Sözün bittiği yerde, yürek kuşanır sözün kılıcını: Yaşar Kemal “Bir çocuk akarsuya düşen yıldızlara, suyla akıp giden bulutlara bakıyordu. Yüce Toroslar’ın eteğinde küçücük gözleriyle Toroslar’a… B...

Sözün bittiği yerde, yürek kuşanır sözün kılıcını: Yaşar Kemal “Bir çocuk akarsuya düşen yıldızlara, suyla akıp giden bulutlara bakıyordu. Yüce Toroslar’ın eteğinde küçücük gözleriyle Toroslar’a… Burada, Çukurova’da her renk, her koku çocuğu sevinçten deli ediyor. Deli olunca da türkü söyleyesi geliyor. Bütün köylü ona ‘deli’ diyor; desinler. Onlar görmüyor ki; bir yanında şarabi eşkıyalar, at hırsızları, bir yanında kendisi gibi tek gözü kör destancılar… Toprak bardağın beli gibi ipince belli kızlar, her biri tavşan yavrusu gibi yumuşacık. Sonra kaytan bıyıklı yiğit delikanlılar... Çocuğun içi ağzına kadar ince belli Haticelerle, Hürülerle, Kezbanlarla dolu. Ötesi berisi, yurdu atası ince bıyıklı Hüseyinlerdir, İbrahimlerdir ve tüyden hafif, kalem gibi bir oğlan olan İnce Memed’i taşır içinde. O Memed ki, kanadı yaralı, kavgacı bir şahindir çocukluk düşlerinde…” Yıl 1923 olmalı. Sadık Kemal Gökçeli(Göğceli), yani bizim Yaşar Kemal diye bildiğimiz büyük söz ustasının doğduğu yıl. Anası, yayladan döndükten sonra doğurduğunu söyler Yaşar’ı. Yayladan ekim sonu dönüldüğüne göre, aşağı yukarı Cumhuriyetin ilanıyla eş bir zaman. (Ailenin Hemite’ye geliş hikâyeleri de epey dramatik ya, bunu da ilgilisi gidip bir yerlerden bulup okusun artık.) Van’ın Ernis’inden yürünerek başlanan bu hazin yolculuk sırasında, yolda ölen ve ölenin öldüğü yere gömülerek yürüyüşe devam edilen göç kafilesindeki Yaşar Kemal’in ailesi kimsesiz bir çocuk bulur. Çocuk hem kimsesizdir, hem de ölmek üzeredir. Cılıııııız, aaaaaç, çelimsiz, cansıııız… Ailesi kim bilir nerelerde? Belki öldüler, belki eşkıyalara yem oldular? Ama çalılığın içinden gelen inlemelere yürüyen Yaşar Kemal’in anası çelimsiz oğlanı görünce içi parçalanır besbelli. Onu alıp sarıp sarmalar. Katar diğer çocuklarının içine. Ha bir eksik, ha bir fazla ne olacak ki? Adına Yusuf derler çocuğun. Yusuf da Nigar Ana’nın bir evladı oluverir ossaat. Bir zaman; siz deyin beş, ben diyeyim on beş zaman, hayli bir zaman geçer aradan. 1920’lerin sonuna gelmiş olmalıyız. Hemite’de bir kurban bayramı. Kurbanda ne yapılır? Kurban kesilir, yüce Hüda’ya eller açılır, tövbe istiğfar falan… Sonra kavurmalar yenir, şerbetler içilir. Yaşar Kemal’in babası kalabalık ailesine yetsin diye birden fazla kurban almıştır o yıl. Yaşar Kemal’in eniştesi (halasının kocası) “kasap aramayın, ben keserim yahu” deyince de koyunların eli ayağı bağlanıp, gözlerine ıslak mendiller de atılarak yallah yere yıkılır. Sonra çalınır bıçak hayvanların boğazlarına… Rüzgardan hızlı hareket eder sivri bıçak debelenen hayvanın orasında burasında. Önce kafa ayrılır gövdesinden; hayvanın ayağındaki titreme bitmeden yani daha hayvanın canı tam çıkmadan, cart tepetaklak bir dala asılıverir ve derisi yüzülmeye başlanır. Yaşar Kemal öylece çocuk, öylece yüzünde koyunların çaresiz bağırmalarının acısı, gözlerinde taze kanın ışıltısıyla bakarken… Halasının kocası elindeki yağlanmış bıçağı bir anda kaçırıverir elinden. Bıçak havada bir tur bile atmadan doğrudan çocuk Yaşar’ın sağ gözüne saplanır. Belki de aile bu denli kanlı bir kurban bayramı daha yaşamayacaktır. Yaşar Kemal’in o günden sonra sağ gözü kör kalır. Bir yıl geçer aradan. Yaşar Kemal ve babası camide namaz kılmaktadır. Bilmediğimiz bir nedenle, baba secdeye kapandığı an evlatlık Yusuf, elindeki bıçakla onu ölümden kurtarıp evladı yapan babasını delik deşik eder. Yaşar Kemal’in gözü önünde, bir anda olur olup bitenler. O an ağlayamaz bile. Sadece bir anısında olayı anlatırken yıllar sonra; “yüreğim yanıyor” diye sabaha kadar ağladığını bildirir. Ancak bir gözünün ışığını kaybeden çocuk Yaşar, bu olaydan sonra da çok sevdiği türkülerini kaybeder: kekeme kalır. Kekemeliği uzun yıllar sürer. Ağır kekemeliği 12 yaşına kadar sürer. Dilinin takılmasıysa ömrü boyunca… Bir tek, türkü söylerken kekemeliğini yendiğini ama ileriki yaşlarına kadar bu marazayı tam olarak üstünden atamadığını biliyoruz. Uzun yıllar babasının öldüğüne inanmaz. “Hayır” der, “böyle bir şey nasıl olur?” Babasının mezarına bile gitmez. Hatta mezarlığın yanından bile geçmez. Sanki küçücük oğlunu kocaman, ışıksız ve kekeme türkülere terk edip gitmiştir babası. Küsmüştür ölü babasına. İlk kez 1943’te düşer içeri. Adana Pamukpazarı Karakolu’nda dayağın ne olduğunu anlar. Ve anlar ki bu dayak cehaletin çocuğudur. Düşünenler, yapmak ya da değiştirmek isteyenler hadlerini bilsinler diye zorbaların dayattığı bir zulüm oyuncağı! Ortaokulun ikinci sınıfından beri Adana’daki sosyalistlerin (Örneğin, sürgündeki Abidin Dino ve Arif Dino gibi) yanındadır. Basılmış sosyalist kitaplar elden ele dolaşarak okunurken, bizim okumaya meraklı köylü çocuğu da bu zincirin bir halkasıdır. Şimdilerde yasaklama ve İnönü’nün “Milli Şeflik” günleri de başlamıştır. O yasak, bu yasak, her şey yasak… Bir de İkinci Dünya Savaşı patlamıştır ki, çoluk çombak süpürge tohumu kemirmekte… Ülke, rüzgârda dalgalanan bir çarşaf gibi bir aşağıda, bir yukarıda… Gerilim son safhada... Bir yerde sosyalist olur da, azılı ırkçı, Turancı, solcu düşmanı ağalar olmaz mı? Ağalar, işlerine gelmeyeni, kendilerine yan bakanları “Komünist ajanı, casus” ilan ediyorlar üstelik. Beyaz beyazsa, bunu karaya borçlu değil mi? Bizim Yaşar, karakolda on gün kadar kalır ama polisin gölgesi Yaşar Kemal’in üstünde sonsuz kalır. Hani güneş yok, ışık yok ama polisin, askerin gölgesi var, öyle bir şey… Bir de leş gibi üniforma kokusu, bir de postal kokusu, öğğğ! Neyse, anlıyoruz ki Yaşar Kemal o tarihten itibaren artık mimlenmiş bir komünisttir. Öyle midir?... Öyle değilse bile öyledir artık. 1950’ye kadar otuzdan fazla işe girip çıkar. Nereye girse bir iki ay içinde kapının önüne konur çünkü. Çünkü ağalar sevmiyordur bu “pis komünisti”. O değil midir ki her gün telsiziyle Rusya’ya istihbarat veren? Hemi de yazı mazı yazarmış soysuz! Basın ulan evini! (Meraklısına Not; Bu baskınlarda ‘Demir Kazık’ adlı ilk romanı orijinalinden kaybolup gitmiştir.) Adı da ‘Komünist kör Kemal’e çıkmıştır. Şimdi arzuhalcilik eder kör Kemal. Kadirli’de. 1950 Nisanı. Kadirlili bir çocuk komünizm propagandası yaparken yakalanmış. Çok dövmüşler. Ama ne dövmüşler, ne dövmüşler… “Kim ulan bu soysuz komünistler? Söyle ulan, isim ver!”… Kırılan dişini tükürmüş çocuk, patlayan dudağından akan kanı emmiş sonra. Morartıdan zonklayan gözünü kırpıştırıp bir iki… saymaya başlamış. “Şu, şu, şu, sonra Halillerin Bilal, Hemiteli kör arzuhalci Kemal, sonra şu, şu, şu…” Vay anam vaaaay! Yaktık ulan çıranı kör Kemal! Şimdi kurtarsın seni Rus yoldaşların da görelim.” Ellerine kelepçe takıp içeri atarlar Yaşar Kemal’i. Koğuşların dışında kalan ücra bir odaya koyarlar kör komünisti. Sorar; “Nedir yav, ne yaptık?”. “Yürü len” derler, “Daha ne yapıcan, komünist vatan düşmanı!”… Bir kuşun kanadı kırılır dağlarda, bir çiçek ayaklar altında çiğnenir. Bir çekirgenin zıplayan ayağı kopar, bir çocuğun aniden dili tutulur. Söz biter ağızlarda. Bir daha, bir daha tükenir ağzında sözler, yürek sözün kılıcını kuşanırken. “O sözler ki acıdır mapushane avlularında, demirden kırbaçlar gibi şaklar O sözler ki, kalbimizin üstünde dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan, uğrunda asılırız” Bir hafta geçmeden bir dedikodu yayılır ortalığa: “Cuma günü halk toplanıp hapishaneyi basacak ve kör Kemal’i linç edecek”. Aboooov! Olur mu ki? ... Olur. Çünkü kasaba pazarı Cuma günü kuruluyor, cami en çok Cuma namazında ağzına kadar doluyor. Yani Cuma günü kasabanın nüfusu iki katına çıkıyor. Bunu işiten Yaşar Kemal hemen jandarma komutanına durumu anlatır. Komutan; “Benim de kulağıma geldi” deyince, hemen Yaşar Kemal’i jandarmaların koğuşu olarak kullanılan ikinci kata çıkarırlar. Amaç olası bir toplumsal infiale karşı önlem almaktır. Cuma… Kalabalık dalga dalga birikmeye, tekbir getirip slogan atmaya başlar. Yaşar Kemal’in duydukları doğruymuş. Linç için toplananları camiden çıkan bir grup yönetiyor. Ne vatan hainliği kalır kör Kemal’in, ne Rus casusluğu, ne anası, ne bacısı… Topyekün küfrün içinde, korkulu tek gözüyle aşağı bakmaktadır. Bir ara o kalabalık içinde saçlarından tutulup taciz edilen genç kaymakamı fark eder. Kudurmuş kalabalık kaymakamı itip kakmaktadır. İş sandığından daha korkunç boyutlardadır. Kalabalık, komünist arzuhalcinin yattığı yeri öğrenmiş, dosdoğru oraya hücum etmeye başlamıştır şimdi. Ama odaya varanlar, odayı boş bulunca, jandarma koğuşlarının bulunduğu yere doğru yürürler. Birden komutan merdivenlerin başına dikilir ve “Vatan millet sakarya” üzerine sıkı bir nutuk çeker. Tabi elindeki tabancanın da bu nutuğu desteklediği belli belli besbellidir. Akıllı komutan, nutkunu kör Kemal’in geceden Kozan Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildiğini söyleyerek bitirir. Öfkeden ağzı köpüren halk, linç edecek başka bir komünist aramaya gider ve olay savuşturulur. Çok geçmez, bir hafta sonra Yaşar Kemal, bu kez gerçekten Kozan’a gönderilir. Bu sıra bir dedikodu daha patlar: Yaşar Kemal yolda sevk sırasında vurulacak, kaçarken öldürüldü denecek diyerekten. Havadan değil, CHP zulmünden yılmış insanların burun deliklerinden şimşeklerin çaktığı bir zamandayız. Şimdi ne olacak? Herkes biliyor ki eşkıya Yozcu, böyle bir taktikle ortadan kaldırılmıştı. Sonra şu 33 eşkıya olayı. Hani Sarıçam’da kollarından kendirle birbirlerine bağlanıp kurşunlanan 33 eşkıya. Yok arkadaş, karıncanın dayanağı süpürge çöpü… Yaşar Kemal’in götürüleceği gün, anası, birkaç akrabası ve bir iki arkadaşı onunla ve jandarmayla birlikte yola düşerler. Yol da ne yol ya, bitmez gitmez. Bir de yağmur, bir de yağmur… Akşamüstü Kozan’a varırlar. Jandarmayla jandarma arasında bir kâğıt imzalanır ve Yaşar Kemal Kozan Jandarması’na teslim edilir. Oh şükür, ölen kalan yok. Islandığımızla kaldık şükür. O gece falakaya yatırırlar Yaşar Kemal’i. Ayakları parçalanıncaya kadar sopa çekerler. Mahkemeye çıkana kadar defalarca… Neyse uzun etmeyelim, mahkemeye hakim önüne çıkacağı gün gelip çatar. Ayaklar balon gibi, ayakkabıya sığmaz. Dışarı çıksa anası yeri göğü birbirine katacak. N’apmalı? Öle kala iter ayaklarını ayakkabının içine. Anam, o ne acıdır öyle? Canının yarısı oracıkta kalır. Yarı ölümdür bu başka bir şey değil. Bir tek sevinir ki sadece iki ayağı vardır. Elleri kelepçeli, topallaya topallaya merdivenleri inmeye çalışırken, canının kalan yarısı da oracığa, soğuk taş basamaklara serilir kalır. Sonra birden zavallı anasının bulutlu gözleri düşer aklına. Dirilir, sanki canına can üfler Allah… Topallamadan, aha şöyle yapraksız bir kavak ağacı gibi sırıklama yürür. Dimdik. Öyle ki, hani şaşkın bir kuzgun ya da kara bir karga oralardan geçecek olsa, gelip onu ağaç sanarak tam tepesine konacak. Sade sıkılı dişlerde gıcırtı, bolca yutkunma, yutkunmaktan boğulurcasına yutkunma… Sonra gene gıcıııııır gıcır gıcırtı. Uzun bir ıslık gibi rüzgârın uğultusu. Kulağını uzatır Yaşar Kemal. Sanki biri kulağını yakalamış da çekiyormuş gibi usulca kulağını okşar rüzgâr. Yusufçuk kuşu ‘kimsecik’ bir kör çocuğun akarsuda kendi yüzüne bakarken omzunda ötüyor gibi sanki. Ya da kırmızı bir gökyüzünde zeytin çekirdeği gibi savrulan yılan dili kuyruklu kırlangıçlar gözüne gözüne dalıp yükselir, dalıp dalıp yükselir… Hemite’nin sesidir bu, Anavarza’nın. Kilikya atlarının yeri göğü birbirine katan kişnemelerini duyar. Yüreğinde ısırgan otları hışırdar sonra. İnce, ipince bir sızı tek gözünden bir damla yaş kılığında süzülür yalnızlığın memleketinde öksüz yanağına. (Yalnızlık ipincedir; kimse tutup da savuramasın dağa taşa diyerekten Allah ipince yapmıştır bu musibeti.) İçimde hüzün kuşları kalbimi gagalıyorlar. Bu yazımızı burada bırakalım... Ardından İstanbul, Cumhuriyet gazetesinde muhabirlik günleri ve daha çok bildiğimiz Yaşar Kemal başlayacak çünkü... Onu da bütün dünya biliyor, neyini anlatayım?