“Depremde yıkılan sadece binalar mıdır?” Ülkemizin başına gelen en büyük felaketlerden biri olan 6 Şubat 2023 Güneydoğu Depremi; enkaz altında kalanların çaresizliğini görüp, bir ş...

“Depremde yıkılan sadece binalar mıdır?” Ülkemizin başına gelen en büyük felaketlerden biri olan 6 Şubat 2023 Güneydoğu Depremi; enkaz altında kalanların çaresizliğini görüp, bir şey yapamamanın tarifsiz acılarını bana yaşatırken, kafamda dönüp duran tek düşünce “nasıl da yapayalnız” olduğumuzdu. İçimi susturamıyorum bu insanlık dramı karşısında. Size yalnızlık acısının bizi kardeş kıldığı bir ustanın, Sait Faik’in benzer duygularından oluşmuş bir yazı ile anlatmak istedim içimdeki depremi! Sait Faik Abasıyanık ölümünden hemen önce, 1954 yılının Mart ayında, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adıyla son hikâye kitabını yayınlanır. Gerçi ölümünden sonra ‘Tüneldeki Çocuk’ basılacaktır ama yazarın sağlığında yayınlanan son kitabıdır ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’...Bu kitabında kendi çıplak ve acıyan yalnızlığını anlatır Sait Faik’in. Bunca yıl sonra bile, hâlâ içimizi darmadağın eden bu yalnızlık hikâyeleri yine yaşanmaktadır, ne acı! Aslında sözünü ettiğimiz kitap ilk olarak, Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi tarafından, ‘Alemdağında Var Bir Yılan’ ismiyle yayınlanır. Basılan kitaptaki ilk beş hikâye, hiç bir yerde yayınlanmamış hikâyelerdir. Çünkü Sait Faik, yazar yazmaz Yaşar Nabi’ye getirirmiş hikâyelerini. Hatta getirdiği hikâyelerden birine başlık bile koymamış bu kitap için. Yaşar Nabi,”Madem bir isim bulamadın bu hikâyene,’Öyle Bir Hikâye’ diyelim bunun adına” diye bir teklifte bulunmuş Sait Faik’e... İnatçılığıyla bilinen Sait Faik, ‘Öyle mi olsun, böyle mi olsun” diye tartışmaya başlamış yayıncısıyla... Ama sonunda ‘Öyle Bir Hikâye’de karar kılmışlar. (Meraklısına Not; Bugün, bu isimle bildiğimiz hikâyesine o kadar çok güveniyormuş ki Sait Faik, basılacak kitabın isminin de bu olmasını istiyormuş. Ancak bir kaç gün sonra, Yaşar Nabi’ye bir haber gönderip, basılacak kitabın adının ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ olmasını istemiş.) Yaşar Nabi, bu değişikliğin birçok şeyi aksatacağını düşündüğünden ve kitabın ilk formasının basılmış olduğundan, Sait Faik’e bu isim değişikliğini yapamayacağını bildirmiş. İnadı tutan Sait Faik, matbaayı aramış ve daha ilk formanın basılmadığını öğrenmiş. Sevinçle Yaşar Nabi’yi arayan Sait Faik, ”Daha basılmamış, aman gözünü seveyim kitabın adını değiştir, gücenirim” diye baskı yapmaya başlamış. Bu baskıya dayanamayan Yaşar Nabi’de baskıyı durdurup, her şeyi yeniden yaptırmış. Ama işin ters gideceği var ya; Sait Faik’in telefonda söylediği kitap ismini yanlış anlayan Yaşar Nabi, kitabı ‘Alemdağında Var Bir Yılan’ olarak hazırlatıp bastırmış.(Meraklısına Not; Varlık Yayınları kitabın ikinci baskısından sonra bu yanlışlığı düzeltmiştir.) Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabında toplam 17 hikâye vardır. Sırasıyla; Öyle Bir Hikâye,Yalnızlığın Yarattığı İnsan, Alemdağ'da Var Bir Yılan, Panco'nun Rüyası, Melâhat Heykeli,Yani Usta, İki Kişiye Bir Hikâye, Rıza Milyoner, Sarmaşıklı Ev, Eftalikus'un Kahvesi, Hişt, Hişt!..., Dülger Balığının Ölümü, Kafa ve Şişe, Çarşıya İnemem, Dolapdere, Bir Hastalık ve Yılan Uykusu... Kitabın ikinci hikâyesi olan ‘Yalnızlığın Yarattığı İnsan’da şöyle yazar Sait Faik ; “(…) Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı… Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı.”... Bu acı seslenişin de bulunduğu bu kitaba kadar, neredeyse ‘sıkı bir gözlemci ve Türkçe dehası’ diye bilinen bu somut, bu gerçekçi kalemin belki de en farklı kitabıdır. Çünkü yazar bu kitabıyla, somut anlatımı bir tarafa bırakmış, soyut anlatıma geçmiştir. Sanki o çok sevdiği insanlardan nefret etmektedir artık? Sanki toplumun açık ya da gizli yasaklamalarının tümü ona daha çok acı vermektedir? Örneğin hepimiz onu İstanbul tutkunu olarak biliriz değil mi? Bakın bu kitabına isim vermiş hikâyesinde ne diyor Sait Faik; "Günlerden Pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi? Değil; güzel değil. Başka günlerde köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolada çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor."  Şaşkın mısınız?.. Bir örnek daha verelim. ‘Dülger Balığının Ölümü’ hikâyesindeki hüzün, hiç eskimemiştir bence... Yazıldığı 1954 yılından, yaşadığımız 2023 yılına kadar geçen 69 seneye karşın... Bence o hikâyeyi bilmeyen, Türk hikâyeciliğinden söz edildiği bir yerde durmamalıdır. Neden mi? Çünkü o hikâye, Türk hikâyeciliğinde bir zirvedir de ondan! ”Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görüntüsü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak (...) Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız.” Birçok incelemeci ya da okuyucu, Sait Faik’in bu kitabını ‘gerçeküstü bir kitap’ olarak yorumlar. Hatta, edebiyat tarihimizde ‘İkinci Yeni’ diye bilinen sanat anlayışının önemli kalemlerinden biri kabul edilen Ece Ayhan, bu kitap için,"İkinci Yeni'nin öncülüdür" der bir yazısında... Peki , nedir Sait Faik’te ki bu köklü bakış açısı değişikliğinin nedeni ya da nedenleri? Sait Faik bu hikâyelerinin çoğunu, hayatının son yıllarında, hastalandıktan sonra tedavi için gittiği Fransa'da , tesadüfen, öleceğini öğrendikten sonra yazmıştır. Ferit Edgü; “Yaklaşan ölümü sezmiş gibi tüm bir yaşamı boyunca biriktirdiklerini, dile getiremediklerini, kuğunun son şarkısı misali, bu kitabındaki öykülerinde dile getirmiştir” der bu yapısal değişikliği işaretlerken... Gerçeküstü/sembolik bir anlatımla, toplumsal dayatmaların, hoşgörüsüzlüğün insanı nasıl kendi haline bırakmadığının, başka bir şeye dönüştürdüğünün, toplumsal atmosferin farklılıkları nasıl yok ettiğinin incelikle anlatıldığı bu kitap hikâyeleri;  bir ‘başkaldırı’dır bana kalırsa... İnsan sıcaklığının gün be gün elimizden alınmasına, toplumsal hoşgörüsüzlüğün vahşileştirdiği ilişkilere ve farklı olanı dışlayan bir görünmez karanlığa karşı bir başkaldırı... Tek tip olmayan insanın, erk tarafından nasıl aşağılandığını, yalnız bırakıldığını, farklı olduğu için ondan nefret edildiğini ve değiştirilip çoğunluğa benzemesi için toplumun yasalar, gelenekler ve her çeşit esaretiyle, onu da kendisine benzetmeye çabaladığını düşünen Sait Faik; bu vahşi ve yıkıcı anlayışa, ‘Dülger Balığının Ölümü' hikâyesiyle feci bir yanıt verir. O kadar yalın bir yalnızlık sunar ki okuyucusuna, yüreği taş olanlar bile deriiiin bir iç çekmeden bu hikâyeyi bitiremezler... Yalnızlığı, Sait Faik’in sahip olabildiği tek şey gibidir... Çoğumuz gibi! "O seni anlarsa değil; sen onu anlarsan bir şeyler değişecek... Önce kafasını gösterdi: Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden, dedi. Sonra kalbini gösterdi: Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır... Sustu.” (İki Kişiye Bir Hikâye’den) Daha önce ‘Çelme’ ve ‘Medar-ı Maişet Motoru’ hikâyeleri yüzünden dönem siyasetçileriyle başı belaya giren Sait Faik’in, korku temelli baskıladığı duygularının, sanki,’nasıl olsa ölüyorum’ düşüncesiyle apaçık ve tüm cesaretiyle bir çeşit ‘kustuğu’ hikâyelerdir bu kitaptaki hikâyeler... ”Birbirine selam vermeyenleri biliyorum. Komşusunun öldüğünü bir hafta sonra öğrenenleri... Birbirinizi sevmedikten sonra bu evleri neden bu kadar içiçe yaparsınız ki?” Sait Faik, hayatı boyunca, türlü toplumsal dayatmalardan çektiklerinin öcünü alır gibidir bu son kitabında. Hep özlediği gerçek özgürlüğün atına binmiştir. Bir gün arkadaşlarından biri, Sait Faik’e; “Şu deniz kenarlarından, Rumlardan, balıkçılardan kendini kurtarsana!” demiş. Sait Faik ; “İstanbul’da yaşıyorum… Ve İstanbul, bu saydıklarındır” diye yanıtlamış arkadaşını... Ne zaman Sait Faik konuşsam bir türlü susamıyorum...Ama bu yazının da duracağı bir yer olmalı değil mi? Sait Faik, 11 Mayıs 1954 gecesi, özofaj denen bir çeşit boğaz kanamasıyla ayrılmıştı aramızdan... Onun için neler neler denmedi ki? Ama sanırım ardından söylenen en güzel şiiri yakın dostu Fazıl Hüsnü Dağlarca yazdı. “Ölmüş Sait... Yıldızlar gitmez, gün doğmaz.  Ölmüş, korkunç uykusu yerde .  Ölmüş hayâl meyâl,  Üşür balıklar hikâyelerde...” Hadi, Sait Faik’i çocuklarla birlikte okuyalım. Bizi anlatan hikâyelerine ve birilerinin sanal cehennemde, hız adı verilen korkunç tuzakla elimizden almaya çalıştığı Türkçe’ye sahip çıkalım. Türkçe’yi bir de Sait Faik’ten öğrenelim. Çünkü Sait Faik Türkçe’dir.