı, daha ciddi ve tam bir demokrasinin de temelleri atılacağından, belediyemizin bu hizmeti bütün manasıyla sosyal olurdu. Herhalde istediğimiz gayelere erişmek, her gayenin tahakkukundan sonra ona karşı alâkamızı kesmemek, azaltmamakla mümkündür. Çocuk tiyatrosu diye çırpındık. Çocuklarımızı oraya götürmeli, göndermeliyiz.”