“bir horoz öter bir yerlerde bir horoz bir horoz bir horoz daha / bir ateş yanar bir yerlerde bir ateş bir ateş bir ateş daha / bir yumruk sıkılır bir yerlerde bir yumruk bir yumruk bir yumruk daha /...

“bir horoz öter bir yerlerde bir horoz bir horoz bir horoz daha / bir ateş yanar bir yerlerde bir ateş bir ateş bir ateş daha / bir yumruk sıkılır bir yerlerde bir yumruk bir yumruk bir yumruk daha / düşer barış cemreleri sabah çayırımıza / biter kahpelik / biter bu gökyüzünün çok uzaklığı” (Hasan Hüseyin, “Azime’li Temmuz Bildirisi-II” şiirinden alıntı, Temmuz Bildirisi, Toplum Yayınevi, Ankara, 1965, sf. 35) Hasan Hüseyin’le Balaban’ın dostluğuna dair sürdürdüğümüz yazıların, okuyucuda araştırma dürtüsünü tetikleyen ayrıntılar içerdiğini düşleyerek, Hasan Hüseyin’le ilgili başka yazılara doğru dönelim yüzümüzü. Ama bu temadan ayrılmadan son olarak Şair-Öğretmen Mehmet Aydın’ın kitabında karşımıza çıkan ve bu güzel dostluğun nasıl da sonsuz olduğunu gösteren ayrıntıları da görelim isterim. Mehmet Aydın; “Hasan Hüseyin / Yaşamı-Sanatı-Eserleri” adlı inceleme kitabının önsözünde şöyle yazar: “Hasan Hüseyin’le 1968 yılında, Uludağ’da karşılaştım. Yanında ressam Balaban vardı. Hasan Hüseyin’e beni Balaban tanıttı.” Aynı yazının sonlarına doğru bir kez daha Balaban ve Hasan Hüseyin ilişkisinden söz eder Aydın: “Hastalığından yaklaşık yirmi gün önce gene Sakarya’da (*Ankara’nın merkezi sayılan Kızılay’a yakın bir bölge olan Sakarya Caddesinden söz ediliyor) buluştuk (…) Tam ayrılırken, “Şu bizim Balaban, evimde bir aydır konuktu. Arabasının aküsü boşalmış. Arabayı çalıştırmak üzere arkadan iteklerken biraz üşütmüşüm galiba” dedi. Kendisini evine dek götürmeyi önerdimse de kabul etmedi.” (“Hasan Hüseyin / Yaşamı-Sanatı-Eserleri”, Emek Kitabevi, Ankara, 2002, sf. 5-6) (Meraklısına Not: Hasan Hüseyin’le aynı gün, 4 Mart günü doğan Mehmet Aydın (1923-2016), 1948 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra Pazarören, Cılavuz ve Pulur Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapmış; Dil Derneği ve Ankara Edebiyatçılar Derneği'nin kurucularından biridir. “Özgürlüğe Açılan Eller” adlı şiir kitabıyla, 1970 TRT Büyük Ödülü’nü kazanmıştır.) Nedense şairlerin şiirleri konuşulur daha çok, onları bu şiirleri yaratmaya hazırlayan koşullar çok da merak edilmez. Gerçi çağımızda okuyandan çok yazan olduğu düşünüldüğünde… ohooo! Ben neler saçmalıyorum, değil mi? Neyse, ben güzel günlere kalıt kalacağına inanarak yazdığım yazıların, hiçbir sisli gölgenin altında kaybolmayacağını düşünmeye devam ederek muhabbetimi sürdürüyorum. Bu yazıda, Hasan Hüseyin’in şiire tomurcuklanmaya başladığı günlerden söz edeceğiz; çocukluğundan! Bilmem siz ne düşünürsünüz ama hızdan kusma noktasına geldiğimiz bu zavallı çağda, her şey yüzeysel, hiçbir şeyin hafızası yok gibi geliyor bana. Toplumsal hafızayı, dijital dünyanın, yıllar önce esir aldıklarına bir hizmetmiş gibi eski resimlerini göstermek sanıyorlar… Kendini beğenmenin bu kadarı ürkütücü, çok ürkütücü! Oysaki her şey emeğimize bağlı ve vaktimizi kullanmak önceliklerimizle ilgili değil midir? Bu bananecilik, bu toplumsal hımbıllık, bu işimize gelmeyen hiçbir şeyi merak etmeme, bu gölgemizden bile korkar hâlimiz, bu bohem, bu aktüel zehirlenme, bu reçete edilmiş, hepsi bir diğerinin aynısı olan davranış kalıpları, bu şekilcilik, bu tüketme çılgınlığı, bu ölesiye sus olmuş dilsizliğimiz, bu para vererek kendini uyuşturma / gerçeklerden kaçma basiretsizliği başımıza çok iş açacak ya, hayr’olsun bakalım! “Anam okuma-yazma bilmezdi. On bir çocuk doğurdu, sekizi yaşıyor. 17 Mart 1977’de, yetmiş iki yaşında göçtü. Türkülere ağlardı (…) Babam, eski ve yeni harflerle okuma-yazmayı kendi kendine öğrenmiş. 1314 (1898) doğumlu (…) Seferberliği ve Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış. Kimsesiz büyümüş. İçki, sigara, kumar bilmez (…) İstiklâl Madalyası taşıyor. Emekli işçi” diye anlatır Hasan Hüseyin anası Gülşan Hanım ve babası Şükrü Bey’i en kestirmesinden. Sonra onları ölümsüz dizelerinde sonsuza kadar yaşatır şair. “nerde bir meler görsem / anamı düşünürüm / nerde bir yüklü ağaç / anam gelir usuma” ya da “bahçede bir gül açsa / kokusu anamdandı / yaprak düşse kavaktan / acısı anam” diyerek anası Gülşan Hanım’ı anlatırken; ‘benim ilk öğretmenim babamdı’ dediği babasını bakın hangi dizelerle anar şair: “bu adam benim babam / babaların en babası / insanların en hası / yüreği düğün sofrası / direnci sabır kayası / ellerini bir görmeyin / elleri ellerin en irisi / elleri bal arısı / Seferberlik’ten gelir künyesi / Kurtuluş’tan çıkar dosyası / ben beni bildim bileli / ben beni bilmezden de önce / kavgası ekmek kavgası.” 1933 yılında ilkokula yazdırılır Hasan Hüseyin. 6 yaşındayken! Çünkü babası Şükrü Efendi, üç yıllık Kurultay İlkokulunun hademesidir. İki ablası kucaklarında götürüp getirirler okula küçük şairi. 8 kardeşin içinde tek yükseköğrenim gören kardeş Hasan Hüseyin’dir. Kendisinden büyük iki ablası ilkokul mezunudur. Kendisinden sonra gelen dördüncü ve beşinci kardeş erkektir ve onlar da ilkokul mezunudur. Sonra altıncı kardeş kız, o da ilkokul mezunu, yedinci kardeş erkek, o sanat okulu mezunu -yani liseli- ve son kardeş de kızdır ve o da ilkokul mezunudur. Üç yıllık Kurultay İlkokulunu 1936’da bitiren şair, 4. ve 5. sınıfları okumak için Cumhuriyet İlkokuluna geçer. İşte tam da bugünlerde, kendi deyimiyle ‘tomurcuklanmaya başlar’ Hasan Hüseyin. 1938’de! “Bende resim, müzik, dizin (şiir) sevdası 1938’de, ilkokul beşinci sınıfta kendini belli etti. Öğretmenimiz İzzet Öz, hem keman çalar, hem resim yapar, hem de her şeyi güzel okurdu. Tam da o günlerde Atatürk ölmez mi! Âşık Veysel “Ağlayalım Atatürk’e / Bütün dünya kan ağladı” diyordu. Ben başladım onunki gibi dizinler yazmaya (…) Ardından Erzincan depremi geldi. Ona da yazdım. Bayılıyordum ölçülü, uyaklı sözler etmeye! (…) Bir yandan da okuyordum. Özgür koşuğa ilk Ülkü dergisinde rastladım. Kâmuran Bozkır diye bir adam, merdiven gibi sıralıyordu dizelerini. Hoşuma gidiyordu bu! (…) Bir gün ben de onlar gibi olmayı koydum kafama. Yatakta düş kurma dönemi başlamıştı.” (Türkiye Yazıları Dergisi, Mayıs 1978, Sayı: 14, ‘Hasan Hüseyin-Yaşam Öyküsü’, sf. 26) Ardından Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı parasız yatılı sınavını kazanır Hasan Hüseyin. Niğde Ortaokulu’na gönderilecektir. Yıl 1942, Kasım! “Sınıf birincisi oldum. İftihar Kitabı’na adım kondu (…) Bir keman verdiler elime. Şuber metodu ile keman çalıyordum. Dr. Abdullah Cevdet’in ‘İçtihad’ını ortaokul sıralarında okudum (…) Orta sonda Prosper Merimee’leri Fransızcadan okuyacak kadar iyiydi Fransızcam.” O günlerin birinde, yani ortaokulu bitirdiği 1945 yılının kış aylarında, birçok kaynakta yer almayan bir anısından söz eder şair. Beni gülümseten bir anıdır bu. “1945’de, karlı, soğuk bir gündü. “Cumhurbaşkanı geliyor” dediler. İsmet İnönü’ydü. İzciydim. Bayrakçıydım. Giyindik, kuşandık, çektik bayrağı, yürüdük. Koskoca Cumhurbaşkanı bu, nereden geleceği, nereden geçeceği belli mi olur? Oradan oraya koşturup duruyoruz. Üşüdük. Hükümet Konağı’na sığındık, girişe dizildik. İsmet İnönü biraz sonra merdivenlerden bize doğru inmeye başladı. Bayrağın selam vermesi gerektiğini biliyorum. İzci arkadaşlar başlarıyla selamlarken Cumhurbaşkanını, ben bayrağı indirdim. Tavan yakın. Bayrağın sapı, İsmet İnönü’nün kafasına çarptı. İnönü, bayrağı eliyle araladı, geldi, çenemi tuttu, sevgiyle güldü gözlerime. (Peki, ama ben, 1946 seçimlerinde niçin DP’yi destekledim? Niçin hemen düşman oldum DP’ye? Niçin tutuklandım 1951 Martında?)” Ardından Adana Erkek Lisesi günleri… Yine parasız yatılıdır şair. Parasız yatılı, kafası karmakarışık ve yalnız! “Adana çarptı beni. Havası, suyu, pamuğu, pamuk işçileri, dokuma fabrikaları, ırgat kahveleri, ırgat pazarları, teneke kulübeleri, mermer konakları, palmiyeleri, barajı, Seyhan’ı, sarı sarı gülleri, kumru sesleri ve karabiberleriyle Adana çarptı beni (…) Sınıflararası uçurum, tabandan tepeye fırlattı beni. Çılgınca okuyor, geziyor, kafa tutuyor, âşık oluyor, dizinler yazıyor, kendimi bulmaya çalışıyordum. 1946 milletvekilleri seçimlerinde DP’ye kandırdım sandık başkanı olarak gittiğim köyü. Hemen sonra pişman oldum, düşman oldum DP’ye. Toplumsal kitaplar, felsefe, politika, bıçak, tabanca, müzik, her türlü delilik, Seyhan’ın sel sularında kulaç atmaya kalkışmalar, bıçak atma, şekerkamışı bıçaklama yarışmaları, başkaldırmalar, yalnızlıklar hep lise yıllarımındır. Aruzu tanıdım lisede (…) Nâzım Hikmetleri, İlhami Bekirleri, Ercüment Behzat Lavları, Salih Zeki Aktayları, Arif Nihat Asyaları, Asaf Halet Çelebileri, Necip Fazıl Kısakürekleri, Petrarkaları, Verjilyusları hep o dönemde tanıdım (…) “Gümbür gümbür şiirler” yazma tutkusuna lise yıllarında kapıldım. Haydar Rıfat’ın özetlediği ‘Sermaye’ ile Ziya Gökalpleri, Volterleri, Prens Gobinoları, Kavgamları, Gogolleri, Çekofları, Fransız ansiklopedistlerini hep o yıllarda okudum. Yol gösteren yoktu. Türkiye bir yandan ‘çok partili’, bir yandan ‘Marşal yardımlı’, bir yandan ‘Kıbrıs sorunlu’ bir döneme girmişti. 1944’lerdeki ırkçı Turancı faşistlerin gösterilerinin izleri hâlâ sürüyordu. Lise 2’lerde kopabildim Ziya Gökalplerden, ırkçılık saptırmalarından (…) Diyalektik materyalizm hakkında açık bir bilgim yoktu o yıllarda. Lise sonda, hem de el yordamıyla vardım bu gerçeğe. 1948 yazında, liseyi “olgunluk diploması pekiyi olarak” bitirdikten ve kaskatı bir materyalist (…) olarak anamın evine döndükten, o 30 Ağustos töreninde kürsüye fırlayarak “tüyleri diken diken eden” bir konuşma yaptıktan ve atlı candarmalarla evden alınıp tutuklandıktan, “ifadem alınıp” bırakıldıktan sonra anladım ki, ben bir sosyalistim.” (Türkiye Yazıları Dergisi, Mayıs 1978, Sayı: 14, ‘Hasan Hüseyin-Yaşam Öyküsü’, sf. 28) Bu noktada biraz durmakta fayda var. Çünkü şairin lisedeki iki edebiyat öğretmeni de şairdir. Bu öğretmenlerden biri aruz ölçüsüyle şiirler yazan, Osmanlı’nın Lale Devri diye bilinen dönemine hayran, toplumun kurtuluşunu göklere bağlayan Mahmut Şevket Kutkan, diğeriyse Kutkan’dan da ünlü, ‘dinci / Turancı şair’ olarak hatırlanan Arif Nihat Asya’dır. Mahmut Şevket Kutkan, daha çok bilinen takma adıyla ‘Baba Şevket’ (1912-1992), 30 Kasım 1944 tarihinde Adana Erkek Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanmış, Temmuz 1954 tarihine kadar da bu lisede görev yapmıştır. İşte bu günlerde Hasan Hüseyin’in de öğretmeni olmuş bir araştırmacı-şairdir Kutkan. Edebiyat tarihçileri onu daha çok 1969 yılındaki (*’68 kuşağı dünyayı aleve verirken, gençlerin kanı caddelerde sel olmuşken) MEB Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği ve bu görevi sürerken, 1970 yılında Irak’ta Kerkük Türk Kültür Merkezi’ni kuran kişi olarak hatırlarlar. Bir de Ziya Gökalp ve Lale Devri şairi Nedim uzmanı olarak! Kutkan’ın, her iki şair hakkında da Kültür Bakanlığı Yayınları arasından çıkmış araştırma kitapları vardır. Kutkan’la ilgili Tarsus Vilayet gazetesinde bir yazı yayımlayan Seyhan Çağlar Emen adlı öğrencisi bakın öğretmenini nasıl anlatıyor: “Adana ve Tarsus Liselerinin efsane edebiyat öğretmeni, dört dilde ders anlatan ve dil âlimi olan rahmetli Baba Şevket Kutkan, derste Şair Nedim’in ‘Saki’ diye başlayan manzumesini açıklarken bize şaka olsun diye “Oğlum, bir şişe rakı içerseniz aslan sütü olur aslan gibi kükrersiniz, iki şişe rakı içerseniz eşek sütü olur eşek gibi anırırsınız” demişti.” Gençler köpük köpük gelen kan selinde boğulurken, yapılan muhabbete bak! Siz ya da büyük bir çoğunluk, neden şair Kutkan’ın adını bu yazıdan öğrendiğinizi düşünürken, ben biraz da Yahya Kemal’in izinden giden Arif Nihat Asya’dan söz etmek isterim size. Asya (1904-1975) Türk şiirinde Kutkan’dan daha etkili izler bırakmış bir şairdir. Onun ‘Bayrak’ şiirini bilmeyen mi var? “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü / Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü / Işık ışık, dalga dalga bayrağım! / Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım / Sana benim gözümle bakmayanın / Mezarını kazacağım / Seni selâmlamadan uçan kuşun / Yuvasını bozacağım.” Milliyetçi duygular, dinî heyecanlar ve ‘tarih şuurunu’ sıcak tutmak üzere şiirler yazmasıyla tanınan Arif Nihat Asya, 1928 yılında tayin edildiği ve çok uzun zaman Adana Kız ve Erkek Liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptığı dönemlerde Hasan Hüseyin’in edebiyat dersine girmiştir; 1940’ların ikinci diliminde! Ardından 1950-1954 yılları arasında Demokrat Parti Adana Milletvekili olarak gördüğümüz Arif Nihat Asya için bize söz söylemek düşmez. Düşmesine düşmez ama Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde gözüme çarpan bir açıklamayı da aktarmadan geçemeyeceğim: “1950’den sonra yetişen yeni nesillerde tarih şuurunun ve dinî duyguların uyanmasında ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır.” Demek ki, ‘1950’den sonra yetişen yeni nesil’in ‘tarih şuuru ve dinî duyguları’ uykudaymış ve gelişkin seviyede değilmiş. 1950 öncesinde ne vardı ki genç Cumhuriyet’ten ve kültür devrimlerinden başka? Böylesi iki ırkçı / Turancı öğretmenin tezgâhından çıkan Hasan Hüseyin’in kafası karışık olmayacak da benim mi olacak? ‘Öğretmen, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir’ sözüne yürekten inanan ben; genç şairin ilk dönemlerinde neden Demokrat Parti için çalıştığını şimdi çok rahat anlayabiliyorum. 1948 yazında, memleketi Gürün’e döner Hasan Hüseyin, lise mezunu, cıva gibi bir delikanlı olarak! Ağustos ayıdır ve Gürün’ün Cumhuriyet Meydanı’nda, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları yapılmaktadır. Kaymakam ‘beylik’ laflarla ve ‘Allahın inayetiyle’ kazanılmış bir zaferin öneminden söz etmektedir. Bu duruma sinirlenen ‘ateşli genç şair’ aniden bir boşluk yakalayıp kürsüye fırlar. Kendi deyimiyle ‘tüyleri diken diken eden’ bir konuşma yapar: “Bu ülkeyi göksel varlıklar değil, Anadolu insanı kurtarmıştır.” Sen misin konuşan? Gel bakalım! Her ne kadar ‘atlı candarmalar’ evden alıp Hasan Hüseyin’i savcının karşısına çıkarsa da; savcı birtakım öğütler vererek salar şairi. (Kimi kaynaklarda bu durumdan ötürü şairin ‘ilk tutuklanması’ ibaresi yazmaktadır ama bu doğru bir bilgi değildir.) Savcı salar ama Arif Nihat Asya’nın da yazdığı, dönemi içinde rengini saklamaya hiç de gerek görmeyen, Demokrat Parti’nin açıktan desteklediği, dinci Sebîlürreşâd adlı dergi, işi gücü bırakıp bu basit olayı sayfalarına taşır. Üstelik yalan yanlış bilgilerle: “Liseden matrut (*kovulmuş, çıkarılmış, atılmış), ne dediğini bilmeyen bir genç”… Heyecanlı bir çocuk ülkeyi yıkacaktır ya bir sözüyle! Ödleri kopar bazı çevrelerin. (Meraklısına Not: Sebîlürreşâd, İslamcılık fikrini örgütlemek için 1908 Ağustosunda Mehmet Âkif Ersoy'un desteği ile Eşref Edip Fergan’ın başyazarlığında Sırat-ı Müstâkim adıyla çıkarılmaya başlanan; 8 Mart 1912 tarihinde çıkan 183. sayıdan itibaren formatını büyük oranda koruyarak ve Sebîlürreşâd adıyla, ‘Aylık Siyasî, Dinî, İlmî, Edebî ve Ahlâkî Mecmua’ olarak kendini tanımlayan bir dergidir.) Hasan Hüseyin, kendi şiir ağacının köklerinden söz ederken şöyle der: “Ben, Anadolu’nun göbeğinde, Sivas bozkırında, Pîr Sultan Abdal, Ruhsatî, Âşık Veysel toprağında soluk almış bir kimseyim. Yakınımdan birini, ben daha şu kadarcıkken vurdular gözlerimin önünde ‘Eşkıya’ diye! Uzaktan birinin darağcında mosmor dilini ve Cumhurbaşkanının imzasını gördüm göğsündeki upuzun kâğıtta, daha bir karışken!” Sonra Tıp Fakültesinde okuma düşleri ama “tercihen” alındığı Çapa Eğitim Enstitüsünde geçen üniversite günleri… Hoş, kaynaklara baktığınızda Gazi Eğitim Fakültesi Edebiyat mezunu olduğunu görürsünüz Hasan Hüseyin’in ama kaç kaynak Çapa Eğitim Enstitüsü’nün Yüksek Öğretmen Okulu’na dönüştürüldüğü için, son sınıfı, 1949-1950 eğitim döneminde Gazi’de bitirmek için şairin nakledildiğini yazar ki? Neyse, bu okulda öğretmeni olan bir yazar daha çıkar Hasan Hüseyin’in karşısına. Ancak bu öğretmen sadece genç edebiyatsevere değil, Türk edebiyatında herkese öğretmenlik yapacak biridir: Mustafa Nihat Özön! (1896-1980) Mustafa Nihat Özön’ün Türk edebiyatına yaptığı katkıların hangisini anlatsak az kalır. O, Türk edebiyat tarihçisi, yazar, eğitmen ve çevirmendir. 1934 yılında genç Cumhuriyetin alt kuşaklarını (Ki; 1940’larda ‘patlayan’ edebiyattaki devrim hamlelerini düşünelim) yetiştiren “Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi” ve dil devriminin örgütlenmesi için çabalayan kültür hamlesini desteklemek amacıyla hazırlanan İlköğretim Okulları İçin Çağdaş Türkçe Sözlük’ün yazarıdır Özön Öğretmen. Dile tutkun bir öğretmen... Aynı yetiştirdiği en ünlü öğrencilerinden biri olan Türk akademisyen, dilbilimci ve edebiyat araştırmacısı Emin Özdemir gibi! Sonra Moliere, Gorki, Dostoyevski, Guy de Maupassant ve Jack London çevirmenidir Özön. Ve dahası… Dahasını merak etmenizi ve araştırmanızı dilerim. Hasan Hüseyin, üç şair öğretmenin tezgâhından çıktığı bugünlerde ‘harıl harıl’ yazmaya tutuşur. “1949-1950, benim için önemli bir dönüm noktasıdır. Akşamla sabah arası “devrim” olacakmış gibi bir coşku ve güven içindeydik. Ben durmadan dizin yazıyordum (…) Yazdıklarımı yayımlamayı düşünmüyordum. “İhtiyar Karanlık”, “Olgunlaşan Ağrı” vb. gibi adlar koymuştum dizin kitaplarıma. Canım gibi saklıyordum. (Az sonra benden alınıp yakılacağını nereden bilirdim?)”