Türkiye’nin son 30 yılda yaşadığı krizlerin öncesinde, hep aynı hataların yapılarak ve aynı çözümlerin uygulandığının farkında mısınız? Türk Lirası’na yüksek faizi ver, sıcak parayı davet et, iç piya...

Türkiye’nin son 30 yılda yaşadığı krizlerin öncesinde, hep aynı hataların yapılarak ve aynı çözümlerin uygulandığının farkında mısınız? Türk Lirası’na yüksek faizi ver, sıcak parayı davet et, iç piyasayı dövize boğ… İthalatı ucuz ve cazip hâle getir, istihdam ve üretim gücün olan ara mallarını üretme… Vatandaşın gelecekte kazanacağı paraları bugünden harcamasını sağla, toplumu borçlandır… Büyümeyi iç taleple finanse et, cari açığı ve dış ticaret açığını patlat…, Yine ödemeler dengesi krizine gir, yine paranı devalüe et, birkaç yıl sürecek bir küçülme dönemine gir, sonra tekrar başa dön… Yaşadığımız kısır döngü mealen bu. Bugünlerde “Yaşasın cari açığımız azaldı” sevinmelerine inanmayın. İşittiğiniz sevinç naralarını atanlar, yarın öbür gün ekonomi yeniden büyüme trendine girip cari açık üretmeye başladığında, “Yaşasın büyüyoruz” naralarını atacaklar. Hep böyle oldu, korkarım yine böyle olacak. // TEŞVİĞİ HERKES VERİYOR… Pekâlâ Türkiye sıcak para tehlikesini kalıcı olarak önlemek adına, sabit sermayeli yabancı yatırımlarını; hizmet, parekende ve bankacılık sektörlerinin dışında istihdama katkısı çok daha fazla olacak şekilde büyük ölçekli yatırımları çekmek için neler yapıyor? “E teşvik veriyoruz ya” cevabınızı duyar gibiyim. Acele etmeyin… Türkiye’deki bölgesel ve sektörel teşvik mekanizmasının benzerlerini –hatta ABD örneğinde olduğu gibi- daha da kapsamlısını gelişmiş ülkeler de veriyor. Peki fark nerede? Dünya ölçeğinde bu tür yatırımları ile tanınan firmalar Türkiye’deki gibi; şirketlere, markaya ya da yatırımın büyüklüğüne göre değişen teşvikler yerine; anlaşılır, tüm yatırımcılara eşit uzaklıkta, şeffaf, bürokrasi ve yargı mekanizmasının hızlı ve adil işlediği, rüşvetin olmadığı sistemleri tercih ediyor. // DÜNYA NE YAPIYOR? Avrupa Birliği (AB), vergi indirimleri ile sanayiyi teşvik etmenin mümkün olmadığını gördüğü andan itibaren, “Üçüncü Nesil Teşvik” modeli olarak adlandırılan Lizbon Stratejisi’ni benimsemiş durumda. Böylelikle eğitimden istihdama, sanayiden iç piyasaya, finansal araçlardan Ar-Ge çalışmalarına kadar pek çok konuda yeni hedefler ve ortaya konuluyor. Lizbon Stratejisi, rekabet gücü yüksek bir Avrupa için gereken tüm kurumsal reformların ana çerçevesini oluşturuyor. Dünyada yeni teşvikler bildiklerimizden çok farklı. Yönetim biliminde ‘Good Governance’ (İyi Yönetişim) olarak bilininen kurallar manzumesi, ekonominin rasyonal yönetilmesini esas alıyor. Bir başka deyişle, “yatırımlara artık özel bir takım istisnalar ve muafiyetler tanımanın yeterli olmadığı” kabulünden hareket ediliyor. Şayet söz konusu teşvik ise, bizdekine benzer teşvikleri artık Afrika’nın en ilkel ülkeleri dahi uyguluyor. Yatırımcılara ayırım gözetmeksizin mantıklı ve etkili yönetilen bir ekonominin sağlayacağı; saydam, ahlaklı, eşit ve adil bir ortamda iş yapma olanağı verilmesi, bugün en etkili teşvik ve özendirme yöntemi olarak kabul ediliyor. // GERÇEK TEŞVİK: HUKUK Dünyadaki büyük yatırımcı şirketlerin dikkat ettikleri özellikler bunlarla sınırlı değil. Uluslararası ölçekte güvenilirliği olan, kişilere göre değişmeyen bir hukuk ve yargılama sistemi, ara işgücü ihtiyacını süratle karşılayan bir teknik eğitim, yasaların toplumda içselleştiği bir özgürlük ortamı, kutuplaşmadan birlikte yaşamayı başaran bir toplum yapısı, reformist ekonomi politikaları; sadeleşmiş, rüşvetten ve yolsuzluktan arınmış bir bürokrasi mekanizması ve güçlü özerk kurumlar… Özellikle son kelimeleri okuyunca güldüğünüzü duyar gibiyim. Merkez Bankası gibi özerkliği üzerinde tartışma bile yapılmaması gereken bir kurum hakkında, “Başındaki arkadaş faizleri indirmiyordu, anlaşamıyorduk, o arkadaşı gönderdik, başka bir arkadaşı getirdik, şimdi hamdolsun faizler şakır şakır iniyor” benzeri cümleleri kurarsanız; ağzınızla kuş tutsanız yabancı yatırımcı çekemezsiniz. Acı ama gerçek böyle…  

MERKEZ BANKASI, ERKEN SEÇİMİN MANİVELASI MI?

Merkez Bankaları, bir ülkenin egemenlik göstergeleri arasında en önde gelen kurumlar arasında yer alıyor. Ülkenin parasını, doğal olarak da itibarını koruyan bu kurumlar, her ülkede el üstünde tutuluyor, en yetkin uzmanların görev yapmasına imkân tanınıyor ve hepsinden önemlisi bağımsızlığına halel gelmemesi için akla kara seçiliyor. Türkiye’de de birkaç yıl öncesine kadar aynı yaklaşım egemen olur, yurtiçi ve yurt dışı piyasalar Merkez Bankası’nın para politikasında nasıl bir strateji izleyeceğine dikkat kesilirdi. Ancak şimdi durum farklı. Sayın Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası’nın enflasyondan çok büyümeyi önceleyen bir politika izlemesi gerektiğini düşünüyor. Ve “Yüksek faizin yüksek enflasyona sebep olduğu” görüşünü savunan Sayın Erdoğan’ın, ekonomi yönetiminde de “Bu teoriyi mutlak doğru olarak kabul eden” bir ekiple çalışmak istediği de sır değil. // LAF DİNLEMEYEN GİDİYOR Bu nedenle son iki yılda dört Merkez Bankası başkanı değişikliği yapmakta beis görmüyor. “Arkadaş laf dinlemiyordu, onu gönderdik, bunu getirdik” diyor. Ve Merkez Bankası’nın geçen hafta 200 baz puan faiz indirerek, tam ters istikamette bir yol izliyor, yine Sayın Erdoğan’ın teorisine uygun hareket ettiğini gösteriyor. Buna karşılık enflasyondaki yükseliş eğilimi ile birlikte faizin daha da yükselmesi gerektiği, yerli ve yabancı piyasa yorumcuları tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Ve ilginç bir çelişki yaşanıyor… Merkez Bankası gösterge faizi indirdiğinde, piyasada oluşan canlı faiz rakamı düşmüyor. Bankaların TL mevduata uyguladığı faiz oranlarında da gözle görünür bir düşüş gözlenmiyor. Vatandaşın ABD dolarına olan ilgisi artarken, tüm maliyetler ve fiyatlamalar döviz üzerinden kurgulanıyor. Dolar kuru 9,50 TL’ye, Euro kuru 11 TL’ye dayanıyor. Bence yaşananların farklı bir mantığı yok, olmaz da… // TEK BİR İHTİMAL KALIYOR Bu komposizyonda, yapılan bunca aykırı işe karşılık akla yatkın gelen tek bir olasılık var. Türkiye 2022 yılının ilkbahar aylarında koşar adım bir erken seçime doğru yol alıyor. Bu kritik seçim öncesinde, tıpkı 2018 yılındaki genel seçimler ve 2019 yılındaki yerel seçimler öncesinde olduğu gibi piyasa paraya boğulmak isteniyor. Şartların o dönemlere göre çok farklı olduğu bilinse de bu kumar oynanacak gibi görünüyor. Bazı okurlarımın, “Cumhur İttifakı ortakları, ‘Erken seçim yok, herkes hazırlığını 2023’e göre yapsın’ dediler, geri adım atamazlar” dediklerini işitir gibiyim. Uzağa gitmeyin. 2018 seçimlerinden birkaç ay öncesinde de aynı iddialı cümleler kurulmuş, sonrasında “Her seçimde olduğu gibi” yine yaz ortasında seçim sandığı önümüze koyulmuştu. // SOKAKLARDAKİ HAYALET Olmaz olmaz demeyin. Bu iş Sayın Devlet Bahçeli’nin bir tivitine bakar… Karl Marx, ünlü Komünist Manifesto'sunda “Avrupa'nın sokaklarında bir hayalet dolaşıyor, o hayalet Komünizm’dir” demişti… Belirsiz siyasi durumları anlatmak için literatüre girmiş bu tanımlama, bugünlerde Ankara için de geçerli kanımca… Son tahlilde, “Kesinlikle seçim olmayacak” söylemlerinin, bir nefeslik açıklama ile çöpe atıldığını ve koca milletin apar topar sandık başına gittiğini unutmayalım.  

“CEBİMİZDEKİ SON KURUŞU DA HAMMADDE İÇİN HARCIYORUZ”

Merkez Bankası’nın faiz kararları, sadece plazaların süslü salonlarına ve dijital ekranlarına yansımıyor. Reel ekonominin, üretimin, ihracatın, istihdamın konuşulduğu sanayi bölgelerinde işler iyi gitmiyor. Geçen hafta İzmir’in büyükçe bir OSB’sinde sanayici dostlarla vakit geçirme imkânı buldum. Farklı sektörlerde üretim yapsalar da hepsinin üzerinde mutabık kaldığı gerçek, emtia fiyatlarında yaşanan aşırı yükselişlerin, üretim planlamalarını sık sık çöpe attırdığı ve fiyatlama yapmanın imkânsız hâle geldiği idi. 100 dolarlık ihracat yapabilmek için en az 65 dolarlık ithalat yapmak zorunda olan Türk sanayicisi, bu fiyat oynaklıkları ile baş etmekte zorlanıyor. // BİLANÇOLAR BOZULUYOR Bir sanayici dostum, “Hammadde fiyatları son bir yılda en az yüzde 150 zamlandı. Bazı ürünlerde 2 hatta 3 kata yakın artışlar söz konusu. Bu maliyet artışlarını satış rakamlarına yansıtamıyoruz. Hal böyle olunca firmalarımızın finansal yapılarının bozulmasını çaresizce izliyor ve bu işin nereye kadar varacağını bilemiyoruz. Çalışanlarımızın maaşlarını ödüyor, işletme giderlerimizi karşılıyor, şayet cebimizde kör kuruş kaldıysa gidip hammadde alıyoruz. Çünkü bir sonraki siparişimizde aynı fiyata alamayacağımızı çok iyi biliyoruz.” diyor. Sanayicinin yaşadığı bu kısırdöngü, Üretici Fiyat Endeksi’ne (ÜFE) yansıyan enflasyon rakamına bakarak gayet net anlaşılıyor. // YA ENFLASYON YA İŞSİZLİK! Eylül 2021 ayı itibarıyla Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE)  aylık bazda yüzde 1,25,  Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yüzde 1,55 artış göstermişti. Yıllık enflasyon tüketici fiyatlarında yüzde 19,58, yurt içi üretici fiyatlarında yüzde 43,96 oldu. İşte adeta şifre niteliğindeki bu iki buçuk katlık artış, yaşayan ekonominin aktörleri olan şirketlere sadece iki seçenek sunuyor. Ya ürünlerinin fiyatlarına zam yapacaklar ya da batacaklar. İlk seçenek yeni bir enflasyon dalgası ve yeniden artırılmak zorunda bırakılan faiz oranları demek. İkinci seçenek ise… Yazmayalım daha iyi!   HAFTANIN SÖZÜ İlkesiz, ülküsüz, ülkesiz insan olmayalım… Yekta Güngör Özden