TÜRK ÇOCUK TİYATROSUNUN İLK SEYİRCİLERİ: TÜRKÇE BİLMEYEN ALMAN ÇOCUKLAR ‘

TÜRK ÇOCUK TİYATROSUNUN İLK SEYİRCİLERİ: TÜRKÇE BİLMEYEN ALMAN ÇOCUKLARİlk Tiyatro Dersi’ 5 Ekim 1935 günü seyirci karşısına çıkar çıkmaz, dönemin ileri gelen sanat ve kültür adamları konuyla ilgilenmeye başlar. Akşam gazetesi yazarları sanki bu işi daha çok önemsemişlerdir. Neden mi böyle düşünüyorum? Çünkü konuyla ilgili ilk haber, oyundan iki gün sonra, 7 Ekim günü Akşam gazetesinin sayfalarında yer bulmuşken; bu haberin yayımlanmasından 12 gün sonra, 19 Ekim 1935 Cumartesi günü, aynı konuda ama bu kez oldukça ayrıntılı bir haber daha yer alır gazetenin sayfalarında. Dönemin tanınmış kalemlerinden biri oyunu izlemiş ve “Çocuk Tiyatrosunda Gördüklerim” başlıklı bir yazı hazırlamıştır. Hem dönem, hem de oyunla ilgili çarpıcı bilgilere ulaştığımız bu yazı dışında konu hakkında bu denli ayrıntılı başka bir kayıt düşülmemiştir tiyatro tarihimize. Bu yazı, konumuz için o denli önemlidir ki; yazının yayımlanmasından sonra küçük çaplı bir meydan savaşı bile yaşanmıştır.Çocuk tiyatrosu, çocuk tiyatrosu lâzım diye yırtına yırtına nihayet yaptık. Pazar sabahı saat onda, Şehir Tiyatrosu’nun gişesinin önünde küçük bir çocuk kalabalığı vardı. Her zamanki gibi kapıdan içeri giren şık tuvaletli bayanlar gözükmüyordu. Ne yalan söyleyeyim, koca boyumla gişeye yaklaşmaya, çocukların içine karışmaya biraz utandım. Mâlum ya, bizde “sakallı bebek” diye bir tabir vardır, bilet alıncaya kadar aklıma hep o geldi. Bereket ki çocuklarla beraber kar gibi beyaz bereleri takır takır kolalanmış kalın bağa gözlüklü dadılar, tatil günlerinde bile çantaları elinde muallimler, çocuğunun koluna sıkı sıkı yapışmış babalar anneler vardı. Ben de o araya karıştım. Lâkin gişede gümrük muayenesi kadar güç bir vaziyetle karşılaştım. Memur:
  • Çocuğunuz var mı? diye sordu. Olmadığını söyleyince:
  • Öyle ise size 15 kuruşluk çocuk bileti kesmeyeceğim.
Eyvah, şimdi ne yapmalı? İçeri girebilmek için bir çocuk mu aramalı? Aman bir münhal çocuk… Küçüklüğümde tanımadığım büyüklerin yanına katılır, sanki onlarla berabermişiz gibi sinemaya kaçardık. Şimdi çocukların arasına girip sanki onların babası, hocası filanmış gibi yine aynı usulle tiyatroya kaçamak giremezdim ya! Nihayet bana 30 kuruşluk iki misli bir bilet kestiler, içeri girdik.” Buraya kadar yazarın gevezelik ettiğini düşünebilirsiniz ama biraz daha hoşgörüyle baktığınızda, dramaturjik olarak, seyirci karakteri hakkında eşsiz bilgiler sunduğunu da göreceksiniz bu bölümün. Sadece bu mu? Bilet fiyatları hakkında fikir edindiğimiz gibi dönemi içinde, yetişkin seyircinin çocuk oyunlarına nasıl baktığına dair ipuçları da yakalarız yazıdan. Yetişkin yazarımızın -üstelik dönemi içinde oldukça tanınmış biridir- çocuk tiyatrosuna girmek için gişenin önündeyken aklından geçenleri öğrendiğimiz gibi, -neredeyse- utandığını söylediği bir ruh hali içinde olduğunu da görürüz. Bu ruh iklimi, bize Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının, bilimsel, evrensel, pedagojisi iyi hesaplanmış ama aynı zamanda eğlencesi unutulmamış, cesur ve ulusal bir çocuk tiyatrosu başlatarak nasıl zorlu bir yolculuğa çıktıkları hakkında bilgiler vermektedir. Az şey midir bu? Nihayet salona girer yazarımız. Bakalım içerisi nasılmış?Bütün sıralarda dadılar çocuklar, babalar çocuklar, analar çocuklar… Ne yalan söyleyeyim, bir kere çocuk bahçesinde çocuklara mahsus oyuncaklarla hamalların, göbekli göbekli adamların oynadığını görmüştüm. Burada da seyircilerin çoğunun büyük insanlar olacağını sanıyordum. Aldanmışım… Yalnız üç çift gördüm. Üç sevgili... Çocuksuz mocuksuz gelmişler oturmuşlardı. Fakat tiyatronun tenhalığı içime hüzün verdi. Bu kadar zamandır istediğimiz ve nihayet yapmaya muvaffak olduğumuz çocuk tiyatrosunu bu derece tenha mı görecektik? Yüz çocuk var yok… Benimle beraber giren terbiye muallimi: “Kabahat büyüklerde” diyordu. “Bizde çocuk terbiyesi denilince akla ne geliyor biliyor musunuz? Çocuğu dize yatırıp kaba etlerine birkaç kuvvetli şamar atmak… Yatağını kirletince altını yakmak… Cennetten çıkmadır diye çocuk terbiyesinde en çok kullanılan şey sopadır. Henüz tiyatro ile sinema ile çocuğun terbiye edileceğine aklımız yatmıyor… Sopadan çocuk tiyatrosuna geçmek de epey güç bir iştir.” Vay anam vay! Saptamanın rezilce ama doğru olduğuna mı kızmalı yoksa toplumsal mücadelede, bir tek, yalnız kalmayı ve ötelenmeyi göze alanların, ağır ve paslı bir değirmen çarkından farkı olmayan tarihin akışını değiştirebileceğini düşünüp, yüzümüz kıpkırmızı, kendimize mi çatmalı şimdi, bilemedim? Sonra şöyle düşündüm; her yeni başlangıç, genellikle acı veren bir son kılığında görünmez mi gözümüze? O zaman yapacak tek şey var: Doğru bildiğimiz yolda, korkmadan ilerlemek!Küçüklerin ellerine tiyatroya girerken bir de mecmua sıkıştırıyorlar. Bu mecmuada tiyatroya nasıl gidilir, tiyatroda nasıl oturulur, tiyatro nasıl seyredilir, birer birer anlatılıyor. Hani şu mecmualardan büyüklere de dağıtılması pekiyi olurdu. Şekspir oynanırken çıtır çıtır fıstık yiyen, dünya şaheserlerinin temsilinde en ön sırada zaman zaman başını yanındaki kadının omuzuna düşürüp mışıl mışıl uyuyan büyüklerin de bu mecmuaya pek ihtiyacı olsa gerek…” Bugün daha çok magazin gazetecisi olarak hatırlansa da; Akşam gazetesinde yayımlanan ve dosyamıza büyük katkı sağlayan bu yazının altında Hikmet Feridun (Es)’in imzası vardır. Hikmet Feridun Bey’in yazısı 19 Ekim 1935 Cumartesi günü yayımlanmış ve “Pazar sabahı saat onda, Şehir Tiyatrosu’nun gişesinin önünde küçük bir çocuk kalabalığı vardı” sözleriyle başlıyorsa; yazarın, ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı oyunun, 13 Ekim 1935 Pazar günü sahneye çıkan dördüncü gösterisini izlemiş olduğunu kolaylıkla saptayabiliriz. Daha önce İ. Galip Arcan ya da Neyyire Hanım’ın notlarına çok benzeyen bir ‘seyirci tenhalığından’ o da söz etmektedir. Oyun dört gösteri yapmış ama seyirci konusunda henüz beklediği randımana ulaşamamış demektir bu! Feridun Es, yazısının orta kısmında, oyunun ilk dakikalarında edindiği izlenimleri anlatır. Okuyalım mı?Dakikalar geçiyor. ‘Anne ne zaman başlayacak?’ ‘Baba, kaç dakika kaldı?’ sorularıyla çocukların sabırsızlıkları yüzlerinden akıyor. Fakat dikkat ettim; ön sıra, sabah dokuz buçukta gelip yerini almış Alman mürebbiyeleri ve Alman çocuklarıyla dolu… İçlerinde hiç Türkçe bilmeyenler de var. Lâkin çocuk tiyatrosu diye gelmişler. Nihayet perdenin önünde Bayan Neyyire Neyir belirdi. Çocuklara safa geldiniz dedi ve evvelâ onlara küçük bir tiyatro dersi verdi. Dekor neye derler? Sahne nasıl bir yerdir, sahnenin arkasında kimler nasıl çalışırlar? Hep bunları birer birer çocuklara gösterdi. Bu esnada sahnede Şehir Tiyatrosu’nun hakikî elektrikçileri bulunuyordu. Nihayet sıra aktörlere geldi. Emin Beliğ ihtiyar bir adam rolünü temsil ediyordu. Bayan Neyyire onu aksakalı ile çocuklara gösterdi: “Bu gördüğünüz zat böyle ihtiyar, ak pak değildir. Gençtir, hatta güzel bir adamdır. Size oynayacağımız tiyatro için böyle boyanmış ve bu hale gelmiştir şu gördüğünüz beyaz sakal” diyerek Bayan Neyyire, Emin Beliğ’in sakalını hafifçe çekti. Çocuklarda bir kahkaha…
  • İşte bu sakal takma sakaldır. Aktörler icap edince böyle takma sakal, takma saç takarlar.
Bundan sonra Bayan Neyyire ihtiyar bir kadın rolünü oynayan Bayan Bedia Ferdi’nin başındaki beyaz saçları eliyle kaldırdı:
  • Bu da beyaz bir prokedir. Bu da takmadır.
Lâkin söz aramızda, beyaz saçlarla Bedia Ferdi ne sevimli bir ihtiyar olmuştu. İhtiyarlık kendisine pek yakışacak… Şimdi sıra çocuklara çalınacak çalgıları anlatmaya gelmişti.
  • Şu gördüğünüz kemandır. İnce sesi sizin sesleriniz gibidir. Ondan büyüğüne viyolonsel derler, sesi kalındır. Babanızın sesine benzer. Ya şu köşedeki Çoban Mehmet’e benzeyen hepsinden iri yarısı da kontrbastır. Onun sesi büsbütün kalındır. Ağababalarınızın seslerine benzer.
Bundan sonra çocuklara muhtelif sahne hileleri gösterildi. Sahnede deniz nasıl dalgalandırılır, güneş nasıl doğar, fırtına nasıl çıkar… Bunların hepsini gördük. Sanki Fatin Hoca kulislerin arasında imiş gibi fırtına çıktı, gök gürledi, güneş doğdu. Nihayet piyes başladı. Çocukları alâkadar edecek bütün şeyler sahnede… Bir kere sekiz dokuz köpek… Bu köpek rollerinde hep meşhur artistler… Bazen sahnede dokuz köpek birden uluyor. Miki Mavs burada, Şarlo burada… Hep çocukların bayıldığı tipler… Köpekler papağanlar birbirleriyle konuşuyorlar, kelebekler uçuşuyor, daha neler… Baletler gözlüklü gözlüklü dadıları temsil ediyorlar.” Metnin orijinaline baktığımızda, Hikmet Feridun Es’in, kendinden de bir şeyler eklediğini ama çoğunlukla iyi bir gözlem yaptığını görürüz:BEŞİNCİ TABLOHenüz düzelmemiş bir sahne. Makinistler sağ tarafta bir ev kurmakla meşgul. Ressam orta yere konacak bir ağacın ötesini berisini düzeltiyor. Marangoz da yapraklarını oyuyor, aksesuar bir kanepeyi ortaya sürüklemekle meşgul. Elektrikçi bir projektörü sol kulise yerleştiriyor. Arkalarda gezinen birkaç oyuncu… Perde birden açılınca bir çığlık kopar ve herkes birden kaçışır. TİYATRO HOCASI – Kaçmayın. Ben açtırdım. Herkes işinin başına geçsin. Beş dakika sonra sahne hazır olmalı. İHTİYAR – Canım hocam oldu mu ya! Böyle habersizce perde açılır mı? Rezil olduk! TİYATRO HOCASI – Üzülme, gel. Mahsus yaptım. Gel, yakın gel. Çocuklar seni görsün, saklanma canım. (İhtiyar’ı elinden tutar, çocuklara gösterir) Bu gördüğünüz sahici ihtiyar değil. Bakın, yüzünü boyamış. Boyalarla buruşuklar yapmış. Takma sakal, bıyık takmış. Başına bu kır saçlı perukayı geçirmiş. Olmuş bir ihtiyar… Halbuki aslında bu daha çok genç bir adam… Oyunda rolü var. Hazırlanmış, bakalım nasıl oynayacak? İHTİYAR – Rolümü su gibi biliyorum. Yalnız hani şu… TİYATRO HOCASI – Aman söyleme sonra çocukların aklı oraya takılır. İHTİYAR – Peki. (Uzaklaşır) TİYATRO HOCASI – Bakın çocuklar, görüyor musunuz bu sahne ne büyük, ne geniş yer. Tabii bunun daha iyisi, daha çok büyüğü hem de makinalısı var. Ama burada değil, Avrupa’da! Bakın bu işçilerin kurmaya çalıştığı şeylerin adına dekor derler. Bunların planını bu ressam hazırlar. Sonra bu marangoz tahtalarını çatar, keser, biçer, çiviler. Sonra gene aynı ressam boyar. Şimdi bakın ağacın ötesini berisini düzeltiyor. Kullandığı boya eritilmiş tutkalla toz boyasından yapılmıştır. Şimdi dekorları kuruyorlar. Dekor kuranlara makinist derler. Görüyor musunuz boyanmış parçaları nasıl yan yana getiriyorlar? Sonra onları burgularla yere perçinliyorlar, sağlam dursun diye… İşte tamam. Nasıl, güzel olmadı mı bu köşk çocuklar? Bakın elektrikçiye, o da lazım olan yerlere ışık veriyor. Bu koca lambalı projektörleri o tarafa çeviriyor. Öyle ya, bu boyalı, düzgün şeylerin güzel görünmesi için ışık lazım. DANS HOCASI – (Gürültü ile sağdan gelerek) Fena çocuklar, çok fena… (Arkasından dansa hazırlanmış birkaç kadın ve erkek girerler) Elbiselerinizi iyi giymemişsiniz. (Perdenin açık olduğunu görünce) A… Mon Dieu… Perde açıkmış… Skandal… (Kaçar) TİYATRO HOCASI – (Gülerek) Çocuklar bizim dans hocası biraz sinirli… Ama ne yapsın. Bütün gün zıplıyor. Kan ter içinde kalıyor zavallıcık. Bütün göreceğiniz dansları yapan, hazırlayan o. E, şimdi ne oluyor? Ha, gök perdesini çeviriyorlar. İşte bu koca değirmen gök olacak. Şimdi önüne denizi yerleştiriyorlar. Deniz ya, ne gülüyorsunuz? Hem dalgalı bir deniz… Bu da oldu. Sıra ağaca geldi. Ağacı sola koyuyorlar. Bakın aksesuar memuruna. Kanapeyi tutana aksesuar memuru diyorlar. Oyunun bütün eşyasını, ötesini, berisini, incik boncuğunu o bulur, ortaya kor, düzeltir… Bakın kanapeyi ağacın altına yerleştirdi. TERZİ KADIN – (Telaşla sağdan gelerek sola doğru koşar. Elinde bir elbise vardır.) Aman çok şükür yetiştirebildim. Ayyy… Perde açılmış. (Kaçacak gibi olur) TİYATRO HOCASI – Merak etmeyin Bayan Raziye, daha oyun başlamadı. TERZİ KADIN – Ya öyle mi? Aman ne korktum. (Soldan çıkar) TİYATRO HOCASI – İşte gördünüz mü? Bu kadıncağız oyunumuzun bütün elbiselerini dikti, biçti, hazırladı… Eee başmakinist, sahne hazır mı? BİRİNCİ MAKİNİST – Tamam, bakın ziller çalıyor. (Zil sesleri duyulur) TİYATRO HOCASI – Sahi ziller çalmaya başladı. Aktörleri yani oyuncuları sahneye çağırıyorlar. Oyun başlıyor artık. Bakın suflör de geliyor. Elinde oynanacak oyunun kitabı var, yerine oturdu, kitabı açtı, hazır… Tabii artık siz onu görmüyorsunuz. Çünkü köşeciğinde saklandı. Bu suflör denen adam, oyunda rolünü unutan oyuncuya hemen hatırlatır ama çok hafif sesle. Adeta üfler gibi… E artık her şey tamam, oyun başlıyor. Çocuklar en öndeki kırmızı kadife perde kapanınca oyunumuzun birinci perdesi bitmiş olacak ve beni tekrar karşınızda göreceksiniz. Ben şimdi çekiliyorum. Ben gelmedikçe bir yere kımıldamak yok. Beni muhakkak bekleyin, e mi? Haydi oyun başlasın! Çocuklar dikkat, oyunumuzun adı “YABANİ”dir.” En sonunda, oyunun ‘Prolog’ bölümü bitmiş, sıra “Yabani” adı verilen asıl oyuna gelmiştir. Hepsi 10 tablo olan oyunun yarısına denk gelen bu giriş bölümünün elbette bir nedeni vardır. Bugün bile birçok seyirci, oyunların künyesi kabul edilmesi gereken bu tür girişlerden çok da hoşlanmaz. Hatta bu bölümleri, sıkıcı ve gereksiz bulur. Oysa ki, bu durumu anlayabilmek için, Muhsin Ertuğrul’un Moskova’da edindiği bakış açısına dair bazı notları hatırlamakta yarar var. Birçok kazanımla dönmüştür Hoca Rusya’dan ama biz can alıcı olduğuna inandığımız bir görüş üzerinden bunu anlatmayı deneyelim. Muhsin Ertuğrul, Sovyetler Birliği’nde, çocuk tiyatrosu üzerine ciddi çalışmalar yapmış olan Prof. E. Arkin’le de görüşmüş; onun özellikle çocuk tiyatrosu sosyolojisi diyebileceğimiz fikirlerinden çok etkilenmiştir. Arkin, Muhsin Hoca’nın da bulunduğu bir konferansında şu saptamayı yapar: Çocuk tiyatrosu (…) pedagoji -yani çocuğun çağı ve gelişmesi kanunlarından bahseden fen ile- el ele yürümek şartıyla çocuklar için faydalı olabilir (…) Fennî tetkik işleriyle, tiyatro yaratıcı işleri arasındaki bağlanış acaba nasıl meydana getirilir? Evvela tiyatroda çalışanlara (…) pedagoji işinin hesabı verilmek üzere devir raporları yazılır. Eğer elinizde bulunan elemanlar mütenevvi ve fennî noktalardan faydalı olursa, piyesin pedagojik takdirine, tenkit ve düzeltilmesine imkân vardır. Pedagojik takdirimizi gösteren diyagram, liste ve istatistikler yalnız alâka mevzularını teşkil etmez. Fakat tecrübelerin gösterdiği gibi, ileride konacak piyeslerde, rejisörlerin çalışmalarında ve artistlerin oyun şekillerinde hatta piyes yazarlarının eserlerinde hakiki izler bırakacaktır (…) Muhtelif vaziyetler tesiri altında olarak tiyatro salonlarında çocukların aldığı reaksiyonun üzerinde yapılan tetkikat; çocuk personajlarının tahlili ve saire üzerinde çok istifade edilen (durumlar yaratır. Bu durumun) bir başka değeri; artist kütlesinin bilgi ufuklarının genişleyeceğini, çocuk şahsiyetine karşı alâkalanacağı ve çocukların hâl ve harekâtını doğru anlayacağını göstermiş olmasıdır (…) Asıl gayemiz, çocuk samilerinin üzerine temsillerin yaptığı tesirin tam bir manzarasını elde etmek için, eskisi gibi bir tek değil, muhtelif yollardan yürümektir (…) Fakat mühim bir noktadan daha bahsedeceğim. İşimizin esaslı prensibi çocuğun “herhangi tesirin altında hareket eden makine (Müsterbergerin) tabirince değil, fakat faal bir şahsiyet olduğu hakkındaki telakkimizdir.” (Prof. E. Arkin, “Çocuk Tiyatrosu ve Onun Seyircileri” başlıklı yazısından alıntı, Türk Tiyatrosu Dergisi, 15 Birincikânun (Aralık) 1935, Sene: 7, Sayı: 64, ss.1-3) Çocuk tiyatrosunda o güne dek kimselerin üstüne düşünmediği yeni bir rüzgâr esmektedir şimdi. Bu rüzgâra; pedagojik, bilimsel tiyatro formu diyeceğiz yıllar içinde… Hikmet Feridun Es de, yazısının bir yerinde bu görüşü desteklemekte ama -eminim ki- ne dediğinin farkında bile değildir. Es, şöyle yazar Neyyire Hanım’ın çoğuna upuzun, sıkıcı ve gereksiz gelen giriş bölümünü anlatırken: Neyyire Neyir, küçük seyircilerle sahneden daima konuşuyor, onların fikirlerini alıyor. Bu şimdiye kadar bizde görülmemiş bir tiyatro tarzı! Aktörler küçük seyircilerle sahneden konuşuyorlar. Çocuklar istedikleri şeyi sahneye bağırabiliyorlar. Bütün tiyatroya çocuklar hâkim…”