1935 yılının Ekim ayı başlarında ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı çocuk oyunumuz sahneye çıkmış; ancak seyirciden beklediği ilgiyi görememiştir ne yazık ki! Koca salonda 15-20 kişiye oynamak! Bunun nasıl zor...

1935 yılının Ekim ayı başlarında ‘İlk Tiyatro Dersi’ adlı çocuk oyunumuz sahneye çıkmış; ancak seyirciden beklediği ilgiyi görememiştir ne yazık ki! Koca salonda 15-20 kişiye oynamak! Bunun nasıl zor bir durum olduğunu, içinin nasıl kıyım kıyım kesildiğini ancak yaşayanlar bilir! Ahhh ki ne ah! Bunca zorluğa karşın, tiyatronun kaptan köşkünde oturan inanmış bir adam vardır, cesur bir adam: Muhsin Ertuğrul! O adam, 15-20 seyirci gelmesine karşın çocuk tiyatrosundan vazgeçmemelerini, son derece kendinden emin ve öfkeli bir sesle şöyle açıklar onunla alay etmeye yeltenen ya da ihtiraslarının tutsağı olanlara. Parayı ya da herhangi bir çıkarı merkeze koyup dünyayı tanımlamaya yeltenen, ‘acınası zavallılara’: “Şarkı söyleyerek ayda bin beş yüz lira kazanan bir bayan bana “Tiyatronuz artistlere çok az para veriyor, mesela sizin bir ayda kazandığınızı ben üç gecede alıyorum” diye acıdı. Her şeyi maddi bir kıymetle ölçen herhangi bir sathî görüşlü adam da onun gibi yapar, bizlere acırdı. Fakat her şey yalnız o zaviyeden mi görülmelidir acaba? (…) Herhangi bir meslek için bir insan olmak kâfidir ama tiyatro için, hele bizdeki gibi işçisini doğru dürüst doyuramayan bir tiyatro için yalnız insan olmak yetişmez; zamanımızda adedi azalan “idealist” bir adam, yüksek bir gaye güden insan olmak lâzımdır. Onunçün tiyatro bir meslek değil, tiyatro bir din, bir kült, bir tarikattır (…) İş bir ideal olursa, bu iş geçinmek için tutulmuş bir meslek olmaktan yükselip de erişilmez bir “gaye” olursa, o zaman bu bir din olur ve böyle bir dinde çalışmak ibadettir. Yalnız bu fikirledir ki, biz çalışmamızı aldığımız parayla ölçmeyiz (…) Biz tâ başlangıçta hayatımızı bile bile tiyatroya bedava bağışlayarak bu mâbetten içeri girdik. Tiyatroya vakfedilen bu vücut, bu kafa, bu çalışma, bu enerji ve bu sebat hangi parayla ödenebilir? Fikrimizce bize değil, aldığımız beş on parayı çalışmamızın mukabili addedenlere acımak lâzımdır (…) Bizim böyle seve seve çalıştığımız bir işten duyduğumuz manevi zevki parayla ölçen gafiller! Paranın başkalarına verdiği sarhoşluk, bizim bir muvaffakiyetten duyduğumuz zevkin yanında acaba nedir? Onların sarhoşlukları paralarla beraber biter. Fakat biz sanatın tükenmez şarabını ezelden içmiş âşıklarız (…) Dilerim bütün dünyadaki herkes kendi işini, bizim işimizi sevdiğimiz kadar, menfaatsiz, karşılıksız sevsin, kendi işinden bizim duyduğumuz kadar zevk duysun. İşte o zaman günlük çalışma bir vazife değil zevk, hayat bir didişme değil saadet, dünya cehennem değil cennet olur (…) Hakikî sanatkâr Allah’ın özenip bezediği, milyonda bir yarattığı mahlûktur ki, hiç bir kimse onun üzerine “fiyat maktu” levhası yapıştıramaz (…) Hakikî sanatkârın ömrü ve eseri satılık değildir, sanatkâr isterse onları, cömert bir hükümdar gibi ihsan eder, hiçbir karşılık beklemez. Cesur ve idealist bir kahraman böyle yapar, amma herkes cesur ve kahraman mıdır? Ne mutlu, eski dindarlar gibi “Çalışmak ibadettir” deyip, kendilerini işlerine bağlayanlara… Günlerimizi çalışmadan gayrı yere harcayınca nasıl bomboş kalıyoruz, nasıl sıkılıyoruz, nasıl kısırlaşıyoruz. Onunçündür ki; Tepebaşı Tiyatrosu’nun sahne kapıları üzerinde her sabah iş başına gelen sanatkârları selamlayan şu cümleler vardır: “İşimiz İbadetimiz / İbadetimiz İşimiz!” (Türk Tiyatrosu Dergisi, 15 Birincikânun (Aralık) 1938, Sene: 10, Sayı: 97, ‘Perdeci’ imzasıyla Muhsin Ertuğrul’un yazmış olduğu “Görüş Farkı” başlıklı açılış yazısından alıntı, ss. 1-2) Her zaman karşımıza çıkmayacak kadar tutkulu biridir Muhsin Hoca. Sinirlerimizi bozacak kadar görünür bir tutkusu vardır üstelik. Aynı, dediklerinin hiç kimse tarafından anlaşılmaz bulunamayacağı, açıklığının tartışılamayacağı gibi! Cam gibi duru ve cam gibi keskin! Bunun bir nedeni olmalı? ATATÜRK’ÜN ÇOCUK SEVGİSİ Bu nedeni açıklamak basittir basit olmasına ya; ‘Hiç kimse, duymak istemeyen biri kadar sağır değildir’ sözü aklıma geliyor nedense… Bunun nedenini; her ne yapılacaksa, işe temelden yani çocuklardan başlamak gerektiğine inanan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal ve arkadaşlarının dünyaya bakışında aramak çok da yanlış olmayacaktır. Öğrenmeme konusunda katırdan beter ayak direyenlere sözüm yok ama biz, tarihimize bu denli arkamızı dönmüş, gözlerimizi yummuş, kulaklarımızı sıkı sıkı kapatmış olsak da; kaybettiğimiz ‘bakış açısı’ daha çooook ‘görüş farkları’ yaratacak; gün gelecek, kendi tarihimizi, elâlemin yabancısından öğrenmek zorunda kalacağız. Yaşadığımızı bilmek istemiyoruz, bari bunun bizi öldürdüğünü bilsek! “Atatürk yaşlandıkça çocukları daha çok sevmeye, çevresine toplamaktan hoşlanmaya başlamıştı (…) Başkalarının çocuklarıyla ilgilenir, oynar ve onlara Rumeli türküleri söylerdi. Bir gün, İzmit’te bir okul gösterisinde, küçük bir oğlan çocuk Atatürk’e hayran hayran baktıktan sonra birdenbire kucağına atılıp onu öpmeye başladı. Arkadan, öteki çocuklar da öğretmenlerinin elinden kaçıp Atatürk’ü bir öpücük yağmuruna tuttular. Atatürk, yanındaki büyük insanlara döndü: “Görüyorsunuz ya” dedi, “bu çocuklarla ben aynı kuşaktanız.” (Lord Kinross, “Atatürk-Bir Milletin Yeniden Doğuşu”, Çeviren: Ayhan Tezel, 2. Cilt, Sander Yayınları, 1966, s. 718) Gel de, tam bu noktada Tonguç Baba’yı hatırlama bakalım! “Biz bildiğini yapan insanlardan yeni bir toplum yaratmak için tarlaya tohum saçıyoruz. Bu tohumlar yetişince şunlar olacak: Yapamayacağı bilgiye güvenenler, onu topluma en yüksekten satanlar, çürük bilgilerine güvenerek toplumdan her şeyi isteyip asla doymayanlar tüm saygınlıklarını yitirecekler. Yapamayanların, yalnızca vaaz edenlerin yerine YAPABİLENLER gelecek! Söylemek, yazmak, konferans vermek gibi çalışmaların hiçbiri, yapmanın yerine geçemez ve onun kadar kuvvetli olamaz... Hazineye sahip olmak değil, onu kullanabilmek hünerdir.” (Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları, Hazırlayan: Engin Tonguç, Çağdaş Yayınları, Ekim 1976) Bir parça da olsa, çocuk tiyatromuzu kuran ve onu yaşatmaya çalışanların nelere karşı mücadele ettiklerini ve hangi düşünceye tutunduklarını anlatabildiysek; şimdi yeniden oyunumuza dönebiliriz. ‘İlk Tiyatro Dersi’ adıyla bildiğimiz oyunun, altıncı tablodan sonra adı değişmiş ve “Yabani” olmuştur. Aslında, değişen bir şey yoktur. O güne dek yapılmamış bir şey yapılmaktadır seyircilerin önünde; çocuk oyununda, oyun içinde oyun tekniği denenmektedir, hepsi bu! Artık gerçek oyuncular ‘rol kişilikleriyle’ sahnededirler. Sözü edilen tablo, güçlü bir sahne manzarasıyla açılır. “ALTINCI TABLO Sahne düzelmiştir. Sağda parmaklıkla çevrili güzel ve modern bir villa, karşıda hafif hafif dalgalanan beyaz köpüklü deniz… Sol tarafta ağaç altında yeşil boyalı bir kanepe. Kanapenin dayanacak tahtasına: “Bir kumbara sizi zengin eder” diye yazılı… Dadılar soldan çocuklarla girerler. Çocukların ellerinde küçük yelkenli kayıklar…” Şimdi soru şudur: “Bir kumbara sizi zengin eder” gibi oyunun akışına hiçbir şey katmayan / eksiltmeyen propagandist gereçlere neden ihtiyaç duyulmuştur? O güne dek sahnelerimizde görülmeyen bu bambaşka ‘oluşu’ nasıl okumalıyız? Saptayabildiğim kadarıyla; benden önce konu üzerine çalışma yapan ve çalışması yayımlanan iki araştırmacı vardır. Bunlardan biri Sayın Doç. Dr. Nihal Kuyumcu, diğeri de Sayın Dilem Cengiz Ay’dır. Kuyumcu Hoca; “Türk Modernleşmesinin Çocuk Tiyatrosundaki Yansımaları: Cumhuriyet Döneminin İlk Çocuk Oyunu - İlk Tiyatro Dersi” başlıklı yazısının giriş bölümünde, bu konuda şöyle bir saptama yapar: “Türkiye’de Cumhuriyet döneminde Batılı anlamda bir çocuk tiyatrosu, elimizdeki kaynaklara göre, ilk kez İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBŞT) çatısı altında 1 Ekim 1935’te sahnelenmiştir. (?) H.Ferit ile K. Küçük’ün kaleme aldığı (?) İlk Tiyatro Dersi adlı oyun, Türkiye Cumhuriyet’nin bağımsızlık savaşından sonra içinde bulunduğu yeniden yapılanma süreci, bir başka deyişle, Modernizme geçiş süreci içinde sergilenmiştir. Günün koşulları içinde tiyatroya yüklenen görev, yapılan yeniliklerin, yeni yaşam tarzının ve devrimlerin tiyatro aracılığıyla yeni nesillere anlatılması, gösterilmesi ve benimsetilmesidir.” (“Zehra İpşiroğlu’na Armağan - Tiyatroyla Düşünmek”, (Çok Yazarlı Ortak Kitap), Habitus Yayıncılık, 2016, İstanbul, Birinci Baskı, s. 321) “Yapılan yeniliklerin, yeni yaşam tarzının ve devrimlerin tiyatro aracılığıyla yeni nesillere anlatılması, gösterilmesi ve benimsetilmesi”… Dosyanın başından beri; Muhsin Ertuğrul’un, Moskova’da kafasının içine doldurup getirdiği düşüncenin tam da bu olduğunu savunan belgeler gösterip; 1917 Rus Devrimi sonrası, özellikle Lunaçarski ve Natalia Satz’ın tiyatroyu kullanarak ülkesinde yapmak istedikleri kültür örgütlenmesinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde de aynı biçimde kullanması değil midir bu? Konu hakkında inceleme yapmış olan Sayın Dilem Cengiz Ay da çok benzer bir saptamada bulunur: “Sovyetler bir devrim yaşamış ve tiyatronun ilerlemesini de etkilemiştir. Ancak çocuk tiyatrosundaki benzer işlevi yeni rejimi çocuklara -geleceğin yetişkinlerine- aktarmaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Cumhuriyet’e geçiş sırasında -Tanzimat döneminden beri- bilhassa yazarlar insanları eğitmeyi amaç edinmişlerdir. Batıda olduğu gibi Türkiye’de modernleşme kendi dinamikleriyle gelişme sürecine sahip değildir. Sürekli batıya yetişme çabasıyla her şey aceleye getirilmiş ve hızlandırılmış bir şekilde batı ülkeleriyle aradaki fark kapatılmaya çalışılmıştır. Belirli bir altyapı olmadan sadece üst yapı oluşturmak denenmiştir. Cumhuriyet ideolojisine sahip çıkacak, onu yeni nesillere aktaracak kuşakları yetiştirmek için tiyatroda bir araç haline gelmiştir.” (Mimesis Dergi-Kitap, 29 Şubat 2016) Ben de buraya kadar aynı fikirdeyim iki değerli araştırmacıyla: Tiyatro bir araç olarak, Cumhuriyet ideolojisinin örgütlenmesinde kullanılmaktadır. Ancak beni huzursuz eden bazı eksik parçalar var yine de. Bazı soruların yanıtları verilmelidir. Yoksa bu ‘yeni oluşun ruhu’ tam olarak doğru okunamaz gibi geliyor bana. Örneğin genç Türk devleti, bir yandan yapılması için Şehir Tiyatrosu bütçesinden binde 31 ödenek ayırıp, onlarca güçlükle mücadele ederek çocuk tiyatrosunu kamuya açmışken; neden, öte yandan bu girişime sahip çıkmamış, itin köpeğin salyalı dişlerinden, kudurmuş örgütlü cehaletten korumamıştır bu denli önemsediği “Çocuk Tiyatrosu”nu? Türk çocuk tiyatrosunda Rus bir ebeden söz edilmesi neden birilerini ölümcül bir kine yönlendirmiş, neden bu kadar rahatsız etmiştir? Bu soruların yanıtı konusunda her iki araştırmacı da görüş bildirmemişlerdir. Kuyumcu Hoca; “Yazarların, her şeyi somut olarak seyirci-çocuklara gösterme gayreti içinde olduklarından” söz etmektedir yazısının bir yerinde. Sayın Kuyumcu’nun iyi niyetli bir saptama yapmak istediğine inansam da; bence eksik ve yanlış yorumlamalara da neden olacak bir saptamadır bu. Çünkü:
  • Sanki bu “yapılan”, tiyatro idarecilerinin, çocukların hiçbir şey bilmediklerini düşündükleri için böyle davrandıkları anlamına gelebilir. Oysa ki; 1927 yılından beri, Muhsin Ertuğrul’un, çocuk ve genç seyirci kitlesinin tepkileri ve gücü üzerine ülkemizde çalışmalar yapmakta olduğu, bununla yetinmeyip, yurt dışındaki hareketleri de izlediği gözden uzak tutulmamalıdır.
  • Sonra, ilk kez çocuk seyirci bağımsız kimlikler olarak kabul görmekte ve -Hoca’nın Moskova’da gördüğü gibi- bu yaklaşım sonucu çocuk seyircilerin, oyunun neresine tepki verip, neresinde sıkıldıklarının peşine düşülmüştür. Yani bu yapılanın istatistiksel bir yeteneği de vardır. Hiçbir şey şansa bırakılmamıştır bana göre. (Bunun ne kadar başarıldığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, ‘umulan sonuç’ kesin kes bilimsel verilere dayandırılmıştır; her ne kadar çocuk tiyatrosunun, idealist bir yetişkin kadrosunun üstesinden geleceği bir ek görev olduğu düşünülse de! Önemli olduğu bilinmekte ama -sanki- bu önemin çapı kestirilememektedir. )
  • Ve son olarak; Leon Chancerel’in çocuk tiyatrosunun nasıl oynanması gerektiği sorusuna verdiği yanıt; “Tıpkı büyüklere oynandığı gibi ama daha iyi, daha yetkin!” düşüncesinin denenmiş olabileceği unutulmuş gibidir.
Doç. Dr. Nihal Kuyumcu böyle derken; diğer araştırmacı Sayın Dilem Cengiz Ay ise bu konuda daha açık bir görüş bildirmektedir: “Muhsin Ertuğrul, Sovyetler’i örnek alarak Şehir Tiyatrosu bünyesinde çocuk tiyatrosunu kurmuştur.  Ancak bu esnada çocuğun ne olduğu, çocuğa nasıl tiyatro yapılması gerektiği bizim tiyatromuzda pek tartışılmamıştır (…) Şehir Tiyatroları ilk kez 1935 yılında Kemal Küçük’ün yazdığı “İlk Tiyatro Dersi” adlı oyunu sahneye koymuştur. Oyunu yorumlarken çocukların ilk defa tiyatroyla karşılaştıklarını göz ardı etmemek gerekir.” Yani Sayın Ay, çocukların yetersiz birer seyirci olma hallerine vurgu yapmaktadır neden olarak. Oysa ki belki başka nedenleri de vardır bu “her şeyi somut olarak seyirci-çocuklara gösterme” çabasının? Muhsin Ertuğrul ne düşünmektedir bu konuda, bir de ona bakalım mı? “Üzülerek söylüyorum ki, başlangıçta çocuk tiyatrosunun sınırsız önemini değerlendirmekte yanıldım ve onu herhangi bir tiyatronun ek görevi olarak yürütülür sandım. Kendimiz kırk yıl önce, Şehir Tiyatrosu olarak, tüy kadar hafif bir ödenekle yaşarken, üstelik dar bir kadroyla haftada bir yeni piyes çıkarmak gibi insanüstü çaba harcarken, bu önemli görevi de sırtımızda taşırız sandık.” (Muhsin Ertuğrul, “Çocuk Tiyatrosu Yaşamın İlk Sayfasıdır, Doğruyu Seçme Gücünü Yetiştiren Etkendir ve Okulla Eş Değerdedir ” adlı yazısından alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, 11 Eylül 1978, Sayı: 288, s. 3) “Benim kanımca, seyircisini çocukluk çağından yetiştirmeye başlamayan şehirler, ileride tiyatrolarına seyirci bulamayacaklardır. Bugünün çocuğu, yarının genci, ilerinin aydın seyircisidir.” (Muhsin Ertuğrul, Türk Tiyatrosu Dergisi, 29 Kasım 1974, Sayı: 411, ss. 1-3) Peşinde olduğumuz yanıt ise; Zeynep Oral’ın, Muhsin Ertuğrul’la yaptığı bir söyleşide karşımıza çıkar. Söyleşi, Milliyet Sanat dergisinde, ilk çocuk oyunumuzun sahneye çıkışından 41 yıl sonra, 1976’da yapılmış; asıl neden, etiyle kanıyla, capacanlı canıyla ortaya serilmiştir. Dosyamızın bu tartışmalı bölümünün sonraki yazılarda devam edeceğini söyleyip, bu bölümü Muhsin Hoca’nın her zaman geçerliliğini koruyacak olan muhteşem düşünceleriyle bitirelim:
  • Her ülkenin tiyatrosu, sosyo-politik, ekonomik, kültürel olgularının bir ürünüdür. Türkiye’nin bugünkü ortamında, Türk tiyatrosunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
  • Tiyatromuz daha oluş çağını yaşıyor. (Dikkat: Muhsin Hoca bunu söylediğinde yıl 1976’dır) Yurtta sanata gebe ilkokullar var. Benim kafama göre, nerede bir ilkokul varsa, yarın orada kendiliğinden bir tiyatro doğacak. Öğretmenler tiyatro yapmadan yaşayamazlar. Diyeceksiniz ki, şimdiye kadar niye yapmadılar? Şimdiye kadar baskısız yaşadılar mı ki? Tiyatro aydınlatıcıların içindedir, dışında değil! Onun için tiyatro da okulun içinde, dışında değil (…) Ama uygulayacak kafalara zehir akıttılar. Türkiye’yi uyandırmak istemeyen bağnazlar (…) engellediler. Yoksa ben bütün varlığımla inanıyorum ki her ilkokul öğretmeni en az benim kadar tiyatroyu sever; eğitici yönünü bilir. Ne zaman her ilkokulda çocuklar sahneye çıkarsa, o gün bizde “Türk Tiyatrosu” doğacak. (Zeynep Oral’ın Muhsin Ertuğrul ile yapmış olduğu söyleşiden alıntı, Milliyet Sanat Dergisi, 15 Ekim 1976, Sayı: 201, ss. 3-4)